Cemaat, özdeşlik, istikrar...

Kültür/Sanat Haberleri —

Aldous Huxley -

Aldous Huxley - "Cesur Yeni Dünya" kitabı

  • Kitapların serbest olduğu fakat kimsenin onlara ihtiyaç duymadığı bir düzen… Lenina’nın Bernard’a söylediği gibi, “Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu…”

BİLGE AKSU

Bir efsane midir bilinmez ama sinemanın icadından sonra ‘İstasyona Yaklaşan Tren’ videosunu izlerken, önlerindeki duvardan çıkıp kendilerini ezeceği korkusuyla ortamı terk eden Paris’lilerin olduğu hep konuşulur. Böyle hızlı bir çağdan bakınca, geçtiğimiz yüzyılın yeniliklerinin sıradan insanlara nasıl göründüğünü anlamak elbette zor. Neticede günümüz insanı yapay zekanın bütün bir kitabı çevirebildiğini ya da üç boyutlu yazıcılarda nelerin üretilebildiğini gördü ve bütün bunlara hızla alıştı. Fakat sanayileşmenin yalnızca bazı kentlerde yoğunlaştığı ve birbirinden farklı çok sayıda disiplinin öne çıktığı 19. yüzyıl sonunda sıradan insanlar, bu yeniliklere doğaüstü bir durummuş gibi de bakıyordu. Atları bir kenara bırakıp kendiliğinden yürüyen araçları gördüklerinde, o güne değin hiç kullanmadıkları zihin katmanlarını devreye sokmakta epey zorlanmışlardı.

Böyle bir hayal dünyasının izleri elbette kısa sürede silinecek değildi. On yıllar geçtikten sonra dahi, her yeni gelişmede insanlar geleceğe ilişkin endişe duymaya devam etti. Hatta bu endişeye kapılanlar yalnızca sıradan insanlar değil, dönemin ünlü yazar ve düşünürleriydi de. Onların en bilineni ise sanıyorum Aldous Huxley’di. Cesur Yeni Dünya’da, buna benzer bir korkunun izleri hakimdi. 1932’de yazdığı bu kitabında Huxley, yakın dönemdeki birçok gelişmeyi endişeyle izledikten sonra, gelecekte bunun nasıl bir hal alacağını göstermek istiyordu.

Kitabın yazıldığı döneme kısaca bakmak gerek. Birinci Dünya Savaşı’nın son virajında yıkılan Çarlık Rusya’sı denklemden çıkınca, geride kalan İtilaf devletlerinin imdadına ABD’nin yetiştiğini biliriz. İki karşıt grubun da güçlerinin son raddesine geldikleri 1918 yılında ortaya çıkan bu yeni devlet, savaşı bariz bir yöne çekmekle kalmadığı gibi, yıllar sonrasına bile etki edecek politikalar geliştirmeye başlamıştı. Rakiplerinin uzun süren savaştan sonra yorgun düşmesini fırsat bilen ABD, yeni bir dünya düzenine ve bunun tartışmasız liderliğine soyunuyordu.

Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı

Aldous Huxley’nin ilk korkusu da buydu. ABD’nin, özellikle savaş sonrası rakipsiz bir güce dönüştüğünü görmüş ve bunun ileride nelere yol açacağını düşünmeye başlamıştı. Teknolojik bir devrim olarak görülen Fordist Üretim, onun kafayı taktığı en mühim meseleydi. ABD’nin yeni nesil kapitalizminin en somut göstergesi haline gelen bu üretim biçimi, insanların ihtiyaç duyacağı her şeyi çok hızlı şekilde üretiyordu. Fakat çok geçmeden bunun ilk olumsuz sonucu ortaya çıktı. Üretim artsa da henüz zenginleşmemiş kesimler bunları satın alamıyordu. 1929’da başlayan ekonomik buhran etkisini artırmaya devam ederken kimi ekonomistler tüketimin teşvik edilmesinin tek çıkış yolu olduğunu düşündüler. Buna göre ihtiyaç duyulmasa dahi insanlar, bir şeyleri satın almalıydı.

Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı da işte böyle bir geleceği tasvir ediyor. İnsanların kuluçka merkezlerindeki seri üretim bantlarında dünyaya geldiği, seneler boyu dinletilen ses kayıtlarıyla koşullandırıldıkları ve hepsinin belirli bir misyonu üstlendiği bir dünya. Yunan Alfabesinin ilk beş harfiyle temsil edilen sosyal sınıflar. Alfalar beyin takımını oluştururken, epsilonlar yaşamaya yetecek kadar zekaya sahipler. Hatta bu sınıflar arasında boy, kilo, profil gibi belirgin farklılıklar da mevcut. Alfaların hepsi biricikken, epsilonlarda aynı üretimden çıkma 15-20 kişi olabiliyor.

