Erkeklerin acelesi yok

Kültür/Sanat Haberleri —

Nilüfer Şahin

Nilüfer Şahin

Direniş Edebiyatı üzerine Nilüfer Şahin ve Erd Agron ile sohbet

  • Nilüfer Şahin: Kadınlar olarak cins mücadelesini erkeklere oranla daha derin yürütüyoruz. Bu bizim için varlık-yokluk sorunu. Ne yazık ki erkeklerin bu konuda çok acelesi yok gibi. Son yıllarda erkek yazarları okumakta zorlandıklarını kadın arkadaşlardan çok duyuyorum. Kadınlar adına memnuniyet verici, erkek yazarlar için üzücü.
  • Erd Agron: Direniş Edebiyatı’nı cezaeviyle sınırlandırmak yanlıştır. Verili sistemle kuşatılmış yaşama ve dayattığı toplumsal ilişkilere itiraz eden herkesin zaman ve mekana takılmadan katılabileceği bir edebiyat ve sanat hareketidir söz konusu olan. Direniş Edebiyatı’nın artık aşılması gerektiği de ortada. Artık toplumsal ilişkilerin yeniden inşası dönemine girmemiz gerekiyor.

ZERYA DELÎL

Türk zindanlarında esir tutulan tutsak yazarlar, esaretin tüm koşulları ve devletin baskılarına rağmen üretmeye devam ediyor. Bu üretim süreci yalnızca edebi eserlerle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda edebi ve sanatsal alanda yeni perspektiflerin yaratılmasıyla da kendini gösteriyor.

Yakın zamanda zindanlardan çıkan iki kitap, uzun yıllardır cezaevinde bulunan yazarlar Nilüfer Şahin ve Erd Agron tarafından Direniş Edebiyatı (Wêjeya Berxwedanê) bağlamında değerlendiriliyor. Kısıtlı imkanlar ve mektuplar aracılığıyla gerçekleştirilen bu söyleşide ele alınan iki kitap: Laleş Çeliker’in "Dara Hêviyê" (roman) ve Mülkiye Doğan’ın "Hespên Hêviyê" (öykü) adlı eserleri. Her iki yazar da bu kitaplar üzerinden Direniş Edebiyatı’nın genel hatlarını çiziyor, edebi üretimin zindandaki direnişle nasıl iç içe geçtiğine dair önemli değerlendirmelerde bulunuyor.

Biri roman diğeri öykü iki çalışma için ilk olarak ne söylemek istersiniz?

Nilüfer Şahin: Çalışmaların ikisi de kendi alanında başarılı örnekler. Eleştirilecek boyutları var elbette, ancak totalde başarılı buldum ikisini de.

Erd Agron: Sadece “Hespên Hêviyê” adlı öykü kitabını okuyabildim. İyi öyküler de vardı, girişte beklentileri yükseltip devamını getiremeyenler de. İllüstrasyonların kitaba bir şeyler katabildiğinden emin değilim. Keşke olmasalardı.

 

 

İki çalışmayı “Wêjeya Berxwedanê” ölçüleri açısından ele alırsanız neler söyleyebilirsiniz?

Nilüfer Şahin: Hespên Hêviyê’deki (Umudun Atları) anlatıma çok yabancı değiliz. Yazar, toplumsal acıları, trajedileri işlemiş tema olarak. Anlatım tarzındaki aşinalık acılı bir toplum oluşumuz ve yaslarımızın fazlalığından. Bu sebeple edebi dilimiz ağıda dönüşüyor. Sorun şu ki edebiyat, yazarın hikayeye bu derecede angaje olmasını kaldırmaz. Hespên Hêviyê’de de yazar ile hikaye karakterlerinin yaşantıları arasındaki mesafe fazla değil. Hiç yok diyemem fakat, bu kadar yakında durmak dahi öykülerin özerkliğine halel getiriyor. Elbette ki hikayelerimizi belli duyarlılıklarla seçiyoruz. Fakat yazar, karakterlerinden rol çalmamalı. Hespên Hêviyê’nin kritiğine buradan devam etmek gerekirse; dram ve melankoli dozunu da aşırı buldum. Direniş Edebiyatı’nın teamüllerinden biri umuttur. Ölüm temasının her öyküyü belirlediği durumda umuda çok az yer kalıyor. Bunun dışında yazarın duygu tasvirlerindeki dil-anlatım zenginliğini, öykülerin sonunun açık bırakılışını özgün yanlar sayabiliriz. Bu noktada anlatıma hakimiyeti var.

