Beden ölür tanıklık ölmez
Dosya Haberleri —

Nazım Daştan
- Nazım’ın gazeteciliği gözle değil, bütün varlığıyla bakmanın bir biçimiydi. Haber onun için bir veri dizisi, bir olay aktarımı, bir koşuşturma rutini değil, insanın kalbine işleyen bir sorumluluk biçimiydi. Bir gün bana, “Bir görüntüyü çekerken önce insanı duyuyorum” demişti. “İnsanı duymazsam görüntü boş kalıyor.” O cümle, onun bütün mesleki felsefesinin temeliydi.
- Nazım’ın yokluğunu düşünürken, onun bana bir gün söylediği cümle sürekli zihnime çarpıyor: “Bir insanın tanıklığı ölmez. Beden ölür. Ama tanıklık, işi devralacak kişiyi bekler.” Bu cümleyi o zaman anlamamıştım. Şimdi anlıyorum. Çünkü Nazım’ın tanıklığı gerçekten ölmedi. Onun bıraktığı yöntem bugün başka gözlerde, başka tanıklıklarda sürüyor.
MAHİR ENGİZEK
Bazı insanlar bir hayata değil, bir çağın ruhuna temas ederek yaşarlar. Bir ömrün sınırları içinden değil, coğrafyanın kırık damarlarından, tarihin sessiz aralıklarından geçerek var olurlar...
Nazım, böyle bir varoluşun içinden yükseldi. Onu tanıdığımda, adımlarının tozu bile tanıklığın bir parçasıymış gibi gelmişti. Kendisini anlatmazdı, ama ne zaman sessizleşse, yüzünün kenarında biriken gölge insanın yaşadıklarıyla değil, yaşadıklarını taşıyış biçimiyle tanımlandığını hatırlatırdı...
Elinde kamera, güneşin yakıcı ışığına karşı gözlerini kısarak beklediği o ilk sahne, hafızamın en inatçı köşesinde hala aynı netlikte durur. O an anladım ki, o yalnızca bakan biri değil, gördüğünü anlamaya çalışan ve anlamaya çalıştığı şeyi kendi iç gerçekliğiyle yoğurabilen türden bir insandı. Nazım’ın gazeteciliği gözle değil, bütün varlığıyla bakmanın bir biçimiydi. Haber onun için bir veri dizisi, bir olay aktarımı, bir koşuşturma rutini değil, insanın kalbine işleyen bir sorumluluk biçimiydi. Bir gün bana, “Bir görüntüyü çekerken önce insanı duyuyorum” demişti. “İnsanı duymazsam görüntü boş kalıyor.” O cümle, onun bütün mesleki felsefesinin temeliydi. Görüntünün ardındaki insanı duyabilmek. Bu, modern gazetecilikte neredeyse unutulmak üzere olan bir meziyetti. Fotoğrafların hızla tüketildiği, haberlerin saniyeler içinde eskidiği bir çağda Nazım’ın durduğu yer, hızdan çok derinlikle tanımlanıyordu. O, haberin içindeki insan kırılmasını duyduğu ölçüde hareket ederdi.
İnsan kalmak için çabalıyordu
Onunla ilk karşılaşmam, kişisel tarihimde yalnızca bir tanışma anı değil, bakışımı yeniden kurmama neden olan bir kırılmaydı. O gün Rojava’nın sınır hattında toz havada asılı duruyor, güneş toprağın üzerinde dalgalanan bir örtü gibi titriyor, uzaklardan gelen motor sesleri ara ara kesilip yeniden başlıyordu. Nazım’ın silueti bu ağır atmosferin içinden çıktığında, ilk fark ettiğim şey, yüzündeki yorgunluğun bir teslimiyet değil, bir tanıklık izine dönüşmüş olmasıydı. Yorgunluk onda bir kırılma yaratmıyordu, tam tersine, gördüklerini taşıma gücünü artıran bir derinlik katıyordu. O zamanlar Rojava’da insanlar yalnızca hayatta kalmak değil, insan kalmak için çabalıyordu. Her yüz, bir sessizlik, bir kayıp, bir ısrar taşıyordu. Nazım bu yüzlere bakarken, ne merakla bakıyordu ne de mesleki bir heyecanla. Sanki her insanla içsel bir sözleşme imzalıyordu. “Seni olduğun gibi göstermeyi deneyeceğim” diyen sessiz bir sözleşmeydi bu.
