Hafıza ve sanatın kesişimi: Göç ve Sürgün
Kültür/Sanat Haberleri —

“Göç ve Sürgün” sergisi
- Demir parmaklıkların ardında yazılan bir cümle, dışarıda yankısını bulabiliyor; bir çizgi, duvarları aşarak başka bir gözle buluşabiliyor. “Göç ve Sürgün” sergisi, cezaevleri ile dışarısı arasında görünmez köprüler kurarak belleği, dili ve aidiyeti yeniden hatırlatıyor.
- Göç ve sürgün sadece bireysel acılar değil, toplumsal hafızanın bastırılmış katmanlarıdır. Bu sergi, içeriden ve dışarıdan sanatçıların ortak diliyle, tarihe not düşüyor ve unutulan tanıklıkları görünür kılıyor.
ERDOĞAN ALAYUMAT/İSTANBUL
İstanbul Beyoğlu’ndaki Karşı Sanat Merkezi “Göç ve Sürgün” temalı karma sergiye ev sahipliği yaptı. Görülmüştür Kolektifi ve Redfotoğraf Grubu tarafından hazırlanan sergi Karşı Sanat Çalışmaları’nın desteğiyle düzenlendi. Bülent Parmaksız, Ercüment Akdeniz, Elif Can, Mehmet Boğatekin, Sami Özbil gibi içerideki mahpus yazarlar, şairler ve çizerler ile Redfotoğraf Grubu sanatçılarının fotoğraflarından oluşan “Göç ve Sürgün” sergisi yarısı içeriden ve yarısı dışarıdan olmak üzere 100 sanatçının üretimlerini bir araya getiriyor. Mahpus yazar ve çizerlerin eserleri ile Redfotoğraf Grubu’nun objektifinden kareler hem göçün hem de mahpusluğun ortak izlerini görünür kılıyor. Kolektifin ifadesiyle sergi, “Sürgünlerle aramızdaki duvarları imgelerle yıkmaya çalışıyor.”
Uzun yıllar sürgünde yaşamak zorunda kalmış bir yazar olan Görülmüştür Kolektifi’nden Adil Okay, sergiyi yalnızca bir sanat etkinliği değil; kişisel belleğinin de bir parçası olarak görüyor. Sürgünün yarattığı yalnızlığı, kopuşları ve özlemleri yakından tanıyan Okay, “Göç ve Sürgün” sergisini hem içerideki mahpusların hem de dışarıda sürgün yaşamı sürenlerin ortak bir dil kurma çabası olarak tanımlıyor.
Okay’la serginin arka planını, cezaevleriyle fotoğrafların nasıl buluştuğunu, sanatın bellek ve direniş açısından taşıdığı anlamı konuştuk.
Sizce içeride üretilen ile dışarıda üretilen sanatın yan yana gelmesi, izleyicide nasıl bir hafıza ve yüzleşme yaratıyor?
Öncelikle bir hafıza canlanması söz konusu. Belki de her gün önünden geçtiğimiz ama fark etmediğimiz olaylar vardır; insanlar bu sergiyi gezerken bir yüzleşme yaşıyor. Sıkça şunu duyuyorum: “Basında ara sıra karşımıza çıkıyor ama bu kadar derinlikli ve trajik olduğunu bilmiyorduk.” Sergiler bu anlamda güçlü bir hafıza tazelemesi yaratıyor.
İçerideki insanların üretimlerinin derinliğini gören izleyicilerde ayrıca bir şaşkınlık oluyor. Örneğin, hapishane sürgünleri başlı başına bir sorun ama yeni değil. Biz Görülmüştür Kolektifi olarak 16’ncı yılımıza girdik ve yıllardır hapishanelerdeki sürgünlere değiniyoruz. Bu ne demek? Mesela Antep’te kalan bir mahpusun Tekirdağ Hapishanesi’ne gönderilmesi demek. Dolayısıyla bu sürgünleri sadece mahpuslar değil, yakınları da yaşıyor. Antep’te ya da Diyarbakır’da yaşayan aileler sevdiklerini görebilmek için yüzlerce kilometre yol kat etmek zorunda kalıyor. Görüştüğüm ailelerin çoğu, “Cezaevi görüşüne gitmek için çoğu zaman 24 saatimiz yolda geçiyor” diyor.
