İnsanlığın varoluş gerekçesi olarak kültür

Dosya Haberleri —

  • Kuşkusuz toplumsal dönüşümün, uygarlıkların yaratıcısı insandır. Toplumların tarihsel dönüşüm zincirleri, kültürel evrimlerle ifade edilebilir. Bu evrimleşme zincirinin halkaları örülürken, her yeni şekillenen toplum bir öncekinin yarattığı üretim ve kültürel değerlerden işine yarayanı alır, işine yaramayanlarla savaşarak, yarattığı yeni değerlerle varlığını sürdürür. Bu işleyiş zincirleme bir doğal reaksiyon şeklinde devam eder.

ELİF AKGÜL ATEŞ

Kültürler arası güç dengesizliği, hiyerarşik ve sınıflı toplumların şekillenmesiyle oluşmuştur. Gücü elinde bulunduran ötekini hep sömürmüş, baskı altına almış, varlığını inkar etmiştir. Yine egemen uluslar, yarattıkları dengesiz güç ilişkileri paralelinde ötekileştirdikleri toplum kesimlerini çok yoğun sömürü ve baskı mekanizması altına almışlardır. Böylece kendi denetimindeki halkların fiziksel imhalarının yanı sıra, kültürel kimliğini yok sayarak ezmişlerdir.

Toplumlar ve insanlar arasındaki sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel farklılıklar ve bunlar arasındaki güç dengesizliği, insanlığın tarihsel gelişiminde kötülüğün ve savaşların da zemini olmuştur. Egemenler, kendi ideolojik çıkarları doğrultusunda, toplumun yaşam tarzına yönelik sürekli formüller üretirken, kültürel tahakkümünü süreklileştirmek için, her tür yönteme başvurmuşlardır. Ve bugün tarihe baktığımızda, hemen tüm ulus devletlerin kültürel çeşitliliği yok sayarak geliştiklerini görmek mümkün. Tarihsel süreç içinde insanlığın uygarlaşmasında büyük rol oynayan sayısız kültür ötekileştirilerek, özgünlükleri sömürülüp, kendilerine özgü benzersizlikleri felce uğratılarak, denetim altına alınmış ya da yok edilmiştir. Bu durum güce karşı aynı zamanda süreklileşen bir direnmenin ve mücadelenin gerekçesi olmuştur.

Toplumların varoluş gerekçesi olarak Kültür

Kültür, genel anlamda insan türüne özgü, toplumsal değişim dönüşüm süreci olarak, toplumların tarihinin süzgecinden geçirerek şekillendirdiği, maddi ve manevi değerler bütünüdür. Toplumların bir nevi kendine özgü DNA’sını oluşturur. Kültürleri şekillendiren inanç sistemleri, gelenek görenek, mitoloji gibi birçok öge vardır. Her toplum kendisini bir arada tutan ve tutkal rolü oynayan ulusal, kültürel değerlerin yaşatılıp korunması için değişik mekanizmalar geliştirir.

Kültür bir halkın varoluş ögelerinin bileşkesidir. Toplumun ruhunu var eden temel kültürel değerlerin bir parçası olarak vicdan, ahlak, etik ve estetik değerler niteliğindedir. Bu değerler toplumların tarihsel süreçlerden süzülerek, kültürel yapılanmasını şekillendiren denetim mekanizmalarıdır. İnanç sistemleri, sınıflar, cinsiyetler kısaca toplumsal mekanizmaları oluşturan küçük büyük tüm yapılanmalarda bu zincir döngüsünü sürdürmektedir..

Belli ilke ve özelliklere dayanan kültür, kalıtımsal değildir. Toplumların maddi ve manevi ihtiyaçları doğrultusunda şekillenir, paylaşılır ve değiştirilir. Her toplumun kendine özgü şekillendirdiği kültür evrensel nitelik taşır. Başka kültürlerle sürekli etkileşim içinde olduğu için, somut ve dinamik bir niteliğe sahiptir. Kültürel ögelerin bu sürekli etkileşimi, olumlu yönde olduğunda karşılıklı olarak bir birini geliştirir, çeşitliği koruyarak zenginleştirir. Olumsuz yönde ise farklı nitelikleri ortadan kaldırarak, kültürel çölleşmeye neden olur.

Bu nedenle çok kültürlülük kavramı, ulusal ve etnik dinamiklerden kaynaklanan farklılıkları ifade etmektedir. Dolayısıyla, belli bir toprak parçası ya da yurtta yaşayan, ayrı dilleri ve tarihi paylaşan, toplulukların varlığına ve tam hak eşitliğine işaret eder. Günümüzde tek tipleştirici kültürel dayatmalar artık kabul görmemekte, kültürel çeşitlilik demokratik gelişmenin temel ölçütü haline gelmektedir.

