Ham olanı hizmetle pişiriniz

Forum Haberleri —

❏

  • Bizleri derinden yaralayan kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin, ‘yaşam hakkının kutsallığını’ savunan ve kadını hak bilen Alevi toplumuna da derinden sirayet etmiş olmasıdır. Sosyal yaşam içerisinde aktif yeralan, kimlik mücadelesinde emek veren Alevi erkeklerin cinayet zanlısı olması ayrıca bir faciadır! Şu gerçeği de görmezden gelemeyiz; Dünya genelinde kadın cinsine yönelik artan şiddeti kendi toplumumuzu dışında tutarak değerlendiremeyiz.

AYTEN ŞİMŞİR

Covid-19’un pandemik etkileri dünya genelinde ve günlük yaşamın her alanında sarsıcı etkilerini hissettirirken ‘hiçbirşeyin eskisi gibi olmayacağı’ söylemleri neredeyse ortak bir kabul halini aldı. Bir yandan salgının ikinci dalgasının daha yıkıcı etkilerinden söz edilirken, diğer yandan da ilk dalga sonrasında ‘yeni dünya düzeninin gelişeceği’ yönünde iyimser ve kötümser fikirler çekişmeye devam ederken, karantina sürecinin gösterdiği olumsuz etkilerin sonuçları ile de yüzleşiyoruz. Öyle ki salgına karşı Türkiye’de karantinanın başladığı ilk 10 günde, ev içerisinde 10 kadın cinayeti işlenmiş. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun Mart ayı raporuna göre; evden çıkmama çağrılarının yapıldığı 11 Mart’tan 31 Mart’a kadar geçen 20 günlük süreçte ise 21 kadın, İHD’nin Pandemi Sürecinde Kadın isimli raporunda ise karantina sürecinin tümünde 37 kadın hayatlarındaki erkekler tarafından öldürülürken, evlerinde ölü bulunan 20 kadının ölümü ise kayıtlara ‘şüpheli ölüm’ olarak geçmiştir.

Evdekal çağrıları ve izolasyonun başlaması ile birlikte yakın çevremizde de tanık olduğumuz üzere okulların kapatılması ile birlikte çocuklarına bakabilmek için çalışma saatlerini azaltan veya tümüyle işten ayrılan ne yazık ki anneler oldu. Bu duruma karşı babalar daha çok ana geliri sağlamak adına çalışmaya devam etti. Dışarıda çalışmayanlar ise evdeki odalarına çekilerek kadını artı sorumluluklarla başbaşa bıraktı. Pandemi sürecinde eşler arasındaki geleneksel iş bölümünü neredeyse yok ederken, erk aklın kontrolü yitirmenin etkisiyle saldırganlaştığı dönemsel şiddetin açığa çıkmasında da etken oldu.

Öyle ki birçok alanda övgüyle söz edilen, modernist / özgürlükçü / eşitlik ve demokrasi abidesi olarak görülen Avrupa ülkelerinin bir çoğunda da durum Türkiye ve diğer Ortadoğu ülkelerinden çok farklı değil. Örneğin Almanya’da neredeyse hergün bir kadın hayatlarındaki erkekler tarafından öldürülüyor. Meselenin can alıcı yanı Almanya’da tüm kadın cinayetleri medyaya yansımıyor, ilişki cinayeti olarak polis raporlarına yansıyan bu tür şiddete tepki ne yazık ki 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü ile sınırlı kalıyor ve kadın cinayetleri bireyselleştiriliyor. Medyada konu edilirken de şayet cinayet zanlısı Alman ise ‘aile trajedisi’ değilse de ‘kıskançlık dramı’ olarak geçiyor. Birçok olayda ‘cinayet’ kelimesi dahi kullanılmıyor, bu yaklaşım cinayetlerin güç dengesi ile ilişkili olduğu gerçeğinin trajik olaylarmış gibi algılanmasına yol açıyor ne yazık ki. Her ne kadar sayılardan ibaret gibi gösterilmeye çalışılsa, hatta birçoğu kayıtlara geçmese de kadın cinayetlerindeki artışın hepimiz farkındayız. Sözü geçen artışın birçok etkisi olduğunu da az çok dile getirebiliriz ancak sorunu günümüz sınıf mücadelesi ekseninde mevcut koşullar üzerinden tespit etmeye çalışmanın yeterli olmadığını düşünüyorum.

Kadına karşı devrim…

İnsanlık kaybettiği ortak değerlerin tümünü doğru bir arayış ekseninde ancak kaybettiği yerde bulacaktır. Bu mana ile dönüp kadının ilk devrimleri gerçekleştirdiği ve kaybettiği döneme bakmak gerekir. Kadın bir yandan doğa ile uyum içerisinde ahlaki politik değerleri örerken, diğer yandan da tarıma dayalı köy yaşamının temellerini attı. Milattan önce 12.000 dolaylarında başlayan Neolitik Devrim kadının devrimidir. İnsanlık yaklaşık 5000 yıl önce tarihinin en büyük kopuşunu yaşamıştır. Elit erkekler, yaşlı savaşçı erkekler, krallar ve erkek rahipler kadının inşa ettiği toplumsal değerlere, bilgi ve buluşlara el koymaya başladığında var olan tüm kaynakları toplumun yararına değil de kendi nefislerine hizmet ve iktidar aracı yapmak için kullandı.