Dara Hêviyê (Umut Ağacı) aceleye getirilmeden yazılmış, demlendirilmiş. Metindeki doygunluk ve olgunluğu buna bağlayabiliriz. Tema bilindik olmasına karşın, iyi kurgulanmış olay örgüsü yalın ve akışkan. İyi bir romandan beklenen bir ritme sahip. Dara Hêviyê’nin bir diğer özelliği de yazarla metin arasındaki mesafenin dozunda oluşu. Yazarın sesi çok duyulmuyor, yersiz söylev görmedim. Bu hali ile minimalist anlatıma yaklaşmış. Direniş Edebiyatı’nın minimalist anlatıma meyletmesi gerektiğini belirtmeliyim. Minimalist anlatım, okuyucuya daha fazla yorum olanağı bırakır. Edebiyatımızda buna ihtiyaç var.

Romanda 'Dara Birqê' metni derinleştirmenin aracı olmuş; diğer bir açıdan, 'Dara Birqê' romana büyülü gerçekçilik teması vermiş belli belirsiz.

Son olarak, Direniş Edebiyatı kriterleri açısından bakılırsa, Dara Hêviyê’nin sağlam bir başlangıç olduğunu söyleyebilirim. Dara Hêviyê, ismiyle de müsemma bir roman.

 

Erd Agron: Hespên Hêviyê’nin ortak teması yas. Haliyle anlatı da bir ağıta dönüşüyor. Ağıt konusunu açıklığa kavuşturmak önemlidir bence. Hem kültürel hem de psikolojik boyutları vardır. Kültürümüzde yas tutmamak cenazeyi kaldırmamak anlamına geliyor. Öcü alınmadan cenaze kaldırılmış sayılmaz. Ağıt yakıyorsak cenazeyi kaldırmak istiyoruz demektir. Sosyo-psikolojik açıdan bu önemlidir. Tarihsel toplumsal travmalarla yüzleşme ve onları aşma arzusuna tekabül ediyor.

Psikolojik açıdan da kayıbın acısıyla yüzleşmeye işaret eder ki ağıt -veya yas tutmak diyelim- kişinin yitirdiğine dair sorumluluğunu yerine getirdiği duygusu yaratacağı için yaşama dönüşü de ifade eder. Her iki boyutta da ağıdın, Direniş Edebiyatı’nın ilk dönemini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu dönemin artık aşılması gerektiği de ortada. Artık iyileşme, toplumsal ilişkilerin yeniden inşası dönemine girmemiz gerekiyor.

Bunun dışında, Direniş Edebiyatı tekstin multidisipliner değerlendirmesi, analizini ve yorumunu dışlamaz. Hespên Hêviyê bu açıdan içerdiği metaforik diliyle de yorumlanabilir. Mesela ilk öyküde metaforik bir dil var: Atlar, kuşlar vs. Ama bir taraftan da hayatın olağan akışını kopyalayan bir dil. Bu iki unsur anlatıda derin bir yarılmaya yol açıyor, okuyucuda hayal kırıklığına sebep oluyor. “Ka destê te” adlı öykü ise bir öyküden çok düzyazı bir şiir tadında. Ellerin tanrısal bir metafor olduğunu unutmamalıyız. Rüzgar çok işlenir mesela. Kitaba serpilmiş metaforlar farklı anlam kapıları aralıyor. Tüm bunlar değerlendirilebilir.

Bunun dışında ağırlıkta öyküler klasik kompozisyon yapısına göre yazılmış. Bence bunun da aşılması gerekiyor. Hayat anlayışımızı, hakikati kavrama biçimimizi karşılayacak bir öz ve biçim diyalektiği kurup katı nedensellikleri aşmalıyız.

 

 

 

İki eserin de yazarı kadın. Wêjeya Berxwedanê diyebileceğimiz edebi metinlerin yazarlarının kadın veya erkek olması fark yaratıyor mu? İki kitapta bu anlamda, biçim ve içerikte fark gördünüz mü?

