Direnişin izleri betonla kapatılamaz

- Savaşın bütün eşitsiz koşullarına karşı Nusaybin’de direnen bir avuç genç ordu içerisinde iç çelişkilerin açığa çıkmasına, komuta sorunu yaşanmasına ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun istifasına neden oldu.
- Nusaybin Sendromu Türk ordusunda bir travmaya dönüştü. Bu nedenledir ki bugün Nusaybin’de direnişin gerçekleştiği mahallelere TOKİ tarafından devlet eliyle evler beton bloklar yaptırıldı. Direnişin izleri betonlarla örtülmek istendi.
MELTEM OKTAY
2015’in Ağustos ayı ile birlikte Nusaybin, Gever, Cizre, Varto, Silopi, Silvan, Sur ve benzeri kentlerde “özyönetimler” ilan edilmişti. Özyönetim ilanları AKP hükümetinin 'çözüm sürecini' fiilen bitirdiği, süreci tamamen tıkadığı, savaşı yeniden tırmandırdığı, halka dönük baskıların yeniden arttığı ve yerel yönetimlere iş yaptırmamaya varan bir dönemin hemen arkasından gelmişti.
Peki neydi özyönetim? Türk Dil Kurumu’ndaki anlamına göre herhangi bir yerde kişilerin, çalışanların veya okuyanların söz ve karar sahibi olmaları ilkesine dayanan yönetim biçimi. Geniş anlamıyla bir yerin temsilcileri tarafından yönetimi olarak da tanımlanabiliyor. Kürtler için ise özyönetim bu anlamların çok fazla dışında olmayan demokratik hak talebinden başka bir şey değildi. Kürt siyaseti ve halk “Kendimizi de kentimizi de biz yöneteceğiz” diyordu. Halk özyönetim talebinde bulunurken, demokratik siyaset çerçevesinde bir hak arayışındaydı. Ancak savaşı zaten tırmandıran ve artık bundan beslenerek yol almaya karar veren hükümet özyönetim taleplerini anında kriminalize etmişti.
Devletin saldırısı karşısında direniş
Mahalle meclislerine, evlere baskınlar yapılıyor, özyönetim talebinde bulunan, açıklama yapan herkes gözaltına alınıyordu. Kürt halkının demokratik hak talebi bu şekilde illegalize edilerek sindirilmeye çalışılıyordu. Bu tip baskınların giderek yaygınlaşması üzerine halk sokaklarını, mahallelerini barikatlar ile korumaya almaya başladı. Hendekler ve barikatlar ilk olarak bu şekilde ortaya çıkmış oluyordu. Özyönetim talebinde ısrarcı olan halk, genç evlatlarının öncülüğünde mahallelerini artık saldırgan devlet güçlerine karşı korumaya almıştı. Nusaybin, Sur, Cizre, Gever, Silvan, Silopi gibi yerlerde halk mahallelerini barikatlar ile kapatmış, kendine özgür alanlar yaratmıştı. Buna karşı devlet güçlerinin de saldırıları bir üst perdeden gelişti. Artık silahların da daha rahat kullanıldığı bir döneme girmiştik. Biz gazeteciler için görev bu alanlardan yaşananları tüm hakikatiyle aktarmaktı. Çalıştığım ajans tarafından Nusaybin’e gönderilirken gazeteci olarak gittiğim Nusaybin’de acı, tatlı birçok hikaye ile karşılaşacak, birçok olaya tanık olacaktım.
Canlı namına ne varsa hedef oldu
Nusaybin’de de özyönetim talebi bir süre önce yapılmış, talepte bulunanlar gözaltına alınıp, tutuklanmış ve mahalleler halk tarafından barikatlarla, hendeklerle kapatılmıştı. Ve artık birçok yerde olduğu gibi Nusaybin’de de 90’ların sıkıyönetim uygulaması olan “sokağa çıkma yasakları” ilan edilmeye, saldırılar yapılmaya başlanmıştı.
Nusaybin’de ilk ilan edilen yasak 6 gün boyunca sürmüştü. Her sokağa çıkma yasağı aslında geniş çaplı bir operasyon ve saldırı anlamına geliyordu. Sokağa çıkma yasağında özyönetim alanı ilan edilen Fırat (Koçera), Abdulkadirpaşa (Gelhat), Yenişehir ve Dicle (Êlika) mahallelerine dönük 6 gün boyunca aralıksız saldırılar gerçekleştirildi. Mahalleleri dört bir yandan zırhlı araçlar ile ablukaya alan devlet güçleri binlerce insanın yaşadığı alanı kaygısızca tarıyordu.