Sadakati görüntüde gizli
Gazetecilikte nadiren rastlanan türden bir saygının işaretiydi. O, kamerayı bir araç değil, insanla dünya arasında kurulmuş bir ilişki olarak görüyordu. Birlikte geçirdiğimiz ilk saatlerde dahi, onun bakışının ritmini fark etmiştim. Gördüğünü hemen yakalamaya çalışmıyor, acele etmiyor, zamana müdahale etmiyordu. Sanki görüntünün kendi zamanı vardı ve Nazım o zamanın gelmesini bekliyordu. Bazen bir duvarın gölgesinde oturur, elinde kamerayla dakikalarca sessiz kalırdı. “Ne bekliyorsun?” diye sorduğumda, “Işığın karar vermesini” derdi.
Işığın bir karar vericisi olabileceğini bana ilk o düşündürmüştü. Belki de bu yüzden Nazım’ın fotoğraflarında ışık hiçbir zaman teknik bir unsur gibi durmaz, etik bir duruş, bir tercih, bir yöneliş olarak yer alırdı. Işık neredeyse, onun tanıklığı da oradaydı. Antep’teki öğrencilik yıllarından itibaren görüntüye duyduğu saygı, onu diğerlerinden ayırıyordu. Bir insanın ana-babaya, toprağa, kökene duyduğu sadakati o görüntüye duyuyordu.
Hakikati tarihe not düştü
2012’de Dicle Haber Ajansı’na girdiğinde, yalnızca genç bir muhabir değildi. Gerçeğin kıvrımlarını sezebilen bir zihin, görüntünün etik yükünü taşıyabilen bir omuzdu. O dönemdeki mektuplarında, “Her baktığım yüz, bir halkın tarihinden bir sayfa” diye yazıyordu. O tarihin acı, umut, direnç, yokluk, bekleyiş, kırılganlık ve var olma çabasıyla dolu olduğunu, Nazım yalnızca görmüyor, duyuyordu. 2014’te Rojava’ya geçişi, onun hayatında bir dönüm noktasıydı ama bu dönüm noktası bir ideolojik sıçramadan çok, bir insanlık çağrısına yaklaşımdı. Bölgeye adım attığında, coğrafya ona yabancı değildi. Sanki yıllardır uzaktan dinlediği bir melodinin kaynağına ulaşmış gibiydi. Kobanê’nin yıkılmış sokaklarında dolaşırken, çatışmanın izlerine değil, o izlerin arasında hala var olmayı sürdüren insanlara bakıyordu. Duman tüten bir binanın fotoğrafını çekmekten çok, o binanın kapısının önüne bırakılmış bir çocuk oyuncak arabasını çekiyordu. Çünkü ona göre savaşın en çıplak yüzü, yıkımın kendisi değil, yıkımın içindeki insan sessizliğiydi.
Sezgilerinin gücü şaşırtıcıydı
O dönemde sık sık bana mesaj atardı. Sahadan, içeriden bilgi almak için. Cümleleri kısa, ama keskin ve derin olurdu. Bir defasında şöyle yazmıştı: “İnsan burada hem çok güçlü hem çok kırılgan. Kamerayı nereye doğrultacağımı bile anlamak için önce kendimi toplamak zorunda kalıyorum.” Bu söz, onun gazeteciliğinin felsefi çekirdeğinin en doğru ifadesiydi. Çünkü Nazım için görüntü, ancak insanın iç ritmiyle uyumlu olduğunda anlam kazanıyordu. İçsel kaosunu dengeleyemediği bir anda objektifine sarılmazdı. Kendini zorlayarak görüntü almak ona göre tanıklığa ihanet olurdu. Biz bulunduğumuz cepheye gelişinde, her sohbette Nazım’ın sezgilerinin gücü beni hep şaşırtmıştır. Bir olayın henüz görünür olmayan tarafını hissederdi. Bir bakışın ardındaki korkuyu, bir gülümsemenin ardındaki kırılganlığı, bir sessizliğin ardındaki dileği... Bazen yalnızca insanları izlerdi. Konuşmaz, müdahale etmez, yönlendirme yapmazdı. “İyi görüntü,” derdi, “insanı baskılamayan görüntüdür.” Bu yaklaşım, onun tanık olarak durduğu yeri benzersiz kılıyordu. Birçok gazeteci çatışma, duman, patlama peşinde koşarken, Nazım insanın ruhuna takılırdı. Bu yüzden çektiği her fotoğraf, sadece sahayı değil, sahadaki insanın ruh hâlini de taşırdı. Onun görüntüleri yalnızca haberi aktarmakla kalmaz, izleyenin zihninde bir vicdan titreşimi yaratırdı. Çünkü Nazım’ın tüm çalışmalarının görünmez merkezinde tek bir soru vardı: “İnsan burada ne yaşıyor?” Bu soru onun etik pusulasıydı.