Nilüfer Şahin: Bu tür konularda özcü yaklaşımlardan kaçınmak gerektiğine inanıyorum. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki genellemeler adaletsizlik doğurur. Somut gerçekliğe bakmak daha isabetli olur. Verili cinsiyet rolleri ve zihniyeti mevcut gerçeklik içinde erkeklerde daha köklü. Kadınlar olarak cins mücadelesini erkeklere oranla daha derin yürütüyoruz. Bu bizim için varlık-yokluk sorunu. Ne yazık ki erkeklerin bu konuda çok acelesi yok gibi. Bu sebeple de verili rolleri, bilinci, dili, söylemi sorgulama ve aşma çabaları yüzeysel. Edebiyatımızda kadınlar ve erkeklerin dili, anlatımı arasındaki farkın bu gerçekle bağı olduğu tartışmasız bir gerçek. Son yıllarda erkek yazarları okumakta zorlandıklarını kadın arkadaşlardan çok duyuyorum. Kadınlar adına memnuniyet verici, çünkü bu durum gelişen bilinç düzeyine işaret ediyor. Erkek yazarlar için üzücü. Politik ve ideolojik düzlemde onca emeğe rağmen cinsiyetçi kodları aşamadıkları anlamına geliyor. Kurgudan temaya ve tasvirlere dek cinsiyetçi tezahürler yaygın. Bariz bir örnek, erkek yazarlarımızın öykü-roman karakterlerine bakalım, büyük oranda yazarın bilinçaltının birer yansıması olduklarını görürüz. Bu karakterler -özellikle erkek olanlar- çok bilmiş, vaaz verip duran, hikmetinden sual olunmaz kişilikler. Bunun dışında dilde ve anlatımda erkeğin dünyaya bakışını görürüz. Tribünlere seslenildiği, gösterişin edebiyat kaygısının önüne geçtiği bariz bir şekilde hissedilir. Kadın yazarlarda tüm teknik kusurlara karşın bu gösterişçiliğin olmadığını, hikayesini anlatma kaygısının önde olduğunu gözlemliyoruz. Sonuçta kadın yazarlarımızın, ki sayıları hala çok az, daha rahat olduğunu söyleyebilirim.

 

Erd Agron: Direniş Edebiyatı’nın dayandığı temel ilkelerden biri, toplumsal ilişkilerin “erkeği öldürmek” perspektifiyle yeniden inşasıdır. Bu inşa eşitliği, özgürlüğü ve demokrasiyi esas alır. Erkeklik sadece sistem değil, toplumda on bin yıla varan bir kültürü de işaret eder. Bunun aşılması elbette ki kolay değil ancak bunu sadece kadının sorunu olarak gören egemen bir anlayışın da olduğu ortada. Oysa sorunun nedeni erkek egemen zihniyet. Dolayısıyla bu sorun esasta erkeğin sorunu. Ancak Nilüfer arkadaşın da dediği gibi, erkeklerin acelesi yok.

Kadın yazarların metinlerinde belli bir duyarlılık ekseninde toplumsal ilişkilerin eleştirisinin yapıldığı, yerine yenilerinin kurulmaya çalışıldığı gözle görülür bir gerçek. Fakat kadın yazarlardan da henüz tatmin edici bir düzey yakalanamadığı ortada. Nedeni de bence yası-ağıdı aşamayışımız.

Elbette ki eserler yerine yazarları yorumlamak yanlış olacaktır. Derdimiz de bu değil fakat erkek yazarların metinleri anlaşılması güç bir bilinçdışının tezahürleri. Öznelliği bu açıdan doğru bulmuyoruz. Tersine, bir metni kolektif bilinçaltına dayanma ölçüsüyle, bunu bilince çıkarma çabasıyla başarılı buluruz. Dolayısıyla kadın veya erkek “erkeği öldürmek” ve “sistemden kopuş” perspektifinden hareket etmiyorsa metinlerini Direniş Edebiyatı içinde değerlendirmemeliyiz. Bunun için bence çok fark yaratmıyor ama kadın yazarların metinleri daha içten, daha doğal oluyor.

 

 

İki eserin isimlerinde “Hêvî” (Umut) ortak. Ancak çok zengin bir toplum ve direniş kültüründen beslenmesine karşın tema, anlatım biçimi ve konu çeşitliliği bakımından darlığa da işaret etmiyor mu? Bu da Direniş Edebiyatı’nın bir özgünlük, yaratıcılık ve çeşitlilik sorunu ile yüz yüze olduğunu göstermiyor mu?