Vurulduğunda pijamalarıylaydı
Zırhlı araçlardan saçılan mermiler belli bir hedefi olmadan rastgele evlere, sokaklara sıkılıyordu. Hedef canlı namına ne varsa öldürmekti. Öyle ki kıpırdayan ne varsa ateş ediliyor, katlediliyordu. Bu yasaklarda 55 yaşındaki Ahmet Sönmez isimli yurttaş zırhlı araçtan açılan ateşle, vücuduna onlarca kurşun yiyerek yaşamını yitirdi. Üzerinde pijamaları, ayağında ev terliği ile bahçe kapısını açan ve bir adım dışarı atan Ahmet Sönmez sokak başındaki zırhlı tarafından katledilmişti. Devlet özyönetim mahallelerinde bulunan herkesi 'terörist' ilan etmişti. Öyle ki zırhlı araçtan açılan kurşunlarla katledilen Ahmet Sönmez akşamında Valiliğin yaptığı bilanço açıklamasında 'bir terörist etkisiz hale getirilmiştir' diye duyurulmuştu. Bundan sonra bu ve benzeri şeylerin hatta daha kötüsünün yaşanacağı görünen açık bir gerçekti. Çünkü adeta gözler dönmüşçesine binlerce insana fütursuzca saldırılar yapılıyordu.
'Em dev ji axa xwe bernadin'
Sokağa çıkma yasakları ve operasyonlar her defasında daha da ağır biçimiyle yaşandı. Her yasakta günlerce insanların üzerine mermiler yağdı. Sokaklar, evler, mahalleler yıkılmak istendi. Tabi tüm yaşanan bu saldırılara karşı da halk genç evlatlarıyla birlikte direnişteydi. Kurşunlar yağarken barikat ardında örülen mücadeleyle dolu bir yaşam vardı. Nisebîna Rengîn 7'den 70'e sözünün tam ifadesiydi benim için. Küçük çocuğundan dizlerinde takat olan en yaşlısına kadar herkes sokakların her karşına emeğini kattı. İnsanlar barikat tozlarıyla ellerini yıkadı. Ağır ve rastgele saldırılar yaşanırken o saldırılardan korunmak için can simidi olarak gördükleri barikatları dünyanın en önemli işini yaparcasına kurdular. Moral ve motivasyonu, canlılığı her zaman en üst seviyede tuttular. Bazen kurşunlar yağmur gibi aralıksız yağdığında halk sokaklara çıkıp gürültü eylemiyle kurşun seslerini bastırdı. Ve ardından gelen saldırılarda, o barikatların ne kadar hayat kurtarıcı olduğu fark edildiğinde, her defasında daha iyisi, daha iyisini yaptılar. Nusaybin’de halk saldırganlara karşı başından itibaren destansı bir direniş sergiliyordu. Her şeye rağmen saldırı altındaki mahallelilerin ağzında yemin gibi olan tek söz “Em dev ji axa xwe bernadin” sözüydü. "Biz topraklarımızı terketmeyeceğiz" diyorlardı.
Cizre’yle korku salmak istediler
Nusaybin’de 1 Ekim 2015 tarihinden 14 Aralık 2016 tarihine kadar toplamda 7 defa sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Her yasakta saldırıların dozu bir öncekinden daha da vahşi bir boyuta vardı. Onlarca insan devlet güçlerinin zırhlı araçlardan yaptığı saldırılar sonucunda hayatını kaybetti. Muhammed Altunkaynak ve Mehmet Akyüz isimli gençler kaldırıldığı hastanede özel harekatçıların sağlık memurlarını müdahaleye engellemesi sonucu yaşamlarını yitirdi. Yine özyönetim alanlarında yaşamlarını yitiren kimi insanlar ise devlet güçlerinin ambulansın mahalleye girmesine izin vermemesi üzerine yaşamını yitirdi.
