Hangi Şam, hangi İslam?
Forum Haberleri —

Şam/Suriye/foto: AFP
- Hangi Şam? “Suriye halkının toprağı olan Şam.” Hangi İslam? “Demokratik, kültürel, ‘Yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü’ diyen İslam.” Kim Muaviye? “Fırsat kollayan, savaşı dayatan.” Kim Hasan? “Yanlış kararlar alan.”
DARA SÜVEYDA
“Coğrafya kaderdir,” diyor İbn Haldun. Ortadoğu, sahip olduğu hareketlilik ve çok boyutlu yapısıyla bizleri tarihteki kimi “tekerrür” olaylarını anlamaya ve aşmaya adeta zorluyor.
Mesela, Türkiye’nin istihbarat başkanı, Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kıldı. Eğer bu bir siyasi zafer olsaydı, namazı Cumhurbaşkanı kılardı; eğer askeri bir başarı olsaydı, namazı Milli Savunma Bakanı kılardı. Ancak Şam’da hem siyasi hem de askeri olarak teslim olmuş bir ortamda, MİT başkanının namaz kılması dünya genelinde “istihbarat savaşlarının” Ortadoğu’daki tiyatral bir gösterisinden başka ne olabilir?
Peki, Emevi Camii’nde namaz kılmak gerçekten bir zafer midir? Dahası, bu caminin ismini taşıdığı Emeviler kimdi?
Tarihte Muaviye ile Hasan’ın halifeliği “devir-teslim” ettiği cami ile bugünkü Emevî Camii arasında nasıl bir bağlantı var? Tarihteki bu figürler hangi anlamları sembolize ediyor da günümüzün figürleri de belirli bir hakikati ifade ediyor?
Okuduğum bir kitapta geçen kimi diyaloglar ve sahneler, ister istemez beni bugünün benzerliğiyle şaşırttı… Ya da şaşırtmadı da acı acı gülümsetti mi desem?
“Halife Hasan, mescitten çıkıp kentin dışına doğru yürüdü. Nereye gidiyordu? Kendisi de bilmiyordu bunu…
Şam’dan sonra Kûfe şehrinde de Muaviye’ye biat etmeye hazırlanan insanların sayısının arttığını duymuştu. Doğru olabilir miydi bu? Yolda karşılaştığı insanlara dikkatle bakıyordu: “Şu insan, şu adam… Daha dün bana biat etmedi mi?” diye düşünüyordu. Dönenlerden biri olmasa da…
Selam alıyor, selam veriyordu. Ama gölgeli yüreği, selam kırgınlığıyla dolup taşıyordu…
Tam bu sırada, uzaktan bir atlı göründü. Halife Hasan ayağa kalktı. At durduğunda, ağzından köpükler saçılıyordu. Said oğlu Kays, bağırarak seslendi:
“Ya Hasan! Bil ki, Muaviye kırk bin kişilik ordusuyla Kûfe’ye yaklaşıyor!”
Halife Hasan’ın nutku kurudu. “Demek kan akacak,” dedi. “Kan… İslam’ın kanı.”
“Buna engel olunmalı.”
Kumandan Said oğlu Kays atından indi, yüzünde savaşın ateşi yanıyordu.
“Savaşalım!” dedi. “Onun ordusu varsa bizim de var.”
Ama dedi Halife Hasan, “Üç-beş azgın kumandanı saymazsak, iki ordunun askerleri aynı kandan değil mi? Aynı inancın savunucuları değiller mi? İki ordu dediğimiz aslında bir halk değil mi, ey Kays?”
“Ya Hz. Hasan” dedi Kays, “İnanç, Muaviye’nin kılıcının ucundadır şimdi. Kılıca karşı kılıç çekmezsek, inanç sinelere gömülecek. İzin ver de Muaviye’yi Kûfe’ye sokmayayım. Eğer bu saldırıya engel olmazsak, halkın yüzünü değil, sırtını görürsün.”
Halife Hasan derin bir nefes aldı.
“Sen, sen…” dedi, “Yine de dediğimi yap. Akıl, vicdanımın sesinde boğuluyor. On bin kişilik bir orduyla Muaviye’nin karşısına çık. Vuruşmadan barış iste ondan.”