Sürgün denildiğinde genellikle insanların aklına ülke dışına gitmek ya da politik göç geliyor. Oysa siz hapishane içindeki sürgünlerden de söz ediyorsunuz. Bu iki deneyim nasıl kesişiyor?
Hapisteki sürgün konusunu yıllardır yazmamıza rağmen kamuoyuna yeterince anlatamadık. Türkiye kamuoyu son dönemde bazı CHP’li belediye başkanlarının tutuklanmasıyla birlikte cezaevi gerçekliğini fark etmeye başladı. Oysa uzun yıllardır Türkiye’de sosyalistler ve Kürt yurtseverler bu sürgün ezasıyla yaşıyor. Zaten hapishane başlı başına bir cezadır; ancak cezanın içinde sürgün, ayrı bir eza haline geliyor. İçeriden sürgünün bağlantısını böyle kurduk. Bu sergi için mahpuslara ulaşırken onlara “içeride ve dışarıda sürgün” temasını verdik. Başta, çoğunlukla içerideki sürgünleri işleyeceklerini düşündük. Fakat gelen eserlerin önemli bir kısmı dışarıdaki sürgüne dairdi. Bu da gösteriyor ki mahpuslar dünyadan kopuk değiller; o ağır tecrit koşullarına rağmen dışarıyla birlikte yaşıyorlar. Filistin’de yaşanan soykırıma, mülteci krizlerine ve diğer trajedilere uzak değiller. Hapishanede tamamen izole koşullarda olsalar da toplumsal hafızaya katkı sunabiliyorlar.
Bugün yaşanan kitlesel göç ve mülteci krizlerini düşündüğünüzde, tarihsel sürgün geleneğiyle nasıl bir bağ ya da süreklilik görüyorsunuz?
Türkiye’de Osmanlı’dan bugüne hiç durmayan bir sürgün geleneği var. “Modern” Cumhuriyet döneminde de sürgünler hız kesmeden devam etti. Örneğin 1940’lı yılların toplumcu şairlerinin neredeyse tamamı sürgün yaşadı. Daha sonraki yıllarda Mehmet Uzun, Yılmaz Güney gibi isimler; 2000’lerin başında ise Ahmet Kaya sürgüne gitmek zorunda kaldı. Bu, açıkça politik ve siyasi kimliklere dönük bir sürgün politikasıdır.
Bir de kitlesel göçler var. Örneğin hepimizin vicdanını yaralayan bir gerçek var: Akdeniz’de boğulan göçmenler. Zamanında bir şair Akdeniz için “aşk denizi” derdi ama bu tanım artık geçerliliğini yitirdi. Ben Akdeniz’i “kan denizi” olarak tanımlıyorum. Çünkü her yıl yüzlerce, hatta binlerce insan burada boğulup can veriyor. Şanslı olanların cenazeleri kıyılara vuruyor; ama yüzlercesinin bedeni hiç bulunamıyor. Bu, büyük bir utançken kapitalist dünya binlerce insanın göç yollarında ölmesine göz yumuyor.
Sergi 12 Eylül’ün yıl dönümünde açıldı, 30 Eylül son gün. Sizce 1980’lerdeki kitlesel sürgünlerle bugün yaşanan siyasi sürgünler arasında nasıl benzerlik var?
12 Eylül, işkence, idam ve sürgün demektir. Ben de bu yaşananların öznelerinden biriyim. 1980 darbesinin ardından Cumhuriyet tarihinin en kitlesel siyasal sürgünü yaşandı. Çünkü sürgüne gitmek zorunda kalanlar; aydınlar, sanatçılar, siyasetçiler, yurtseverler ve devrimcilerdi. Politik bilinci yüksek insanlardı. Darbe sonrasında yakalanamayan, öldürülemeyen binlerce kişi iki farklı yolla Türkiye’den ayrıldı.
Birinci grup sahte pasaportlarla Avrupa’ya geçti. İkinci grup ise denizleri aşarak ya da mayın tarlalarını geçerek Suriye üzerinden Lübnan ve Filistin’e ulaştı. Ben ikinci grupta yer aldım; Suriye üzerinden Filistin’e geçtim ve yıllarca Filistin kamplarında kaldım. İsrail’in saldırıları ve baskıları altında uzun süre yaşadıktan sonra Avrupa’ya geçtim. Davalarım zaman aşımına uğradıktan sonra Türkiye’ye dönebildim.