Kültürel çeşitlilik, insan özgürlüğünün en önemli bileşenidir. Olaylara bakış biçimlerini, toplumsal örgütlenme biçimlerini, psikolojik ve ahlaki değerlerini, geleneklerini temsil eder. Dolayısıyla kendini tanıma, aşma özeleştirel, geniş boyutlu bakabilme kültürel özgürlüğün önkoşuludur. Farklı kültürler birbirlerini sorgular, yepyeni fikirler ve duyarlılıklar ortaya koyarak, birbirlerini düzeltip tamamlar, birbirlerinin düşünce ufkunu açar. Kuracakları diyalogla, birbirlerinin kültürel hazinesinden (mitoloji, destan, sanat, müzik, espri anlayışı, psikolojik ve ahlaki değerler vb..) faydalanırlar.

Oysa tekçi kültür homojen ve mutlakiyetçidir. Farklıklara tahammül etmez ve önünü keser. Kendini tamamen dar bir alana hapsederek, tek tipleştirir. Dışarıya kapalı, hoşgörüsüz, değişime karşı ve baskıcıdır. İnkarcı zihniyet ekseninde gerçekleştirdiği baskıyı, dış dünyayla temasın sınırlandırılmasını, kültürel azınlıkların zorla denetlenmesini, asimile edilmesini ve tamamen yasaklanmasını öngörmektedir. Entelektüel açıklık, alçak gönüllülük, farklılıklara hoşgörü, eleştirel özbilinç, zihinsel ve ahlaki değerlerin gelişimi için gereken erdemlerden yoksundur.

Kültürel, kimliksel farklılıkların eşitliğinin sağlanması, özgür bir toplumun yaratılması, demokratik zihniyet dönüşümün ve anlayışın geliştirilmesiyle mümkündür. Farklılıkları bir zenginlik olarak gören ve kendilerini koruma, yaşatma, geliştirme ve kurumsallaştırmalarını anayasal güvence altına alan bir noktadan eğitim politikaları oluşturarak, eğitim sistemini özgürlükçü, bilimsel ve demokratik değerler temelinde şekillendirir. Bu paralelde farklı etnik kesimlerin, kendi tarihlerini öğrenmelerini, kültürel tüm değerlerini yaşatmalarını, yaşamın bütün alanlarında anadilleriyle iletişim kurmalarını, politik ve sosyal yaşama kendi kimlikleriyle yer almalarını sağlayarak çağdaş demokratik bir toplumun inşasını sağlar.

Türkiye’de asimilasyon süreci

Tarihsel gelişim sürecinde egemen sistemler, kendilerini yaşatabilmek için eğitimi bir araç ve amaç olarak kullanmışlardır. Öteki olanın inkârı, esaret altına alarak sömürme üzerine kurumsallaşarak varlıklarını sürdüren bu sistemler, eğitimi devlet aracılığıyla, kendi ideolojik yapısı ve ihtiyaçlarına göre şekillendirmiştir. Böylelikle, eğitim kamusal bir yapı içerisinde, kendi yarattıkları değerlerin, yeniden üretildiği bir alan haline getirilmiştir.

Eğitim, kişinin yaşamının tüm aşamalarında hem öğretimle, hem de öğretim dışı yollarla bilgi ve beceri kazanma sürecidir. Kamusal bir yapı içerisinde gerçekleşen öğretim süreci, aynı zamanda egemen güçler tarafından, kendilerini yaşatan toplumsal değerlerin yeniden üretildiği bir alan olarak değerlendirilmekte. Günümüzde dünya bazında, eğitimin evrensel düzeyde temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi, bir yandan hak ve özgürlüklerin kullanılmasını ve genişletilmesini kolaylaştırırken, diğer yandan resmi ideolojilerin varlıklarının sürdürmelerinin aracı haline getirilmiştir.

Kuşkusuz her ulus eğitimi, varlık gerekçesi olan kendi anadilinde gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla bir ulusun olmazsa olmazı olan anadili, tüm kültürel varlığının eğitim süreçleriyle yoğurmaktadır. Dil, bir ulusun kültürünün oluşması ve gelişmesi için temel öğelerin başında gelir. Bir toplumun kültürü, değerleri, becerileri ve bütün bilgisi bireylere dil yoluyla aktarılır. Dil, bireylere kültürün bir parçası olarak aktarılır, ama kültür de gene dil yoluyla aktarılır. İnsanlar ait oldukları ulusun diliyle kültürel bir varlık olurlar.

Bilimsel olarak yapılan tüm araştırmalar, Anadilinde eğitim ve öğretim yapılmaması, bireyin sosyalleşmesinde eksikliğe, kimlik bozulmasına, ulusal değerlerine katkıda bulunamamasına, çevreden izole olmasına ve dolayısıyla güvensizlik duygusuna kapılmasına neden olduğunu ortaya koymaktadır.     