“Ya Hz. Hasan” dedi Kays, “O barış için değil, halifeliğini elinden almak için yola çıktı. Bunu böyle bilesin.”
“Kan akmamalı” dedi Halife Hasan mezarlara bakarken. "Yeterince kan aktı. Halifeliğimden de olmaya razıyım. Alsın hevesini, İslam’ı güçlendirirse, başı göğe ererse, helali hoş olsun ona. Ama zulmederse halka, halifeliği saltanatını güçlendirmek için kullanırsa, Allah verir belasını nasıl olsa…”
Halife Hasan’ın on iki bin kişilik öncü ordusu, Muaviye ile karşılaşmadan önce, Kûfe halkı kimin haklı, kimin haksız olduğunu düşünmek yerine kimin daha güçlü olduğunu kestirerek Hasan’a sırt çevirmeye başlamıştı.
Ebu Süfyan oğlu Muaviye, Kûfe’ye ordusunun en önünde girmek üzereydi. Şehir, bayraklarla, sancaklarla süslenmişti.
İşte Muaviye… İşte ordusu…
Ebu Süfyan oğlu Muaviye atından indi. Onun yürümesiyle, her şey yürüdü.
Camiye doğru ilerliyordu.
Sıra sinmeye değil, atılmaya, öne… Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin yakınına giderek, biat etmek için en ön saflara atılmaya gelmişti …
Biat edenler azaldıkça, kuyruğun ortasında bekleyen ve babası Hz. Ali’den çok, dedesi Resul-i Ekrem’e benzeyen Halife Hasan da caminin içine ulaşabilmişti.
Camiye girer girmez, kulaklarına inanamadı.
“Uzat, uzat ki ellerini, ya Ebu Süfyan oğlu Muaviye! Allah’ın kitabı ve Resulullah’ın sünneti üzerine sana biat edeyim!”
Bu sesler kimindi? Kimlerin sesiydi?
Daha dün aynı kişi, aynı kişiler, aynı sözleri kendisi için söylememişler miydi?
İki halife karşı karşıya gelmişti.
Hangisi gerçek halifeydi?
Çoğunluğun seçtiği Hasan mı, yoksa ordusunu ardına katmış Muaviye mi?
Ama sonunda çoğunluğu da ele geçiren Muaviye değil miydi?
Ordusu caminin önünde değil miydi?
Ya kılıçlar?
“Neden? Neden kullar gibi sıraya girdin ya Hasan?” diye bağırdı Muaviye.
“Sen ki Hz. Ali’nin oğlusun!”
“Ben… Ben de bir kulum ey Muaviye” dedi Hasan. “İşte anlayamadığın şey de bu. Senin insanları ayırışın… Dinimiz, bütün insanların kardeş olduğunu buyurmaz mı?”
Muaviye gülümsedi.
“Hepimiz din kardeşiyiz,” dedi. “Doğru söylersin ya Hasan. Ama kardeşlik düzeni ve birliği bozulmuşsa, iki halife yerine bir halife gerekmez mi? Hem halifelik sırası biz Emevîlerde olduğuna göre, dağılan İslam’ı toparlamak da bizim görevimizdir.”
Sözün kısası… Şartlarımı kabul edersen, halifelik senin olsun.”
Hasan, iç çekerek konuştu:
“Sabrım tükenmiştir artık… Halifelikten vazgeçmem gerekiyorsa, her şartını kabul ediyorum.”
“Evet, halife sen olacaksın,” dedi Muaviye. “Dilerim, Kûfeliler verdikleri yeni karardan ileride pişman olmazlar.”
O sırada, eller uzandı ve birbirine değdi.
“Ellerin ne kadar sıcak,” dedi Muaviye, gülümseyerek.