“Yama arttıkça refah düşer”

Bütün bu fanteziler elbette Huxley’nin yaratıcı zekasına ait değil. Tam da onun döneminde ayyuka çıkan bazı yaklaşımlara bir tepki aslında. Sosyal darwinizm ya da üst-insan yaratma çabalarının doğurduğu sınıflar buna bir örnek. Ya da dönemin pek sevilen Pavlov’cu koşullandırma teorileri de öyle. Hipnopedya denilen yöntemle, uykularında duydukları sesleri bir süre sonra yasaya çeviren bu insanlar, kendi sınıflarına mensup olmanın en iyisi olduğunu biliyorlar. Epsilonlar, iyi ki epsilon olduklarını düşünürken, alfalar alfalığın ne kadar muhteşem olduğunu savunuyor. Ayrıca bu dünyada, 29 buhranından sonra dile getirilen ve Huxley’nin çok kızdığı tüketim teşvikleri de yasaya bağlanmış. Eskiyen kıyafetler için yapabileceğiniz hiçbir şey yok, yenisini almanız gerekiyor. “Yama arttıkça refah düşer, onarmak antisosyaldir!” şeklinde bir ses kaydıyla bunu çocukluktan kazımışlar beyinlerine.

Pavlov’cu bir yaklaşımla koşullandırılan bu sınıflar kendi statülerinden olur da bıkarsa diye çeşitli yöntemler bulunmuş. Arada bir gidilen ‘duyusal filmler’, profesyonelce yazılan senaryolara sahip. Buralarda gördükleri hikayelerle kontrollü bir duygu boşaltımı sağlıyorlar. Ayrıca bu dünyada aşık olmak mefhumu da yok. Neticede birine bağlı kalmak, gerçek bir duyguyu hissetmek anlamına gelir ve bu tehlikelidir. Bu yüzden de ‘herkes herkese aittir’ yaklaşımı savunuluyor. Birine aşık olmak ya da birinin ölümüne üzülmek sistemi tehdit edebilecek bireysel yaklaşımları doğuracağı için, koşullandırma eğitimlerinde bunlara da yer verilmiş. Böylesi bir dünyayı ayakta tutacak tek şey, onlara sürekli mutlu olduklarını düşündürmek. Bunu da ‘soma’ adlı bir ilaçla sağlıyorlar. Bu ilacı aldıktan sonra tatlı ve hafif bir uyuşukluğa sevk edilen zihinleri, olumsuz bütün düşüncelerden uzaklaşıyor ve etrafta yaşanan mutluluk verici deneyimlere odaklanıyor.

Huxley’nin kendi dönemindeki gelişmeleri korkutucu bir atmosferde bir araya getirmesi kadar, yine o döneme etkisi olmuş kişileri de eserde kullandığını görüyoruz. Örneğin bu dünyanın yaratıcısı ve tanrısı, Ford Hazretleri. Seri üretimin babası olarak bilinen ve tüketim çağını başlatan Henry Ford, aynı zamanda oranın takvimini de başlatmış. Olaylar F.S. 632’de (Ford’dan Sonra) geçiyor. Ve bütün insanlar Ford’a inanıyor, onun için ayinler düzenliyor.

Statüsüyle barışık olmama

Distopik kurguda uyumsuz görünen ve olayları tersine çevirme potansiyeli taşıyan kişinin adı da gerçek dünya esintili. Bernard Marx, bir alfa artı olmasına rağmen üretim hatası sonucu delta gibi görünen biri. Bu da onun kendi statüsüyle barışık olmamasını beraberinde getirmiş. Diğerlerinin aksine pek soma kullanmıyor ve Lenina adlı kadına aşık (Lenin-a). Ki bu daha evvel belirttiğim gibi, en büyük yasaklardan biri. Yine de Bernard bu tutumundan vazgeçmiyor, Lenina’yı da alıp varlığını duyduğu bir bölgeye gezintiye gidiyor. Burası ABD’deki New Mexico eyaletinde 60 bin kişinin yaşadığı bir ‘ayrıbölge’. Yaşayanlar ilkel bir dünyayı temsil ettiği için vahşiler olarak biliniyor. Bernard’ın buradayken rastladığı yerel ayin sahnesi epey uzun. Çünkü öncesinde yine onun perspektifinden, kendi dünyasındaki Ford ayinini görüyoruz. Ford ayininde insanlar birbirinin poposunu tokatlayıp ‘toplu seks poplu seks’ diye bağırırken Bernard ne kadar duygusuzsa, bu yerel ayinde gördükleri karşısında bir o kadar afallıyor. Çünkü burada gerçek bir acı, hüzün ve kendinden geçme hali var. Kendini kırbaçlayan katılımcıların gözyaşları, Bernard’ı şok eden duygularla dolu.

