Edebiyat olmadan varlık yüzeyseldir

  • Halk olarak varlığımızı, var olduğumuzu anlatamıyor, insanlığı buna ikna edemiyoruz. Dahası kendimiz bile kendimizden emin değiliz. Çeşitli isimlerle -ki çoğu da aşağılayıcı niteliktedir- başkaları, yani ezenler tarafından tanımlandık. Kendimiz bile ismimizi koyamıyorduk ki bu aşağılayıcı nitelemeleri reddedelim.

SEYDO OZKAN

 

Özdemir Asaf’ın “Anı yazmak ya da anlatmak / bir savaş sürerken / eski bir savaşı anlatmak gibi bir şeydir” derken neyi kastettiği tam olarak anlaşılmış ve değerlendirilmiş midir bilmiyorum ama anıların öznel gerçekler olduğundan eminim. Öznelin (tikelin) evrenseli vardır, olmalıdır. Bundan hareketle yazılmış olan tüm şervan anılarının bu evrenseli ifade eden tikellikler olduğunu belirtebiliriz. 

Son dönemlerde birçok şervan anısı yayımlandı. Bunu sadece şoreş (devrim) değerlerini kalıcılaştırma, gerçeği yeniden üretme-yaratma eylemi olarak değil, toplumsal aydınlanma ve yeni anlam alanları açmak açısından da önemsemek gerektiği kanısındayım. Onlarca analiz yüklenmeden birkaç günlük bir tatil bile yapılamayacağına inandırılmış insanların dünyasında sadece bir sırt çantasıyla (çoğunlukla da boş) dünyanın en zorlu savaşının verilebileceğini ortaya koyan anılardır bunlar. Bir sırt çantası, bir çek û rext (silah ve hücum kemeri), belki bir defter ve bir kalem ve en önemlisi bedenlerine oranla çok büyük, zamanla bellerini büken kocaman bir kalp… İşte Zerrîn de onlardan biri; yazmış. 

Kime sorsam Zerrîn’i “şanssız” diye ifade ediyor. Öyle değil bence. Hiç kimsenin tanımadığı kadar güzel insanlar tanımış; ruhundaki aydınlığı, içindeki ışığı onlara borçlu. Hepimiz gibi. 

Eh! Evet, her yola çıktığında başına bir şey gelmiş; defalarca yaralanmış. Sonuncusunda hem yaralanmış hem de esir düşmüş. Buna da şanssızlık denmez sanırım. 

Hepimiz kadar şanslı o da. Yazılmakta olan bir tarihin özneleriyiz biz. Zerrîn de bu yazım sürecine katılan şoreşger (devrimci) bir kadın yazar. İlk kitabı “Esmer Yara Beyaz Kurt” adıyla Aram Yaynları’ndan çıktı. Biz de sorularımızı Zerrîn Yılmaz’a yönelttik. 

Ne dersin Zerrîn, sen şanssız biri misin? Niye böyle anılıyorsun?

Şans ve şanssızlık birbirinin önkoşuludur. Şansın ırmağı şanssızlık yatağında akar. Şans dediğimiz bir sonuç ancak şanssız bir durum söz konusuysa görülebilir. Nötr olan bir zeminde şans da şanssızlık da yoktur. Bu yüzden şans ve şanssızlık somut gerçeklerden öte kişinin algısı ve bakış açılarıyla ilgilidir. Pozitif bir bakış şansı görür, negatif olan ise şanssızlığı. Ben ikisini de görüyorum ama hissim daha çok şanstan yana. An ve dönemlere bakmak yerine yaşamın, özgürlük yolculuğunun tümüne bakmayı tercih ediyorum. Böyle bakınca da şanslı hissediyorum kendimi. 

 

“Esmer Yara Beyaz Kurt” adlı kitabına dair yazma karar ve sürecini anlatır mısın? Fikir nasıl oluştu ve neden ihtiyaç duydun?

Bir şey vardı anlatılması gereken. Bilinme ihtiyacı duyan bir hakikat vardı. Anda hapsolmaması gereken bir yaşam vardı. Uzak dağ başlarında, gözden ırak gibi görülen bir yaşam vardı, herkes için olan bir yaşam. Uzun bir yolculuk olmuştu, sebepleri vardı bu yolculuğun. Bunları anlatmak istedim ve hep anlattım. Daha çok sözlü bir aktarımdı yaptığım. Yıllar içinde belki yüzlerce kez anlattım. Anlatmaktan yorulmadım, bıkmadım. Ama ağırlaştırılmış müebbet alıp tek kişilik hücrede tecrit sürecim başlayınca sözlü aktarım olanaklarım da elimden alınmış oldu. Bu nedenle yazdım. Anlatmaya yazarak devam ettim. Ben bu kitapta bir trajediyi anlatmak istemedim. Kimi okuyucular son bölüme daha çok yer vermem gerektiği yönünde eleştiriler yaptı. Haklı olabilirler ama benim amacım sadece bir savaşı değil yaşamı da anlatmaktı. Yazma fikri buradan çıktı. 

