Çağdaş tarihte örneği yok

Dosya Haberleri —

Michela Arricale/foto: Erdoğan ALAYUMAT

Michela Arricale/foto: Erdoğan ALAYUMAT

İtalya Demokrasi İçin Araştırma ve Geliştirme Merkezi ve Uluslararası Hukuki Müdahale Grubu Eşbaşkanı Michela Arricale, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan yönelik tecridi gazetemize değerlendirdi:

  • Avrupa Konseyi ve CPT Öcalan’ın tutukluluk koşulları için yeni bir kavram icat etmek zorunda. Çünkü ‘hücre hapsi’ (solitary confinement) kavramı hafif kalıyor, onun durumunu tanımlamaya yetmiyor. Yasaya göre 15 günden uzun süren hücre hapsi işkencedir. Eğer bir hücre hapsi 15 günden uzun sürdüğünde buna işkence diyorsanız, 25 yıldan uzun sürdüğünde ne ad vereceksiniz?
  • Ne zaman kamusal alanda İmralı hakkında konuşsam hep bunu vurguluyorum, İmralı öyle yasa dışı, öyle hukuk dışı ki hukukun değil adeta bir romanın konusu. İmralı’nın yasa dışı olduğu, İmralı’nın kendisinin bir suç teşkil ettiği çok açık. Yani Marmara Denizi’nin orta yerinde sadece ona özel bir hapishane. 1999’dan 2009’a kadar da oranın tek tutuklusu. Bu öyle gerçek üstü ki!

NEJLA ARİ/HİKMET ERDEN

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 25 yıldır İmralı'da tek kişilik hücrede ağırlaştırılmış tecrit altında tutuluyor ve 37 aydır kendisinden hiçbir şekilde haber alınamıyor. 4 Nisan 1949 yılında Riha'nın Xelfetî ilçesine bağlı Amara köyünde dünyaya gelen Öcalan'ın doğum günü bugün. Milyonlarca Kürt, başta Amara'da olmak üzerine Kurdistan'ın dört parçasında ve dünyanın çeşitli ülkelerinde Öcalan'ın doğum gününü kutlarken, tecride de tepki gösteriyor. İtalya Demokrasi İçin Araştırma ve Geliştirme Merkezi ve Uluslararası Hukuki Müdahale Grubu Eşbaşkanı Michela Arricale, Öcalan'a uygulanan ağırlaştırılmış teciridi gazetemize değerlendirdi. Kürt Halk Önderi Öcalan’a yönelik mutlak tecride karşı oluşturulan 'Kürt Sorununa Çözüm ve Tecride Karşı Uluslararası Delegasyon’un da üyesi olan Arricale, Öcalan'a yönelik uygulamaların ‘tecrit ve ‘izolasyon’ ile tek başına ifade edilemeyeceğini uluslararası hukuka göre bu uygulamaların ‘işkence’ olduğunu söyledi.

İnsan hakları hukukçuları olarak hukuk ve yasa kavramlarının egemenler tarafından küresel düzeyde manipüle edildiğine dair pek çok tartışmaya öncülük ediyorsunuz. Özellikle Türkiye’de hukukun muhalifleri baskılamanın bir aracı haline getirilmesini siz nasıl yorumluyorsunuz?

