Canım nasıl isterse
Kadın Haberleri —
- Ortadoğu’daki kadınların hikayelerine politik ve cesur bir yerden dahil olan yönetmen, hem kadın sanatçılara hem de kadın aktivistlere geniş alan verdiği başarılı bir filme imza atarken, aynı zamanda sokak hareketlerinin, askeri darbelerin, iktidar değişikliklerinin, şiddetin eğer kadın örgütlenmesi ve öz savunması olmazsa nasıl kadın bedenine bir saldırı haline gelebileceğini hatırlatıyor.
NİLGÜN YELPAZE
Filistinli Samaher Al Qadi’nin yönetmenliğini üstlendiği belgesel film ‘As I Want’ 2013 yılındaki Tahrir meydanındaki kitle eylemleri sırasında kadınların yaşadıkları cinsiyetçi saldırıları konu alıyor ve bu saldırılar karşısında Mısır’da gelişen kadın eylemliliklerine tanıklık ediyor.
Film geçtiğimiz hafta sadece film sektörü çalışanlarına ve basına yönelik kısıtlı online versiyonunu tamamlayan 71. Berlinale’de gösterildi. 9-20 Haziran tarihleri arasında ise izleyicilere yönelik açık hava sineması gösterimlerinde yer alacak.
Yönetmen filmin başından itibaren kamerasının arkasındaki varlığını da filmin içerisine aktif olarak dahil ederek kamera ile görüntüleri kaydetmenin tecavüz ve cinsel saldırılara karşı kameranın bir öz savunma aracı olacağı fikrini savunuyor.
Film, 2013 yılında Tahrir meydanındaki kalabalık eylemler sırasında çekilen görüntülerde 20-30 kişilik bir erkek grubunun eylemci bir kadına tecavüz ettiği görüntülerle başlıyor. Bu görüntüler, bütün eylemin geniş plandan çekildiği bir videoda ancak detaylı bakılırsa ve orada ne olduğu bilinirse anlaşılabilecek görüntüler. Ancak yine de delil olarak kullanılma işlevi görüyor.
Sokağa çıkabilme gücü
Hemen ardından o gece orada olan ve aynı zamanda bu kadınları bu erkek gruplarının arasından çıkararak güvenli alanlara ulaştırmaya çalışan kadın aktivist Sara’nın oldukça çarpıcı, güçlü ama kan dondurucu açıklamaları yer alıyor.
Bu olaydan sonra başka bir eylem olduğu bir gün tecavüze uğrayan kadınlardan birisi Sara’yı arıyor ve ‘Sara, ben yine sokaktayım, tekrar eyleme gittim’. Bütün bu olanlara rağmen tekrar sokağa çıkabilmenin verdiği sevinç ve güç, film boyunca taşınan duygulardan birisi de oluyor aynı zamanda.
-
Yönetmen, hem ‘first person’ belgeselciliğin başarılı bir örneğini sunarak kameranın arkasında ve bazen de önünde kendi varlığını inşa ederek etrafına ve olaylara müdahil oluyor, hem de arşiv görüntülerinin hakikate nasıl müdahil olabileceğini gösteriyor.
Mısır’da erkekliğin özeti
2013 yılındaki eylemlerde doruk noktasına ulaşan sokakta kadınlara yönelik toplu tecavüz ve cinsel saldırı vakaları Mısır toplumundaki erkekliğin de aslında bir özetini sunuyor. Keza bir yanıyla bu saldırılar iktidar yanlıları, paramiliter güçler tarafından sokağa çıkan kadınları cezalandırma aracı olarak kullanılsa da, iktidar karşıtı eylemlere katılan erkeklerin de bu tecavüzlerde rol oynadığı, onların da bir kısmını eyleme katılan ve sözünü söyleyen kadınlara nefretle yaklaştığını söylemek mümkün. Dolayısıyla kadınlar kendileri ve hakları için kendileri mücadele etmek zorunda.
Keza yönetmen bu olaylardan sonra çeşitli anlarda sokakta kamera ile gezerek kendisine yönelik sözlü ve fiziksel laf atma, dokunma benzeri saldırıları belgeliyor ve faillerle doğrudan münakaşaya girerek Mısır toplumunda erkeklerin genel düşünce ve davranış biçimleri ile ilgili de bir panaroma sunuyor. Hem kameraya kaydetmesi hem de anında cevap vermesi failleri şoka uğratarak bazen daha agresif olmalarına bazen de kaçmaya çalışmalarına yol açıyor.
Mücadeleyle gelen kazanım
Öte yandan cinsel saldırıların anayasal olarak suç olarak tanınması, cezai yaptırımların uygulanması, toplu tecavüzlerin tanınması ve faillerin bulunması için büyük bir kadın örgütlenmesi süreci de devam ediyor ve yönetmen bunlara da katılıyor. Aktivistler farklı noktalarda farklı öz savunmaya vurgu yapmak için yakalarına dev iğneler takma, eyleme mutfak bıçakları getirme gibi yöntemler uyguluyor. Yasal anlamda belli kazanımlar da elde eden mücadele, aslında kamuda büyük bir tartışma yaşanmasını da sağlıyor.
‘First person’ belgeselcilik örneği
Filmin hikayesinin örülüş biçimine dönersek, yönetmen hem ‘first person’ belgeselciliğin başarılı bir örneğini sunarak kameranın arkasında ve bazen de önünde kendi varlığını inşa ederek etrafına ve olaylara müdahil oluyor, hem de arşiv görüntülerinin hakikate nasıl müdahil olabileceğini gösteriyor.
Diğer bir seviyede anlatıyı bütün bu olanlarla birleştiren bir hikaye de yönetmenin kendi annesi ve aile geçmişi ile hesaplaşması. Bu sahneler için yönetmenin aile evinden görüntüler, eski fotoğraflar, eski kasetlerden görüntüler ve yine filmin birçok yerinde devreye giren üst ses kullanılmış. Bu katmanda anne ile hesaplaşma noktasında ise kadınların şu anda bulunduğu konumda yetiştirilme tarzı, belli şekilde giyinme, belli yerlere gitme gitmeme, evlendirilmek istenme, okula gitmesine izin vermeme gibi birçok şeyle annelerin kendi kızlarına getirdikleri kısıtlamalarla şefkatli bir şekilde hesaplaşılmaya çalışılıyor. Annesini kaybeden yönetmen, bütün bu davranışları sorgularken aynı zamanda bunları affetmiş olmanın ve annesinin de aynı ataerkil sistemin bir mağduru ve bir sonucu olarak görerek onunla bağ kurmanın yolunu arıyor.
Sonuç olarak, Ortadoğu’daki kadınların hikayelerine politik ve cesur bir yerden dahil olan yönetmen, hem kadın sanatçılara, hem kadın aktivistlere geniş alan verdiği başarılı bir filme imza atarken, aynı zamanda sokak hareketlerinin, askeri darbelerin, iktidar değişikliklerinin, şiddetin eğer kadın örgütlenmesi ve öz savunması olmazsa nasıl kadın bedenine bir saldırı haline gelebileceğini hatırlatıyor.