Hasan, acı bir ifadeyle yanıtladı:
“Birkaç ay önce Kûfelilerin dokunduğu ellerle ısınmıştı bu eller… Biat edenlerin sıcaklığı henüz geçmeden karar değiştirdiler.” (Bekir Yıldız, “Ve Zalim ve İnanmış ve Kerbela”, Cem Yayınevi, 1987)
Bugün Muhammed Colani’yi tanıtıp sunan Türk medyasını hepimiz izliyor ve takip ediyoruz. Türkiye’deki iktidarın sevip övdüğü isimlere karşı, tarihsel deneyimlerimiz ve tecrübelerimiz bize ihtiyatla yaklaşmamız gerektiğini söylüyor.
Elbette, bu kuşkuları giderecek ya da kesin bir kanıya varmamızı sağlayacak olan Suriye’de yaşanan gelişmeler olacaktır.
Suriye’de nasıl bir irade ortaya konulacak? Hangi riskler alınacak? Ne tür ittifaklar ve konsensüsler kurulacak? Nasıl bir sistem inşa edilecek ve yönetilecek? Tüm bunları izleyip göreceğiz.
En başta Rusya’da reel sosyalizmin çöküşünü nasıl gördüysek, HTŞ’nin Suriye’de İslami cephede aynı akıbete uğrayıp uğramayacağını da zaman gösterecek. Eğer HTŞ, devrim olarak adlandırdığı sürecin geriye dönüşüne engel olmak istiyorsa, her şeyden önce toplumsal zemini ve toplumsal muhalefetin esas aktörlerini temel almak zorundadır.
Bu yüzden Rojava’ya, yani Kuzey ve Doğu Suriye’deki toplumsal kazanımlara ve devrime yaklaşımı, aynı zamanda Colani’nin kadına, mazlum halka, demokrasiye, kardeşliğe ve eşitliğe olan yaklaşımını da gösterecektir.
Suriye’yi daha ilk günden mandasına almak için, başta Türkiye olmak üzere herkes sıraya girmiş durumda. Özellikle SMO üzerinden hegemon güç olma isteği açıkça ortada. “Nasıl yapsam da Suriye’yi Türkiye’ye bağlı, ‘usulen bağımsız’ bir devlet haline getirsem ve YPG’yi HTŞ ile tasfiye etsem?” denildiğinde, Irak ve Afganistan örneklerinden önce Suriye’de de görüldü ki, bu coğrafyada hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız bir yapı olmadı, olamadı.
Bu yüzden Colani’nin önünde iki seçenek durmaktadır: Biri, Türkiye’ye bağlı ama bağımsız olmayan bir ulus-devlet modeli. Diğeri, demokratik ulusu esas alan, çok kültürlü ve çok kimlikli, tam bağımsız bir Rojava modeli.
Eğer biri tercih edilir ya da birisine “boyun eğdirilirse”, savaşların ve en nihayetinde baştakilerin akıbetlerinin geçmişte görüldüğü gibi farklı olmayacağı açıktır.
Ancak Kuzey ve Doğu Suriye, tüm Suriye için model olabilecek güçlü bir yönetim şeklidir.
İlkinde, güce dayalı, ayakta kalma şansı düşük ve yüzeysel bir yapı vardır.
İkincisinde ise, özgüce dayalı, işgal ve savaşı değil meşru savunmayı esas alan toplumsal bir güç söz konusudur.
Bugün Kürt Halk Önderi’nin felsefesi ve geliştirdiği toplumsal sistem, yalnızca bir etnik kimlik veya dini inanç çerçevesine sıkıştırılamaz. Ortaya koyduğu paradigma, dünya çapında dahi rol model olarak kabul görmüş durumdadır.
YPG de bu paradigma çerçevesinde, kendi topraklarında özgün bir model kurmaya ve bunu korumaya çalışmaktadır.
Bugün ulus-devlet ideolojisi nedeniyle herkes Fransız, İngiliz olurken; Rojava’da herkes kendisidir. Bu yüzden YPG Suriyelidir, Suriye de Suriyelilerindir.
Sonuç olarak, hangi Şam? “Suriye halkının toprağı olan Şam.” Hangi İslam? “Demokratik, kültürel, ‘Yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü’ diyen İslam.” Kim Muaviye? “Fırsat kollayan, savaşı dayatan.” Kim Hasan? “Yanlış kararlar alan.”