Son yasak 14 Mart 2016 tarihinde ilan edildi. Öncesinde Cizre’de yaşanan vahşet sonrası insanlar üzerine korku politikası yayılmaya çalışıldı. Mahallelerini terk etmek istemeyen insanlar tehditlerle, ajanlaştırma politikaları ve her gün yapılan vahşi saldırılar ile topraklarından uzaklaştırılmaya, göç ettirilmeye zorlandı. Direniş alanları tamamen insansızlaştırılmak isteniyordu. Çünkü hedef devlete kafa tutan, her defasında direnişleri ile geri adım attıran ve bu şekilde aylardır direnen gençleri tamamen yok etmekti. Direnişin tarihi de, direnenlerde o alanda yok edilmek isteniyor, direniş alanı tamamen kökünden kazılmak isteniyordu.
Katliam hazırlıkları tamamlanınca
Büyük operasyon öncesi okullar bilinmeyen bir süreliğine tatile alındı, öğretmenlere süresiz izin verildi. Hastanedeki sağlık çalışanları da süresiz izne gönderilirken, yerlerine askeri sağlık çalışanları da diyebileceğimiz UMKE ekipleri yerleştirildi. Yine kentin girişinde bulunan ve Êzîdîlerin kaldığı AFAD kampı JÖH ve PÖH karargahına dönüştürüldü. Nusaybin’e 3. Dünya Savaşı’na hazırlık yaparcasına askeri sevkiyat yapıldı. Yine JÖH ve PÖH’den oluşan ve içlerinde kadın askerlerin bulunduğu yine DAİŞ çetelerinin bulunduğu 20 bin civarında bir güç yığıldı. Bir devlet ancak başka bir devlete karşı savaş açtığında bu kadar gücü kullanabilirdi.
Savaş gücü çözüldü
Nusaybin’de 14 Mart yasağı en vahşi haliyle başladı. Mahalleler günlerce top, havan, obüs, A4, bombaatar, fosfor bombası ve aklınıza gelebilecek hatta gelemeyecek bütün silah biçimleriyle vuruldu. Bütün evler, sokaklar, barikatlar gece gündüz top ve obüs atışlarıyla dövüldü. Bütün savaş tekniğine ve gücüne rağmen sokaklara bir adım dahi ilerleyemediler. Ambulanslar, zırhlı araçlar sürekli yaralı ve ölü JÖH ve PÖH’lerin cenazelerini taşıdı. Yaşanan başarısızlık ve savaş kırılması JÖH ve PÖH’ün psikolojisini bozdu. O dönem haber kaynaklarımızdan aldığımız bilgilerde JÖH ve PÖH elemanlarının hastanede cenaze üzerinde birbirlerinin yakasına yapışıp “Siz bize emir veremezsiniz” diyerek kavga ediyordu. JÖH elemanları PÖH elemanlarından komuta almak istemiyordu. Savaşta öne sürülmek istemiyorlardı. Yaşanan iç çatışmadan dolayı acilen bölgeye gelen dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, askerlerine moral ve motivasyon sağlamaya çalışırken, iç çatışma ve çelişkileri de gidermeye çalıştı. Ancak savaş gücü çözülmüştü. Bunun üzerine JÖH ve PÖH elemanlarına motivasyon sağlamak için adeta ülkede seferberlik başlatıldı. Savaşan güçlere çocuklar tarafından moral mektupları yazıldı, Hulusi Akar tarafından havyar gönderildi.
Savaşın bütün eşitsiz koşullarına karşı Nusaybin’de direnen bir avuç genç ordu içerisinde iç çelişkilerin açığa çıkmasına, komuta sorunu yaşanmasına ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun istifasına neden oldu. Sonuç olarak devlet 20 bin kişilik ordu gücüne ve tüm geliştirilmiş savaş tekniğine rağmen Nusaybin’de yaşadığı hezimeti başarıymış gibi kamuoyuna yedirmeye çalıştı. Ancak Nusaybin Sendromu Türk ordusunda bir travmaya dönüştü. Bu nedenledir ki bugün Nusaybin’de direnişin gerçekleştiği mahallelere TOKİ tarafından devlet eliyle evler beton bloklar yaptırıldı. Direnişin izleri betonlarla örtülmek istendi. Çünkü Nusaybin’in tarihi direnişine dair bir iz bırakılmak istenmiyordu.