Türkiye’de ve Avrupa’da karşılaştığımız yargı sorununa biz “lawfare” adını veriyoruz. (Lawfare: İngilizce "Law" -hukuk- ve "warfare" -savaş- kelimelerinin birleşmesinden oluşan bir kavram) Yani hukukun siyasal muhalifleri saf dışı bırakmak için bir savaş aracı haline getirilmesi. Bu, 2. Dünya Savaşı sonrası inşa etmeye çalıştığımız demokratik paradigmayı tamamen değiştirdi. Ve bu paradigma değişimi pek çok ülkede yaşanıyor. Liberal devlet anlayışı her şeyin merkezine devleti koyuyor, adaletin de. Türkiye mahkemelerinde ‘adalet devletin temelidir’ yazıyor. Bence bu cümle karşı karşıya olduğumuz sorunun özünde neyin yattığını gösteriyor. Adalete halkı değil, devleti koruması gereken bir mekanizma olarak bakıldığını gösteriyor. Terörizm yasası “lawfare”in (hukuk-savaşı) taktik bir silahıdır. Terör kavramı çok muğlak ve onu istediğiniz gibi yorumlayabilirsiniz. Devletler için bu kavram giderek daha önemli hale geliyor, çünkü bir kere bir insanı terörizm ile suçladığınız zaman onu, siyasal sorunları çok yakından takip etmeyen toplumsal kesimlerden izole edebiliyorsunuz. Medya boyutunda da bu böyle. Terörizm kavramı kişilerle dayanışmanın önünde büyük bir engel. Dayanışmayı engellemek için sıklıkla başvuruluyor. Siyasi muhalifler hükümeti değiştirmek istiyor, değil mi? Dolayısıyla onlara “Siz hükümete karşıysanız o zaman siz teröristiniz, çünkü siz devlete karşısınız” deniyor. Fakat tabii ki terörizmin tanımı bu değil, ama bu şekilde kullanılıyor. 

Öcalan üzerindeki mutlak tecrit konusuna başlamadan önce siz bir avukat olarak hak ve hukuk arasında bir bütünlük görüyor musunuz?

Yasalar yalnız başına yeterli değildir. Bir hakkın varlığını belirtmek, onun doğrulanması için yeterli değildir. Hepimizin görevi: o hakların gücünü oluşturmak ve sağlamlaştırmak, yorumlar ve içerikler sunmaktır. Hak kazanmak bir bedel gerektirir. Bu acı, mahrumiyet ve kayıplara mal olur. Bazıları için hayatı ve kanı pahasına gelir hak meselesi. İnsanlık tarihi boyunca, haklar açısından en küçük kazanım ağır bir bedele yol açmıştır.

Avrupa Konseyi ve CPT Öcalan’ın tutukluluk koşulları için yeni bir kavram icat etmek zorunda. Çünkü ‘hücre hapsi’ (solitary confinement) kavramı hafif kalıyor, onun durumunu tanımlamaya yetmiyor. Öcalan’dan bahsederken “incommunicado” (iletişimsizlik) bir durumdan söz ediyoruz. Yasaya göre 15 günden uzun süren hücre hapsi işkencedir. Eğer bir hücre hapsi 15 günden uzun sürdüğünde buna işkence diyorsanız, 25 yıldan uzun sürdüğünde ne ad vereceksiniz?

Bu yüzden İmralı Incommunicado fantastik edebiyat konusu! Ne zaman kamusal alanda İmralı hakkında konuşsam hep bunu vurguluyorum, İmralı öyle yasa dışı, öyle hukuk dışı ki hukukun değil adeta bir romanın konusu. İmralı’nın yasa dışı olduğu, İmralı’nın kendisinin bir suç teşkil ettiği çok açık. Yani Marmara Denizi’nin orta yerinde sadece ona özel bir hapishane. 1999’dan 2009’a kadar da oranın tek tutuklusu. Bu öyle gerçek üstü ki! Bence bunun nedeni ondan çok korkuyor olmaları, çünkü onu hapsetmek için sadece uluslararası yasaları değil Türk yasalarını dahil çiğnemeyi göze almışlar. Aslında Türkiye’yi sadece kendi yasalarını uygulamaya davet ediyoruz ama Türkiye bunu bile umursamıyor. Çünkü Erdoğan siyasi muhaliflerini tamamen bertaraf etmek istiyor; Öcalan’ın kendisinin ve fikirlerinin tecridiyle aslında tüm siyasi muhaliflerine mesaj veriyor.

İmralı’daki tecride benzer bir uygulamanın dünyada örneği var mı?