Kendi egemenliklerinde hiyerarşiler, sınıfsal sistemler ve devleti yarattılar. Devletleri güçlendirmek için inançları kullanarak dinleri yarattılar, dinlerin etkisiyle kadın ataerkin oluşturduğu yapılar içerisinde erkeğin mülkiyeti ve sözde namusu haline getirilirken erkek cinsi de köleleştirilerek devletin asli unsuru haline getirildi. Kadın cinsine ve yaratımlarına karşı gerçekleşen bu süreç Neolitik Devrime karşı bir devrim olarak da tanımlanır. Öyle ki kadın kendi kimliğine, tarihine yabancılaşmaya, haklarından mahrum bırakılarak ve ataerkin belirlediği kimliklere sıkışmaya başlamıştır. Erkeğin annesi, kızı, eşi, kardeşi bir nesne, doğum yapabilen neslin devamını sağlayan sexs objesi. Tek Tanrılı dinlerin iktidarla buluşması, Arap hanedanlıklarının genişlemesi ve 8. yy’dan itibaren Emevi Siyasal İslamının Tanrıça Kültüründen gelen toplumlar üzerindeki etkisini arttırması ile birlikte kadın cinsine uygulanan ataerkil kodlar pekiştirilmiştir.

‘Can’ olgusunda eşitlik var

İşte tüm bu tarihsel gelişmeler ışığında dönüp baktığımızda kadını hak bilen bir düşün / inanç sistemi=Alevilik karşımıza çıkar. Öyle ki ‘bir can ancak hakkın emri rızası ile, hak yolu doğum kapısından dünyaya gelir ve anadan sual olunur’, ‘rahim hakkın nurunun / düşüncenin çarana sır ile buluşarak piştiği ilk ocaxtır’, ‘kadın / ana yolun sahibi, mürşidi kamildir’ diyen, yaşamın her anını ‘rızalık ve razılık’ ekseninde inşa eden bir düşün / inanç sistemini esas alan toplumsal bir yapıdır. Toplumsal yaşamı örerken ‘can‘ olgusunu başat kabul eder ancak günümüzde can olma haline ilişkin ciddi bir yanılgı hakimdir.

Şöyle ki; can olma hali salt kadın ve erkek arasındaki eşitliği ifade eden, cinsiyeti kaldıran bir tanımlama değildir. Varlığın birliğini esas alan Alevi düşün dünyası cümle varlığı bir bütünün parçası olarak görür ve canlı cansız, hareketli hareketsiz bil cümle varlığı can olarak görür. İtikadda göre insan vücut bulana dek 72 alemden geçmiş, 72 alemi birlemiştir bu yanıyla her alemin özelliğinden almıştır. İnsan canlısını diğer varlıklardan ayırt eden vicdan ve adalettir. Aksi halde insanda olan tüm organlar diğer varlıklarda da bulunmaktadır. Hakkın yasasında sınır ve sınıf, kategori ve cins ayrımı yoktur! Can olgusunu salt insana has bir tanımlamaymış gibi ele alan, bu çerçevede erkek ve kadın arasındaki eşitliği / özgürlüğü tanımlamaya çalışan Alevi toplumu / kadını kendisini özgür zannederken hız kesmeden yabancılaşmaya ve binlerce yıllık değerlerden kopmaya dolayısıyla da ahlaki çürümenin eşiğine kadar gelmiş / getirilmiştir.

Alevi kadınlar özellikle müslüman kadınların mevcut durumu üzerinden karşıtları ile kendilerini kıyasalamaya, onların kölelikleri üzerinden kendi özgürlüklerini tanımlamaya başlamıştır. Yakın tarihe baktığımızda Balkan savaşları ile birlikte Osmanlı’nın yıkıma gidişi, ulus kimlik inşasının hız kazanması 1937’de ‘yeni kadın’ ve ‘yeni erkek’ tanımlamaları üzerinden nasıl kimlik inşasına gidildiğini öğrenmek gerekir. Her ulusun bir toplum olduğu, ancak her toplumun ulus olmadığını baz alırsak ortak tarih, dil, inanç / dinin etnisitelerin uluslaşmasında etken olduğunu görebiliriz. Günümüzde var olan milletlerin ya da ulusların sahip oldukları tüm değerler tarihin derinliklerine ulaşmaz çünkü modern devletler / kimlikler tarihi kırılmaların ürünüdür. Alevi toplumu da ulus kimlik inşasında tarihi bir kırılma yaşamıştır. Tüm bu gelişmeleri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de modernleştirici politikaların ürünü olarak tanımlayabiliriz.