12 Eylül’le başlayan siyasal sürgün hiçbir zaman tamamen durmadı. Özellikle AKP iktidarının son on yılında uygulanan baskılar sonucu çok sayıda gazeteci, aydın, yazar ve bilim insanı Türkiye’den göç etmek zorunda kaldı. Yani 12 Eylül’le başlayan kitlesel siyasal sürgün, farklı biçimlerde ama bugün yeniden yaşanıyor.
Göç ve sürgün deneyimlerinin sanat yoluyla aktarılması, sizce toplumsal belleğin korunmasında ve gelecek kuşaklara aktarılmasında nasıl bir işlev görebilir?
Toplumsal hafıza ya da tarihe not düşme işini her zaman tarihçilere bırakmamak gerekiyor. Çünkü çoğu zaman resmi tarihin şekillendirdiği bakış açısına maruz kalıyoruz ve çocuklarımız da o resmi tarihle şartlanıyor. Resmi tarihin sınırlarını aşmak için alternatif bir tarih yazımına ihtiyaç var.
Örneğin, 12 Mart askeri darbesi tarih kitaplarında neredeyse yoktur ama “12 Mart edebiyatı” diye bir külliyat var. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali gibi yazarlar bu dönemi edebiyatla kayda geçirdi ve gerçek tarih yazımına katkı sundu. 12 Eylül için de benzer bir külliyat oluştu ancak bu gecikmeli oldu. Çünkü o dönemi yazacak yazarlar, edebiyatçılar, sanatçılar uzun süre travma yaşadı ve sessiz kaldı. Ama gecikmeli de olsa bu edebiyat ortaya çıktı.
Sanat, işte burada gerçeği yazan, hafızayı canlı tutan bir alan oldu. Nasıl ki 12 Mart ve 12 Eylül’ün edebiyatı oluştuysa, bugün de sürgün ve göç deneyimlerinden bir külliyat oluşuyor.
Yaklaşık 100 sanatçının katıldığı bu kolektif üretim biçimi, sanatın bireysel yaratıcılıktan çıkıp toplumsal bir eyleme dönüşmesinde nasıl bir anlam taşıyor?
Elbette bu sergiyi tek kişi üzerinde de yapabilirdik, buna dair birikimimiz ve deneyimimiz var. Ama biz kolektif çalışmanın önemine inanıyoruz. Bu ortaklık, sergiye ayrı bir zenginlik ve derinlik katıyor.
Her bakış bir tanıklıktır. Cezaevinde kalan 50 insanın tanıklığı başka, dışarıdaki 50 insanın tanıklığı başka. Her biri farklı birikimlerden geliyor, ortak bir temada buluşuyorlar ve tüm bu farklı imgeler birleşerek yeni bir imge oluşturuyor.
Sanat, yalnızca estetik bir ifade biçimi olmanın ötesinde güncel siyasi mücadelelerin parçası ya da arşivi haline gelebilir mi?
Sanat elbette estetik bir haz vermelidir. Büyülü gerçekçilik, sosyalist gerçekçilik gibi farklı akımlar var; sanatçılar bu akımlar aracılığıyla kendilerini ifade ediyor. Ancak biçim ve özün bir arada olması gerekir. Sadece biçim, güzel sözler ve retorik tek başına kalıcı olamaz.
Sanatçılar için çoğu zaman “duyargaları daha açık insanlar” denir. Ama komşusunun evi yanarken hala yalnızca gül, bülbül, İstanbul ve aşk yazan bir sanatçının üretiminde eksiklik vardır. Örneğin İsmet Özel bir dönem çok iyi bir şairdi ama şimdi Sivas Katliamı’nı yapanları alkışlayacak kadar utanç verici bir yere geldi. Yaşananlara susarsan tarih seni cezalandırır. Bugün Filistin’de bir soykırım yaşanıyor; buna sessiz kalan sanatçıları gelecekte çocukları yargılayacaktır.
Biz sanatı yüzleşmenin, hesap sormanın ve empati yaratmanın önemli bir aracı olarak görüyoruz. Sanat sadece bir araç değil, başlı başına bir bilimdir. Her zaman doğrudan mesaj vermek zorunda değildir; biz slogan sanatına karşıyız. Ancak imgeler yoluyla da olsa o sanat eserinin içinde bir mesaj, bir anlam olmalıdır.