Bu bölgede rastladığı Linda adlı kadın, yıllar evvel yeni dünya mensubu biriymiş ve orada unutulmuş. Sonra John adında bir de oğlu olmuş kadının. Yıllar geçtikçe hipnopedya eğitimlerinin etkisi de giderek azalmış tabii. Fakat yine de yerlilerin arasına karışmakta zorlanmış. Ne onlardan olabilmiş, ne de yeni dünyalılardan. Bernard, onu ve oğlu John’u Londra’ya götürdükten sonra birden topluluğun en popüler kişisi haline geliyor. Yanında taşıdığı bu iki vahşiyi görmek isteyen kitleler, Bernard’ın her dediğini yapar hale geliyor ve o eski uyumsuz Bernard tarihe karışıyor. Bu noktadan sonra anlatının aykırı kişisi rolüne Vahşi John’un geçtiğini görüyoruz.

John ve annesi Linda, anneliğin ve doğurmanın ayıp sayıldığı bu yeni toplumda epey ilgi çekiyor. Fakat Linda eskiden herkes gibi müptelası olduğu somaya yeniden kavuşunca kendini kaybediyor ve doz aşımından ölüyor. John’un bu esnada yas tutmaya çalışması da yine bu toplum fertleri tarafından ayıplanan bir hareket tabii. Hastane yatağının yanında gözyaşlarına hakim olamaz haldeyken, ölüme karşı duygusuzlaştırılmak için getirilen çocuklar onu rahatsız ediyor ve büyük bir öfke nöbetine kapılıyor. Hemen ardından bu sistemi yok etmek için çalışmalara başlıyor.

“Özgürlük istiyorum… Günah istiyorum…”

Yeni dünyanın denetçisi Mustafa Mond’un dikkatini çeken John, onunla tartışma halindeyken kendi görüşlerini Shakespeare eserleriyle anlatmaya çalışıyor. Fakat Mustafa Mond eski dünya düzenini de çok iyi bilen biri. Shakespeare’in elbette önemli olduğunu ama bu yeni dünyaya sokulamayacağını belirtiyor. Gerekçesi ise eskiye dair ve duygulara yönelik olması. Bu dünyada güzel sanatlar ve bilime izin verilmesi, sistemin doğasına aykırı. İnsanların bireysel beğeniler ve hisler taşıması, süregiden rutini ve tüketimi baltalama ihtimali taşıdığından, kati surette bunlara izin verilmiyor. Bu noktada John’un ağzından, kitabın en ünlü cümlesini duyuyoruz. Mond’un, güzel sanatlar ve mutluluk arasında bir seçim yaptıklarını belirttiği yerde, “Ben keyif aramıyorum. Gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum… Günah istiyorum…” cümleleri dökülüyor John’un ağzından. Fakat bu da bir işe yaramıyor ve John kendini bu dünyadan da soyutlayarak inzivaya çekiliyor.

Kitabın bana göre en vurucu kısımlarından biri burası. Finale yaklaşırken inzivaya çekilen ve ilkel dünyadaki ayinler gibi kendini kırbaçlayarak ruhunu temizlemeye çalışan vahşi John’un bu yaptıkları, toplum tarafından bir performans gibi görülüyor. Black Mirror’ın en çarpıcı bölümü olan “15 Million Merrits”te buradan esinlenildiğini düşünmek epey olası. Her ikisinde de sisteme karşı çıkmaya çalışan karakterlerin bu tavırları, bizzat sistem tarafından satın alınmaya çalışılıyor. İnsanlar bu yapılanları gösterinin bir parçası gibi görmeye meyilli. Fakat vahşi John’umuz bu oyunu da bozmayı başarıyor ve kendini her şeyden, yaşantısından dahi vazgeçmeye ikna ediyor.

“Şimdilerde herkes mutlu…”

Netice itibariyle Huxley’nin bu başyapıtını ortaya çıkaran zihinsel süreçler, tamamıyla dönemin sosyopolitik ortamına bağlı. Birbiri ardına gelen yenilikler ve yavaş yavaş ortaya çıkan ABD’deki bu tüketim toplumu, Huxley’nin yıllar sonraya dair bir projeksiyon üretmesini sağlıyor. Vahşilerin bulunduğu yerin New Mexico olması, birçok yorumda görüldüğü gibi Kızılderilileri aşağılamak değil, tam aksine onlarla yeni ABD toplumunun tezatını vurgulamak amaçlı bir seçim. Nitekim günümüzün içeriğe pek de bakmadan saatlerce dizi-film izleyen toplumunun kökeni de buralarda bir yerlerde olsa gerek. 1984 ya da Biz’deki gibi bir şeylerin katı biçimde yasaklandığı değil, onlara alternatiflerin daha cazip hale getirildiği bir sistem… Kitapların serbest olduğu fakat kimsenin onlara ihtiyaç duymadığı bir düzen… Lenina’nın Bernard’a söylediği gibi, “Ben özgürüm. Zamanımı keyifli geçirmek konusunda özgürüm. Şimdilerde herkes mutlu…”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.