Nilüfer Şahin: Özgünlük sorunu edebiyatta kadim bir meseledir, bize has değil. Kolaycı yaklaşımlardan kaynaklı tekrarlar, klişeye dönüşen kavram, sözcük ve isimler çok bizde. Oysa edebiyatın olanakları çok geniş ve çok zengin. Halk olarak kültürümüz de derya deniz. Deneyimlerimiz ve toplumsal malzememiz sınırsız. En görünene, en kolay olana uzanıyoruz. Daha çok çalışmamız, zihnimizi daha fazla yormamız gerek ki özgün olanı çıkarabilelim. Bana öyle geliyor ki edebiyat ve sanatta zihnimizden çok kalbimizi, ruhumuzu yoruyoruz. Edebiyata konu ettiğimiz, işlediğimiz temalar çok doğal olarak toplumumuzun dertleri. Bunlar karşısında duygularımız ortak, buradan özgünlük çıkma olasılığı zayıf. Ancak fikir, biçim, teknik için zihni yormak, emek harcamak gerekir. Özgünlük metne kendi emeğimizi, fikrimizi kattığımızda, metnin üzerine eğildiğimizde çıkar. Aksi halde taklit örnek metinler kalıyor edebiyat adına.

İki çalışmanın da adında geçen “hêvî”, çok kullanılan bir kavram olmasına rağmen saydığımız klişe kavramlardan biri gibi gelmedi bana. İkisi farklı bağlamda ve tamlama olarak kullanıldığı içindir belki. Yine de isimler metnin önemli parçalarıdır ve edebiyata dahil. Bu yanıyla daha fazla düşünülmüş, kafa yorulmuş isimler tercih edilebilirdi. Bu konuda kendi romanımı da eleştirdiğimi belirtmeliyim. “Dîwana Hestiyan” ve “Esmer yara Beyaz kurt” isimleri çok yaratıcıydı, imrendim doğrusu. Boşluklar, isimler üzerine düşünmeme de vesile oldular. 

 

Erd Agron: “Hêvî”, toplumumuzda artık bir duygu durumunu ifade etmekten öte politik bir referansa işaret ediyor. Hepimiz umut ve zafer karşılaştırmasıyla büyüdük ki umudun zaferden daha değerli olduğuna inandık. Tüm kuşatılmışlıklara karşı uzun süre direnebilme gücü veren de umudun zaferden daha değerli olması. Nietzsche gibi bir filozof bile umudu, işkenceyi uzattığı gerekçesiyle tüm kötülüklerin kaynağı sayar. Bizde ise tüm erdemlere çıkan yoldur. Öyle olmasa ve bu yönüyle toplumsal hafızamıza kazınmış olmasa bunca yıl direnebilir miydik? Filistinlilerin bile tarihinde toplamda birkaç intifada vardır. Bizde ise kırk yıldır her gün serhildan… Konuya buradan bakıldığında bence politik bir öğe olarak edebiyata yansıması anlaşılıyor. Önemli olan bunu işleyebilmek. Keşke bir şervanın ölümün üstüne üstüne yürürken, bir ölüm orucu direnişçisinin kendisini hücre hücre eritirken umudu nasıl hissettiğini anlayabilsek, anlatabilseydik. Mülkiye Doğan denemiş bence bunu. Ama çok çok acele etmiş sanırım. “Dara Hêviyê”yi okumadığımı tekrar belirtmeliyim.

Özgünlük konusuna gelince; Modernizmin sanat ve edebiyat alanına dayattığı temel özellik özgünlük oluyor. Bu yaratıcılığı da çeşitliliği de sağlıyor. Fakat bir hakikati açıklama biçimi olarak edebiyat ve sanatı toplumdan kopuş noktasına da taşıyor. Nilüfer arkadaşın dile getirdiği ve savunduğumuz haliyle tekrarı aşma, taklit yoluna gitmeme ve tarihsel toplum perspektifinden hareketle yaratıcılığımızı ortaya koyma ihtiyacıdır. Mevcut durumda edebiyatımız taklit etkilerine çok açık. Ama unutmamalıyız ki taklit yabancılaşmaya, yabancılaşma da varoluş zamanı ve mekanımızı yitirmemize yol açar. Bu konuda önerim doğada her çiçek nasıl güle benzemeye çalışmadan bulunduğu doğal çevreye rengini veriyorsa her yazarın ve yazar adayının bu şekilde Direniş Edebiyatı’na katılması ve sahiplenmesidir. Direniş Edebiyatı’nı cezaeviyle sınırlandırmak yanlıştır. Verili sistemle kuşatılmış yaşama ve dayattığı toplumsal ilişkilere itiraz eden herkesin zaman ve mekana takılmadan katılabileceği bir edebiyat ve sanat hareketidir söz konusu olan. Sonuçta dünyada şu anda genel anlamıyla -sistem sahipleri dahil- kimseden daha özgür değildir. Yönseme ve yanılsamaları saymazsak tabii.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.