 

Özdemir Asaf’ın dediği gibi bir şey hissettin mi? Eski bir savaşı mı anlattın yoksa hâlâ merkezinde hissettiğin bir savaşı mı?

Özdemir Asaf önemli bir tespit yapmış. Hak veriyorum. Anılar tikel gerçeklerdir. Ama bağımsız da değiller. Bu anlamda evrensel özellikler de gösterirler. Savaş için de bu böyledir. Ben bir anı anlatırım ama bu anı muazzam bir geçmişe sahiptir, şimdiye uzanır. Geçmiş ve gelecek birbirinden pay alır. Anı olarak eski bir savaşı anlattım ama şimdi içinde olduğum bir savaşı da anlatmış oldum. 

Kitaba ilişkin geri dönüşler alıyorsundur. Bunları nasıl karşıladın ve neler hissettin?

Yukarıda yazma sebeplerimden bahsettim. Edebi bir kaygıyla hareket etmemiştim. Edebiyat hikâyenin akışını sağlayabilecek bir zemin gibi gelmişti bana. Beni esas yoğunlaştıran, edebiyata yönelten okuyucuların geri dönüşü oldu. Kitaba yönelik ilgi beni kendi derinliğine çekti. Kitabı yazarken yazar olarak nesneleştirdim kendimi, yani öyle sanıyordum. Ancak geri dönüşler böyle olmadığını gösterdi. Sadece olan bir şeyi yazmamış, kendimi de içine katmıştım. Zihnimden, kalbimden, dilimden bir şeyler de vardı kitapta. Bu çok güzel bir duygu verdi, heyecanlandırdı. Devam etme arzusu yarattı. Kitabı okuyucuya sunarken ürkektim. İçimden “ne yaptın sen!” diyordum. Hani imkân olsa geri toplayacaktım. Ama okuyucu geri dönüşlerinde bana “devam et” diyordu. Eleştiriler de vardı elbette. Yine de tümü önümdeki taşları kaldırıyor gibiydi. Geri dönüşler bana bir yol gösterdi. Bu çok güzel bir duygu. Ben bir şey verdim ama karşılığında da çok şey aldım. Yazmak isteyen biri için “başka kitabın varsa okumak isterim” denilmesi çok özel bir duygu. 

 

Muhtemelen Türkçe yazdığın için eleştiriler alıyorsundur. Ben de eleştirmeliyim. Bu ilk ve sondu diyebilir miyiz? Umarım bundan sonraki çalışmalarının tümü Kürtçe olur. Ne dersin?

Evet, bu yönlü haklı eleştiriler aldım. Kürtçe yazmak sizin gibi edebiyatla başından beri ilgilenenlerin hep gündemindeydi sevgili Seydo. Ama kabul etmek gerekir ki bu bir istisnaydı ve bugün yeni yeni geliyor gündemimize. Benim de bu çalışmadan sonra gündemime girdi. Edebiyat, halk olarak gündemimize geldikçe Kürtçe de daha fazla yer bulmaya başladı. Edebiyat ile anadilin bağı içkindir. Ben de Kürtçe’yle yol almanın daha anlamlı olduğu kanısındayım. Kürtçe yazmak edebiyat kaygısı olan biri için daha anlamlı geliyor ve ben de böyle devam etmek istiyorum. 

 

Çeşitli edebi yoğunlaşmalar, kolektif çalışmalar içinde olduğunu biliyorum. Bir de içeride kovar (dergi) çalışması var. Ezilen ve özgürlük talebini her vesile ile haykıran bir halkın edebiyatı neden önemsemesi gerektiğini düşünüyorsun ki sen bu kadar çabalıyorsun. Peki bu halk/lar edebiyatı neden önemser?

Halk olarak varlığımızı, var olduğumuzu anlatamıyor, insanlığı buna ikna edemiyoruz. Dahası kendimiz bile kendimizden emin değiliz. Çeşitli isimlerle -ki çoğu da aşağılayıcı niteliktedir- başkaları, yani ezenler tarafından tanımlandık. Kendimiz bile ismimizi koyamıyorduk ki bu aşağılayıcı nitelemeleri reddedelim. Fiziki varlığımız dışında kendimizi neyle adlandıracaktık? Sadece fiziki varlık bir halkı halk olarak nitelemek için yeter mi? Yetseydi bugün varlığımızdan şüphe duyar bir pozisyonda olur muyduk? Evet, çok eski bir kültür var, dil var ama baskı altında ve hakarete uğramış. Ne sahiplenilmiş ne de geliştirilmiş. Yok olmaya yüz tutmuş.