İmralı ve Kürt sorunu yasal zeminde çok rahat çözülebilecek bir konu. Uluslararası hukukun ve insan hakları beyannamesinin bize sunduğu imkanları kullanabilseydik Kürt sorunu da İmralı tecridi de kolaylıkla çözülebilirdi. Ama siyasal ihtiyaçlar hukukun önüne konulduğu için hukuk yoluyla çözebileceğimiz sorunlar çözümsüz kalıyor. Bu tüm dünya için, hepimiz için çok büyük bir tehlike. Öcalan ile başlayan baskının giderek onun fikirlerini savunan herkese ve topluma yayıldığını görüyoruz. Başkan Lula’nın ya da Julan Assange’ın durumunu göz önüne alırsak bunun Avrupa’da da, Latin Amerika’da da yayıldığını söyleyebiliriz. Ama Öcalan’ın durumuna benzeyen başka bir örnek yine de yok. Mandela’nın durumu da çok özeldi. Ama çağdaş tarihte Öcalan’ın tecridi gibi bir örnek yok.

Bugün bile, bir avuç kişiye ayrıcalıklar sağlayan ve çoğunluğu baskı altına alan mevcut durumu değiştirmeye yönelik her küçük değişiklik, o sistemin bir parçasını sökmeye yönelik her girişim, hala şiddetin en vahşi tepkileri ile karşı karşıya kalabiliyor. Ve bu yüzden, birisi yeni bir dünya fikrini hayata geçirmeye çalışırsa ne olabileceğini hayal etmeye çalışalım. İşte, sistemin tepkisi epik olacaktır. Ve Türk devleti, gerçekten de anormal bir şekilde ‘hak’ meselesine tepki verdi ve yapılanlar kesinlikle hukuki alana değil, edebi veya fantastik alana ait olmalıydı.

Sayın Öcalan’a uygulanan izolasyonu, tecridin ötesinde bir ‘işkence’ olarak mı ele almak gerekiyor?

Tabii ki. Bu ‘işkence’ tanımı, 2015 yılında, Birleşmiş Milletler insan hakları organları için bir referans olan ve uzun süreli tek başına hücre hapsinin 15 günden fazla sürmesinin yasaklanması gerektiğini yeniden teyit eden Mandela Kuralları olarak da adlandırılan ve (Madde 44) olarak belirlenen bir belge tarafından da kabul edilmiştir.

Avrupa'da, CPT, Avrupa Konseyi organı, tek kişilik hücre hapsinin kullanımının ki zaten kısıtlanmış olan tutukluların haklarıyla denge içinde olması gerektiğini talep eder. Yine tam ve tanımsız izolasyonun hiçbir koşul altında gerçekleşmemesi gerektiğini belirtir. Ve eğer 15 günden uzun süren bir tek kişilik hücre hapsi işkencesi ise bugün 25 yıl süren iletişimsizlik durumu hakkında ne düşünülmelidir? Yani Öcalan'ın durumunun yasa dışı olduğunu ve hukukun üstünlüğü ve insan haklarına ilişkin herhangi bir asgari standardının açık bir ihlali olduğunu anlamak için bir hukuk uzmanı olmaya gerek yok. CPT'nin konuyla ilgili resmi gözlemlerine rağmen, bu tür insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele devam etmektedir. Kısacası, Öcalan'a uygulanan mutlak tecrit tüm insan hakları sözleşmelerinin açık ihlaliyle gerçekleştirilmektedir. Ayrıca, bu ceza, savunma hakkının temel prensiplerini ihlal eden haksız bir yargılamanın sonucudur.

Peki Öcalan’a karşı bu uygulamaları nasıl yorumlamak gerekiyor?