‘Laiklik’ söylemi ve eşitlik yalanı

Günümüzde Alevi kadının ‘Cumhuriyet ve laiklik ile kadın erkek arasındaki eşitsizliğin’ son bulduğu yaklaşımı koskoca bir yanılgıdan ibarettir. Yine seçme ve seçilme hakkını batılı ülkelerden önce kazandığını zannetme hali kadını mücadeleden tümüyle düşürmüş, özel yaşama hapsetmiştir. Alevi kadını / toplumu kendisini özgür zannederek özgürlük olgusunu dilden, kültürden, inanç ve tarihten, topraktan ayrı ele alarak sırf modernist batıcıl akılla kendi bireysel gereksinimleri üzerinden şekillendirerek / yorumlayarak korumaya çalışırken, içten içe köleleşmiş ve büyük bir kaosun içerisine hapsolmuştur. Yine kendisini özgür ve eşit zannetme yanılgısı, sınıflaşma ve devletleşmenin etkisiyle beşbin yıldır pompalanan kadın cinsine / bedenine, onun inşa ettiği toplumsal / ahlaki politik değerlere yönelim ve şiddetin kendisini dolayısıyla da toplumu getirdiği noktayla yüzleşmesin önünde görünmez bir duvara dönüşmüş durumdadır. Bireyin toplumu oluşturduğunu göz önüne alırsak yanılgılar içerisinde kimlik bunalımı yaşayan bireyin oluşturduğu toplumun hepimizin gözleri önünde dağılarak, adeta paramparça olmaya gittiğini ve düne kadar eleştirdiği kesimlere benzeştiğini görebiliyoruz.

Açık ve net bir biçimde dile getirilmesi gereken şudur; Dünyanın neresinde olursa olsun kadın cinayetleri / kadına yönelik şiddet, toplumdan ayrı ele alınamaz. Çünkü erk iktidar aklı tarafından bir bütünen toplumsal şiddet tetiklenmektedir, sorun salt bir cinsin sorunu değil, tüm toplumun sorunudur. Beşbin yıldır her biçimde yaşamın her alanına, zerresine sızan ‘toplumsal cinsiyet sorunudur.’ Toplumsal cinsiyet sorununu görmezden gelerek, uygulanan şiddet sırf bir cinsin / kadının sorunuymuş gibi yaklaşmak çözüm üretmekten uzak bir yaklaşımı doğurur. Bu yanıyla ‘kadın sorunu’ söylemi de niyetten bağımsız olmak üzere sorunlu bir yaklaşımdır ve sanki sorunlu olan kadınmış algısını besler. Çünkü sorunlu olan kodları ile oynanıp tahrip edilmiş toplumsal yapıdır. Toplumsal yapının mevcut durumdan kurtulması kadın cinsinin kimlik mücadelesi ve yaşamındaki erkeğin farkındalığını geliştirmesi / kendisi ile birlikte erkeği de özgürleştirmesi ile mümkün olacaktır.

Şiddet Alevi toplumuna da sirayet etmiş

Bizleri derinden yaralayan kadına yönelik şiddetin ve cinayetlerin, ‘yaşam hakkının kutsallığını’ savunan ve kadını hak bilen Alevi toplumuna da derinden sirayet etmiş olmasıdır. Sosyal yaşam içerisinde aktif yeralan, kimlik mücadelesinde emek veren Alevi erkeklerin cinayet zanlısı olması ayrıca bir faciadır! Şu gerçeği de görmezden gelemeyiz; Dünya genelinde kadın cinsine yönelik artan şiddeti kendi toplumumuzu dışında tutarak değerlendiremeyiz.

Şöyle ki; Bir biçimiyle bizim dışımızdaki inanç grupları ile sınıfsal yapılarla ilişki / temas halindeyiz. Tıpkı binlerce yıldan bugüne olduğu gibi kültürel, yaşamsal açıdan etkileniyor / etkiliyoruz. Şayet kendi köklerimizden beslenemiyor, öz değerleri koruyamıyorsak, tekçi aklı tanımıyor, batıcıl modernist yapılanmanın verdiği zararları göremiyorsak dışarıdan gelen olumsuz davranış biçimlerine karşı kendimizi, zihnimizi korumamız mümkün olabilir mi? Bu bağlamda yüzleşmenin şart olduğu hayati detayı gözden kaçırmamak gerekir, ne yazık ki toplumumuz suni eşitlik ve özgürlük algıları ile ham bırakılmıştır ve helak olmamak için kadim yol düsturları ile pişmeye ihtiyacı vardır. Diğer yandan şiddet ve cinayet başta olmak üzere, toplumumuza sirayet eden cinsiyetçi / sexsist yaklaşımlardan arınmanın yolu toplumsal cinsiyetçi ayrımı tanımak ile başlayacaktır. Akabinde cins mücadelesini örgütleyerek, cins bilincini kazanan Alevi kadını ikrarı ile bütünleşerek, erk iktidar aklının kadınsızlaştırılmak istediği kadim yol değerleri ile buluşacak ve ham olanı hizmet ile pişirerek yeniden inşa edeceği özgür eş yaşam ile birlikte özgürleşecek toplumu da özgürleştirecektir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.