Sûr’un direnen hafızası: Bîra Sûrê
Kültür/Sanat Haberleri —

Sûr
- Yönetmen Azad Altay, meselenin geçmişe takılıp kalma değil, bugünü anlamak ve geleceği şekillendirmek açısından Sûr’da olan bitenin bir bütün olarak açığa çıkarılması gerektiğini belirtiyor. Bîra Sûrê tam da bu noktada direnen belleği yansıtmaya çalışıyor.
EYLEM ÖZBUĞANLI/MIHEME PORGEBOL
Çatışmalarda hayatını kaybeden birçok kişinin cenazesi aylarca ailelerine verilmedi. Belgesel çekimlerinde de bu acıya tanıklık ettik. Sûr, Cizîr, Gever, Silopîya gibi birçok yerde hâlâ aileler, çocuklarından geriye kalan bir kemik arıyor. Bu uzun mücadeleye kayıtsız kalmamak, bu sesi duyurmak istedik.
Türkiye ve Kürdistan tarihinin en çetin direnişlerinden biri, çok da uzak olmayan bir geçmişte Sûr’da yaşandı. Aslında buna "geçmiş" demek bile yetersiz kalır; çünkü hem bu büyük direnişin hem de Sûr’a yönelik ağır saldırıların etkisi, hâlâ pek çok insanın yaşamında derin izler bırakmaya devam ediyor.
Gazeteci Azad Altay, devletin saldırılarına karşı verilen bu direnişin izini, tanıklıklar ve belgelerle sürüyor. “Bîra Sûrê” (Sûr’un Hafızası) adlı belgeseliyle, Sûr’un gerçekliğini bir kez daha tarihe not düşüyor.
Mezopotamya Ajansı (MA), Dicle Fırat Gazeteciler Derneği ve Pel Yapım’ın katkılarıyla çekilen belgeselin prömiyeri, bu yıl 9’uncusu düzenlenecek FilmAmed Belgesel Film Festivali kapsamında, 28 Eylül'de yapılacak.
Altay’la, yönetmenliğini üstlendiği Bîra Sûrê belgeseli üzerine konuştuk.
Belgeseli Amed manzaraları ve güvercinlerle başlayıp çiçeklerle bitiriyorsunuz. Güvercinlerin Sûr için sembolik anlamını biliyoruz. Bu tercihinizi nasıl okumalıyız?
Sûr’un hangi evine giderseniz gidin, o evde yaşayanlardan birinin mutlaka güvercinlerle bir bağı olduğunu görürsünüz. Neredeyse her evin damında güvercin beslenir. Sizin de belirttiğiniz gibi, güvercinler adeta ilçenin bir sembolü.
Öte yandan Sûr’un bir başka ortak özelliği de, sakinlerinin büyük kısmının 1990’lı yıllardaki köy boşaltmaları ve yakmalarından sonra kentin farklı ilçelerinden buraya göç etmiş insanlar olması. Her biri çatışmalı sürecin bedelini ağır ödemiş, yakınlarından en az birini kaybetmiştir. Sokağa çıkma yasakları döneminde de benzer bir durum yaşandı.
Çatışmalarda hayatını kaybeden birçok kişinin cenazesi aylarca ailelerine verilmedi. Hakan Arslan örneğinde olduğu gibi, kemikleri yıllar sonra bir kutu içinde ailelerine teslim edilenler oldu. Bugün hâlâ çocuğunun cenazesini arayan ailelerle karşılaşıyoruz. Belgesel çekimlerinde de bu ailelerden birçoğuna denk geldik. Sadece Sûr değil; Cizîr, Gever, Silopîya ve başka birçok yerde aileler hâlâ çocuklarından geriye bir kemik arıyor.
Yıllardır süren bir mücadeleden söz ediyoruz. Biz de bu acıya kayıtsız kalmamak, cenazeleri teslim edilmeyen ailelerin taleplerini görünür kılmak ve en önemlisi -bir daha yaşanmaması için- sokak ortasında teşhir edilen bedenleri bir kez daha hatırlatmak istedik. Bugün her ne kadar gazeteci, yönetmen ya da kameraman olsak da bu toplumun bir parçasıyız. Kısacası, toplumun yitirdiği canları, çiçeklerle hatırlatmanın en uygun yol olduğunu düşündük.
Belgeselin ilk bölümü neredeyse tamamen arşiv görüntülerinden oluşuyor ve Sûr direnişini söze gerek bırakmadan anlatıyor. Arşiv görüntülerini bu kadar yoğun kullanmanızın nedeni neydi?
Bazı anlar ve bazı süreçler vardır ki, hiçbir anlatıcıya gerek kalmadan kendi kendilerini ifade ederler. Günlerce oturup tanıklıklarımızı anlatsak da, başımızdan geçenleri sıralasak da, hiçbir söz o anların yarattığı etkiyi veremez.
Belgeselde bu kadar çok arşiv görüntüsü kullanmamızın nedeni de buydu. Hatta belki hiçbir anlatıcı olmasaydı bile, bu görüntüleri bir araya getirmek o dönemi özetlemeye yeterdi. Çünkü arşiv görüntüsü, kendi başına bir anlatıcıdır; hakikatin kendisidir. Orada hem faili hem mağduru hem direneni hem de süreci baştan sona yaşayanı görürsünüz.
Böylesine ağır ve politik bir meseleye girerken hiç tereddüt ettiniz mi peki?