"Hikaye ellerde"
Reqa’nın kuzeyi… Fırat kıyısındaki o uzun gün… Düşmanın gölgesiyle ışığın kırıldığı anlar… Tozun içinde kaybolan sesler…
İşte orada Nazım’ın gazetecilik sezgisinin sınır tanımadığını bir kez daha gördüm. Çatışma başladığında herkes kendini koruyacak yer ararken, Nazım dizlerinin üzerine çöküp bir savaşçının toza bulanmış eline odaklanıyordu. “Hikâye ellerde” dedi. “Yüz bazen saklanır ama el saklanmaz.” Bu cümleyi o gün orada, tozun ve barutun arasında duymak, insanın savaşı anlama biçimini değiştiriyordu. Saatlerce süren çatışma sonunda sessizlik çöktüğünde, Nazım’ın parmakları titriyordu. Ama bu titreme korkudan değil, insanın yaşadığını fark ettiğinde duyduğu ağırlıktandı. Akşam ateşin başında otururken, kameranın lensini sessizce silerken, “Bugün kimseyi kaybetmedik” dedi. “Bu, bir haberdir.” O an, bütün savaş mantığının altüst olduğu andı. Çünkü onun habere bakışı kayıplar üzerine değil, hayatta kalışa dayanıyordu. Yıllar sonra bir dağın yamacında, eski bir radyonun cızırtılı sesinden şehit haberini duyduğumda, ilk hatırladığım şey o gülümseme oldu. Şehadet haberleri genelde bir cümleyle biter: “Şehit oldu” Ama Nazım’ın adı o cümlenin içinde kaybolmadı. İçime çöken sessizlik, bir kayıptan çok, bir çağın içindeki eksilmeydi. Bazı insanlar yok olduklarında varlıkları daha görünür olur. Nazım’ın yokluğu bana tam olarak bunu hissettirdi.
Çeken yoktu olan vardı
Sonrasında onun görüntülerine tekrar baktığım gün, fark ettim ki, Nazım çektiği karelerde kendini görünmez kılmıştı. Objektifin ardında o kadar geri çekilmiş, tanıklığın öznelliğini o kadar etiğe yaslamıştı ki, fotoğraflarında “çeken” yoktu. Yalnızca “olan” vardı..
O kadar çok görüntü izledim ki ama Nazım’ın karelerinde çekenin gözü görünmezdi, ama sezgisi görünürdü. Bu, bir gazetecinin ulaşabileceği en derin noktadır. Varlığını görüntünün içinde eritebilmek. Bu yüzden Nazım’ın fotoğrafları bugün hala nefes alıyor. Çünkü onlarda kimseyi yönlendiren bir bakış yok, yalnızca hakikati taşıyan bir dikkat var.
“Görüntü ölmez, insan ölür”
Gazetecilik çoğu zaman uzak durmakla açıklanır. Mesafe, nesnellik, tarafsızlık… Ama Nazım “duvar örmeden mesafe kurmayı” bilen nadir insanlardandı. Bu yüzden bir insanın gözlerinin içine baktığında, görüntüyü değil, o gözdeki yükü görürdü. Bir keresinde, “Bir insanın korkusunu çekmek kolaydır” demişti. “Ama bir insanın umudunu çekmek için, önce onu görmen gerekir.” Onun tüm görüntülerinde, bu cümle sessiz bir biçimde dolaşır, Korku görünürdür, umut, dikkat ister. Nazım’ın şehadeti ardından geçen zaman içinde bir cümlesi hep zihnimin kıyısında dolaşıyor: “Görüntü ölmez, insan ölür.” O bu cümleyi bir gün, uzun bir yürüyüşün ardından, güneş artık toprağın üzerinden çekilirken söylemişti.
Hikaye yeniden doğacak
Nazım’ın sessizliği bu gürültünün ortasında bir pusula gibiydi. O sessizlik, görüntüye girecek olan her ayrıntıyı dikkatle tartar, insanın onuruna zarar verecek bir açıdan kaçınır, kalabalığın içinde tekil insanın hikayesini korurdu. Bir gün şöyle demişti: “Bir insanın yüzüne kamerayı doğrultuyorsan, o insana tanıklık borcun var. Çünkü onun yüzündeki yük, senin görüntünde yeniden doğacak.”