Burada bir siyasi hedef var. Kürt sorununu yok etmek ve Kürtlerin lideri Öcalan’ı ‘kriminal’ göstererek ona karşı halk desteğini bir suçmuş gibi göstermek istiyorlar. Burada dikkat ederseniz Tayyip Erdoğan, stratejisini uygulamak için hukuki mücadeleyi seçiyor ve ‘yasaları’ siyasi rakiplerini yok etmek için bir silah olarak kullanıyor ya da daha doğrusu kötüye kullanıyor. Maalesef, günümüzde hukuk mücadelesi, yaygın bir iktidar uygulamasıdır. Bakın çağdaş tarihin en büyük dehşetleri, ‘anti-terör’ adı altında gerçekleştirildi. Örneğin Gazze'de devam eden soykırım bile bir anti-terör eylemi olarak propaganda ediliyor. Hukuk, yargı yetkisi, demokratik hukuk devletlerinde birbirini kontrol etmesi gereken dengeyi sağlamalıdır Hukuk, devletin istediği her şeyi yapamayacağını, herkesin kim olduğu veya neyle suçlandığına bakılmaksızın herkesin onurunu koruyan minimum haklar listesine saygı göstermesi gerektiğini belirtir. Eşitlik ilkesinin üstünlüğü, herhangi bir demokratik hukuk devletinin yapısına hizmet eder. Bu, demokratik hukuk devleti ile liberal olan arasındaki farkı ortaya koyar. Görünüşte sıradan gibi görünebilir, ancak bu iki model arasındaki fark, devam eden küresel çatışmanın özünü ve beraberinde gelen güç yapılarının yeniden yapılandırılmasını özetler ve yoğunlaştırır.

Peki Türkiye uluslararası anlaşmalara taraf olduğu halde uluslararası hukuk neden onu durduramıyor?

Hukuk, Öcalan’a tecridin işkence olduğunu ve Türkiye'nin insan haklarına ve demokratik hukuk devletinin prensiplerine uymak zorunda olduğunu belirtir. Türkiye, Öcalan'a ve onunla birlikte Kürt halkına yasalarca barışçıl bir şekilde tanınan hakları garanti etmelidir. Ancak bugün uluslararası hukukun en büyük hayal kırıklığı işte budur: zorlamanın imkansızlığıdır. Bir güçlü ülkeyi hatta kendisini ‘hukuk devleti’ olarak ilan etse bile özgürce üstlendiği yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlamanın imkansızlığı.

Bugün Türkiye, tam da bu güçlü ülkelerden biri olup, belirli çağrılara oldukça kayıtsızdır ve uluslararası satranç tahtasında kendi otonom oyununu oynamakla meşguldür. Erdoğan AB’ye şantaj yapar, NATO'ya şantaj yapar, politik İslam'ın şampiyonu olarak konumlanır ve hatta barış için cephe hattında bile yer alır.

Barıştan bahsetmek yeterli değil, hukukun üstünlüğünden bahsetmek de yeterli değil: adil bir barışa ihtiyacımız var ve bireylerin ve halkların devlet içinde ve ülkeler arası ilişkilerde eşitlik ve kendi kaderini belirleme prensipleri etrafında odaklanan demokratik bir hukuk devletine ihtiyacımız var. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve İşkenceye Karşı Avrupa Komitesi'nin yargı yetkisi altında olan Avrupa Konseyi üyesidir. Evet, geçmişte bu kurumlar Öcalan'ın gözaltı yöntemlerinin işkence olduğunu zaten kabul etmişlerdi, ancak hiçbir şey değişmedi. Durum daha da kötüleşiyor.

CPT yakın zamanda bir kez daha Türkiye’ye gitti. Fakat İmralı’ya gitmedi. Peki ne yapmalı?

Bu baskı kampanyası devam etmelidir. Kısacası, Öcalan'ın izolasyonu sadece bir hukuki sorun değildir, çünkü öyle olsaydı zaten çözülmüş olurdu. Bu, sosyal ve siyasal bir meseledir. Bu sadece bir insanı değil, onun liderlerini gören bütün bir halkı ilgilendirir. Ve hepimizi, demokratik insanları ilgilendirir. İnsan onuruna saygı ve halkların kendi kaderini belirleme hakkına saygı temel prensipleri hatırlatmamız gerekiyor. Çünkü bu hepimizin kaderini ilgilendiriyor!

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.