Kürdistan’da yaşadığımız hangi şey politik ya da ağır değil ki! Belki sorunuza yanıt olarak belgesel fikrinin ortaya çıkış sürecinden söz etmek gerekir. Yıkılan mahallelerin uydu görüntüsünden bir kare elime geçtiğinde bu durumu haberleştirdim. Sonrasında birkaç arkadaşımla birlikte etrafı kırmızı saclarla çevrili “yasaklı” mahallelere merak sardık. Her hafta gidip gelmeye başladıkça yapılan haberlerin etkisinin kısa sürdüğünü, daha derli toplu bir çalışmanın çok daha kalıcı bir etki bırakacağını düşündüm ve işe koyuldum. Bir baktım ki 3-4 yıl geçmiş. Çünkü her gittiğimde, bir önceki gidişimde gördüğüm mekanların hiçbiri yerinde olmuyordu. Bu yüzden her yeri çekiyor, her evi farklı açılardan fotoğraflıyordum.
İşe koyulduğumda hiç tereddüt etmedim. Belki bu gözü karalığın nedeni, bu çalışmanın benim ilk deneyimim olmasıydı. Belgesel çekiminin zorluklarına ve sonrasındaki sürecin nasıl işleyeceğine dair pek bir bilgim yoktu. Bu bilgisizliğim, tereddüt etmemi engellemiş olabilir. Süreç boyunca korktuğum tek şey, çektiğim tek bir kare fotoğrafın ya da görüntünün başına bir şey gelmesiydi. Çünkü her biri aslında bir hafıza; bir daha aynı kareyi çekemeyecek oluşum beni böylesi bir korkuya itiyordu.
“Bîra Sûrê” belgeselinin, Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin yeniden gündeme geldiği bir döneme denk gelmesinin özel bir anlamı var mı? Bu süreçle belgesel arasında bir bağ kuruyor musunuz?
Belgeselin bu sürece denk gelmesinin özel bir nedeni yok; tamamen tesadüf diyebilirim. Ancak yüzleşme çağrılarının yapıldığı, kalıcı bir çözüm ve barış için umut ışığının görüldüğü bir döneme denk gelmesi beni sevindirdi.
Bu hikayenin parçası olan ailelerin de Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nde talepleri, beklentileri ve çağrıları vardı. Ben de bu belgeselin, benzer süreçlerin bir daha yaşanmaması, kentlerin hafızasının hedef alınmaması, can kayıplarının olmaması ve insanların göçe zorlanmaması açısından önemli bir hakikati ortaya koyduğunu düşünüyorum.
Evi yıkılan İsmail Üzmez’in sözleri oldukça çarpıcı. Bu tanıklıkları kaydetmek size ne hissettirdi?
Filmde yalnızca iki anlatıcı var: İsmail Üzmez ve tüm süreci yakından takip eden Şerefxan Aydin. Her ikisi de 9 yıllık süreçte yaşananları anlatıyor ve kameralarımıza yansımayan yönleri görünür kılıyor.
Bu tanıklıkları kaydetmek insanı sürekli geçmişe götürüyor, kendi tanıklıklarınızı da hatırlatıyor. En önemlisi, direnen bir belleğin varlığını hissettiriyor. Bu belleği geleceğe aktarmanın gazetecilerin, yönetmenlerin, edebiyatçıların görevi olduğunu düşünüyorum. Parçası olduğumuz toplumun bizden beklentisi de bu değil mi?
Beklentiyle sorumluluk arasındaki farka dikkat çekersek; Sûr direnişini anlatma kararınız bir sorumluluk duygusundan mı kaynaklandı?
Sûr’a 9 yıllık süreçte kimliksizlik ve asimilasyon dayatıldı. Bu durum hâlâ devam ediyor. Yıkılan mahalleler sermayedarlara peşkeş çekildi; inşa edilen kimliksiz yapıların birçoğu, bu kenti sevdiğini iddia eden sermayedarlar tarafından işgal edildi. Öyle bir noktaya geldi ki dışarıdan gelen insanlar, hatta kentin bazı sakinleri bile bu kimliksiz yapıları Sûr’un temel unsurları sanmaya başladı. Bazı meslektaşlarımız bile bu duruma alet oldu. Bu belgeselle amacımız, bunun böyle olmadığını göstermekti. İnsanlar, on yıllar sonra bu kimliksiz yapıların Sûr’a ait olmadığını bilsin istedik. Hissettiğim sorumluluk duygusunun ana kaynağı ve gerekçesi de tam olarak buydu.
Bugünün Türkiye’sinde Sûr direnişini anlatmak sizce ne ifade ediyor?
Sûr’da olup bitenleri anlamadan ya da tartışmadan geleceği görebileceğimizi sanmıyorum. Yanlış anlaşılmasın; geçmişe takılıp kalmaktan bahsetmiyorum. Ancak geçmişte neler yaşandığını ve sonrasında bu geçmişe nasıl saldırılar olduğunu ortaya koymak, geleceğin inşasına dair bize önemli veriler sunar, önümüzü aydınlatır.
Bugün hâlâ Sûr’da asimilasyon politikalarının sürdüğünü ya da en yüksek uyuşturucu kullanımına sahip yer olduğunu söylüyoruz. Tüm bunlar kendiliğinden gelişmedi; hâlâ da bu politikada ısrar var. Ben de tam olarak bu politikaların terk edilmesinden bahsediyorum. Asimilasyonun, özel savaş politikalarının terk edilmesi sizce de içinde bulunduğumuz sürece katkı sunmaz mı? Bence çok büyük katkıları olur. Bu yüzden bu yok saymanın tartışılması ve direnen belleğin görülmesi gerekir.