İşte bu cümle, Nazım’ın gazeteciliğinin özüdür. Çünkü o, görüntüyü sadece kayıt değil, aynı zamanda yeniden doğuş olarak görürdü. Bir kare yalnızca olanı değil, olana dair bir yorumu, bir seçimi, bir sorumluluğu taşırdı. Bu yüzden Nazım’ın görüntülerinde başkalarının çektiği savaş fotoğraflarında gördüğümüz “estetikleşmiş dehşet” yoktur. Onun görüntülerinde acı pornografiye dönüştürülmez, insanın kırılganlığı kutsanmaz, kimse yüceltilmez, kimse şeyleştirilmez. Nazım’ın kamerası, insanın ağır hikayesine duyduğu saygıyla hareket ederdi. Bu yüzden Nazım’ın çektiği kareler sadece savaşın arşivi değil, savaşın içinde insan kalabilenlerin arşiviydi. Bu fark çok büyük. Çünkü savaşın kendisini çekmek kolaydır. İnsanın savaşın içindeki halini çekmek ise ancak etik bir dikkatle mümkündür. Nazım bunu başardı. Bu yüzden onun görüntüleri bugün hala tartışılıyor, okunuyor, derslerde gösteriliyor, analiz ediliyor.
Tanıklık mirastır
Nazım’ın yokluğunu düşünürken, onun bana bir gün söylediği cümle sürekli zihnime çarpıyor: “Bir insanın tanıklığı ölmez. Beden ölür. Ama tanıklık, işi devralacak kişiyi bekler.” Bu cümleyi o zaman anlamamıştım. Şimdi anlıyorum. Çünkü Nazım’ın tanıklığı gerçekten ölmedi. Onun bıraktığı yöntem bugün başka gözlerde, başka kameralarda, başka tanıklıklarda sürüyor. Onun bakışı görünmez bir şekilde çoğalıyor. Bir insanın hayatının değeri bazen bıraktığı mirasın maddi etkisiyle değil, yarattığı etik yönelimle ölçülür. Nazım’ın yönelimi, çağının çok ötesinde bir etik derinliğe sahipti. Nazım’ın kaybı beni bir insan olarak eksiltti, ama aynı zamanda bana bir sorumluluk yükledi. Artık dünyaya onun ışığıyla bakmak zorundayım. Artık bir görüntüyle karşılaştığımda, “Bu karede görünmeyen şey ne?” diye sormalıyım. Artık insanın hikayesine yaklaşırken, onun kırılganlığını bir malzeme gibi kullanmamaya azami özen göstermeliyim. Nazım’ın yokluğu bunu bana öğretti: Tanıklık bir mirastır, onu taşıyan kişi kendini değiştirmelidir.
Nazım'ın ışığını koruyalım
Bugün Nazım’ın hikayesini anlatmak, aslında hafızanın bir borcunu ödemektir. Çünkü hafıza sadece geçmiş değil, hafıza bir görevdir. Bir insanın varlığını unutmamak, onun ışığını korumaktır. Nazım’ın ışığı bugün hala karanlık odalarda, sahra çadırlarında, haber montaj masalarında, sınır geçişlerinde, sessizliğin en gürültülü anlarında yanıyor. Onu hatırlamak, sadece bir kaybı anmak değil, bir etik iddiayı yeniden kurmaktır.
Ben bugün bu iddiayı kendi adıma şöyle kuruyorum:
Nazım ölmedi,
Çünkü hakikat ölmez,
Tanıklık ölmez,
Işık ölmez,
Ölen yalnızca bedenlerdir.
Ve bazı insanlar öldüğünde, ışık onlardan değil, onların içlerinden sızan bakıştan geriye kalır. Nazım’ın bakışı bugün hala dünyanın üzerine düşüyor. Bizim yapmamız gereken tek şey, o ışığın düştüğü yeri doğru okumak. Nazım’ın hatırası artık bir zaman çizgisi değil, bir yön, bir duruş, bir yöntem, bir etik pusuladır.
Ve bu pusula bize hala aynı şeyi söylüyor:
Doğruyu gör,
Gördüğünün sorumluluğunu al,
İnsanı nesneleştirme,
Işığı doğru yere düşür,
Ve hakikatin yükünü taşı.
Çünkü Nazım’ın bıraktığı şey bir hayat değil, bir tanıklık biçimi. Ve biz, o tanıklığın devamıyız...