Özgürlük mücadelesi bir halk olarak korunması gereken bir değer olduğu düşüncesi ve duygusunu verdi. Çalınmış tarih böylece sahibini buluyor. Şimdiye kadar hikayeleriyle ayakta duran bir halk için daha fazlası gerekiyor. Edebiyatın kapsamı geniştir. Bir halkın kendini verebileceği, kendini anlamlandırabileceği kadar geniştir. Edebiyat bir halkın varlığını niteleyen en güçlü dildir, yapıdır. Gerçekliğini de geleceğini de orada kurar. Fransa Victor Hugo ile bilindi ve anlamlandırdı kendini. Rusya Dostoyevski ve Tolstoy ile hem kendini inşa etti hem de dünyaya mal etti. Kürtler beş yüz yıldır Ehmedê Xanî’ye tutunmuş. Bütün düşünceler, kültür, dil vb. edebiyata konu olabiliyorken edebiyat, toplumun varlığını anlamlandırdığı gibi niteliğini de belirler. Edebiyat ve sanat olmadan hiçbir zaman ne kendimizi tam olarak anlarız ne de tam olarak anlatabiliriz. Edebiyat olmadan varlık yüzeyseldir. 

 

Ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü olarak tek başına kalıyorsun. Bunun çalışmaların üzerinde ne tür bir etkisi oluyor?

Sanırım bu da ikili bir yaratıyor. Yazma, okuma fırsatı buluyorum. Düşünme imkânı var. Ama yazacaklarımın tatsız-tuzsuz olmasından kaygılıyım. Okuyabileceklerim sınırlı ve her şeyden tecrit edilmenin yarattığı bir soyutluk hissi var. Düşünce sınırsız ama onu somutlaştırma zorluğu var. Ne varsa zihnimde, eskiye aittir. İnsan çeşitliliği içinde değilim ki karakteri yaşamdan esinlenerek bulayım. İnsan davranışı nasıldı? Rüzgâr estiğinde ağacın yaprağı nasıl ser verirdi? Tavşan nasıl bakardı, insan nasıl konuşurdu? Esinleyici bütün unsurlardan uzağım. Ne varsa zihnimdeki eski anılardan ibaret ve yaratıcılığa bakıyor. Toprağa dokunmanın nasıl bir his olduğunu tam hatırlamıyorum da zihnim o anı kendisi oluşturabilir. Sonuçlarını şimdi göremem. Belki çalışmaların sonucunda bu tecrit hali kendini daha doğru gösterir. 

Teknik olarak olanaksızlık çok fazla ve çalışırken bu bariz yoruyor ya da göze alamama durumu gelişebiliyor. Örneğin, beğendiğin bir yazıyı kaybolmaması için çoğaltmak, tekrar tekrar aynı şeyleri yazmak, sarf ettiğin onca emekten sonra o yazıya el konması, sansürlenmesi vb. durumlar psikolojik baskı oluşturuyor. En önemlisi yazdıklarını paylaşamamak ya da çok zor koşullarda paylaşabilmek bu baskıyı arttırıyor. Yani insanla ilişkinin yarattığı maddi-manevi olanaklardan yoksun olmak zorlayıcı. Yine de düşünmek, zihnin kapılarını açıp yürümek özgürlük alanı da sunuyor. Sadece şöyle bir kaygım var; zihnimde ne varsa eskiye dairdir. Yeniyi yakalayamayıp eskinin argümanlarıyla yol almaktan endişeliyim. İçeride yazan bazı arkadaşlarda bunu gördüm. Bugünü otuz yıl önceki argümanlarla anlatıyorlar. Özcesi, zihnime dayanarak yazıyorum ben. 

 

Kitapta kadınlara, yaşamlara ve mücadelelere dair de oldukça geniş bir yer verilmiş. Daha önce yazılan kitaplarda bunlara yeterince yer verilmemesine dair bir eleştiri olarak mı algılamalıyız bunu yoksa bir kadın yazar olduğun için kişisel bir tercihin sonucu mu bu?

Gerçeğe dokunmak bazen bir eleştiri olarak kendini sunar ya da bilinçli özel bir çabanın sonucu değil, olanı kendiliğinden açığa vurur. Kadına yer vermek kadının varoluşunu anlamlandırdığı bir yerde olağandır. Olağan olan bu durum kaleme alındığında kendiliğinden bir eleştiri sunar. Yer vermeyene bir eleştiri olarak döner. “Kadın olmamdan dolayı kişisel bir tercih” yok diyemem. Çünkü ben de olgunlaşan bir kadın gerçeğini ve kimliğini edinerek yürüdüm. Kadın kimliğine özel bir vurgudan ziyade kadın kimliğine sahip olmanın bilincinin dışavurumu, kendiliğinden yansıması diyebilirim. Bunda yok saymanın eleştirisi içkin olarak var. Kadın erkek ilişki ve çelişkisinin kitapta yansıttığım düzeyde ve içerikte olmadığına dair erkek okuyucuların bazılarından itiraz geldi. Yaşamın en çetrefilli, çelişkili halini olağanlaştıran bir inkâr biçimi anı ve romanlara da yansıyabiliyor. Buna yönelik eleştiri yaşamın ve ilişkinin olan hali yazıldığında kendini sunuyor zaten. Bana göre mevcut durumda yaşama her dokunuş erkeğe eleştiri olarak dışa vurur kendini. 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.