Türkiye’de eğitim sistemi başından beri; felsefesi, politikası, kültürlere yaklaşımı, insan haklarına bakışı ve tarihe olan yaklaşımıyla tekçi (tek dil, tek din, tek ırk, tek cins) bir zihniyeti hakim kılınmıştır. Farklı kimlikler etkin bir şekilde ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Gerici müfredat, ezberci eğitim yöntemleri, ırkçı-şoven ve cinsiyetçi zihniyet rejimin adeta varlık gerekçesi sayılmıştır. Sorgulamaktan korkan, benmerkezci, tek tip düşünen insan tipini yaratmıştır. Ders kitapları genellikle açık ve örtük cinsiyet ayrımcı bakış açısıyla yazılmaktadır.

Türk ulusçuluğu, Türk milliyetçiliği, İttihat ve Terakki ile başlayarak devletin resmi ideolojisi haline gelmiştir. Lozan Anlaşması ile farklılıkların ve azınlıkların yalnız gayrimüslimler üzerinden tanımlanması, diğer kesimlerin Türk sayılarak asimile edilmesini kolaylaştırmıştır. “Türk devleti ile vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” düşüncesi anayasal güvenceye alınmıştır. 1923 tarihinde kurulan ulus devlet, milliyetçilik ideolojisi ekseninde, ülkenin her yerinde merkezi otoritesini kurmaya başlamıştır. Batı Avrupa’da ırkçı düşüncelerin yaygınlık kazanması da bu döneme rastlamaktadır. İtalya’da Mussolini’nin başını çektiği faşist harekatın iktidara gelmiş olması, Almanya’da Hitler’e bağlı Nazi partisinin iktidara aday bir parti haline gelmesi, ırkçı düşüncelere saygınlık kazandırmıştır. Tüm bu koşullar Türkiye üzerinde etkin olmuş ve milliyetçiliğin yükselişini körüklemiştir.

1924’te çıkarılan “Teşkilatı Esasiye Kanunu,” özerk yönetimler oluşturabilme ilkesini kaldırmış, otoriter ve merkeziyetçi bir devlet yapısına olanak sağlamıştır. Farklı ulusal toplulukların ve değişik kültürlerin bir arada yaşadığı Türkiye’de, türdeş bir ulus oluşturmak için öncelikle red ve inkara dayanan bir baskı politikası uygulamaya konulmuştur. 1925’te (CHF, İsmet İnönü) “Takrir-i Sükûn Kanunu” çıkarıldıktan sonra öncelikle basın susturulmuş, her türlü düşüncenin açıklaması yasaklanmış, muhalefet yasaklanarak bastırılmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur.

Kuşkusuz çeşitli ulusal toplulukların kimliğini ve kültürünü yadsıyarak, onları Türk olmaya zorlayan bir baskı politikası tek başına yeterli olamazdı. Buna ek olarak uygun ideolojik araçların da geliştirilmesi gerekiyordu. Öncelikle Türk ulusunu oluşturan vatandaşların aynı kökten geldiklerini ve ırksal bir bütünlüğe sahip olduklarını kanıtlayacak bir ideolojiye ihtiyaç vardı. Bunun için öncelikli olarak, “Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorileri” geliştirildi. Bu teorilere göre neredeyse dünyadaki bütün uygarlıkları Türklerin kurduğu, bütün dillerin kökeninin de Türkçe olduğu iddia ediliyordu. Bunları kanıtlamak ve yaymak için “Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu” oluşturuldu. Bu kurumlar Türkiye’nin ulus-devlet inşa sürecinin önemli mihenk taşları olup, oluşturulan “tez”lerin kanıtlanması görevini de üstlenmişlerdir. Buna paralel olarak kurulan “Türk Ocakları”, Türk ulusal kültürünün yaratılmasında ve Türk ulusal kimliğinin inşasında önemli rol oynamıştır. Bu derneğin kurultaylarında yapılan konuşmalarda, kültürel çeşitliliğe kesinlikle yer verilmeyeceği ve yer verilmemesi gerektiği sık sık dile getirilmiştir. Çok dilliliğin yasaklanması, Türkçeden farklı bir dille konuşanların para ve hapis cezaları ile cezalandırılması yoluna gidilmiştir.

Bu dönem Kürtlerin Orta Asya’dan geldiklerine, Oğuz Türklerinden olduklarına ve dillerini zamanla Arap, Fars, Ermeni ve benzeri dillerin etkisi altında kaybettiklerine ilişkin yoğun çalışmalar yapılmasına ve devlet zoruyla benimsetilmek istenmesine rağmen, etkili olunamamıştır. Bunun önemli nedenlerinden biri, Kürt aşiretlerinin Osmanlı döneminde yönetsel ve ekonomik özerkliklerinin kültür ve eğitim alanında da geçerli olması idi. Bu durum elbette ki ulusal ve kültürel kimliğin zayıfta olsa şekillenmesine katkı sunmuştu.

Kürtler, yüzyıllar boyunca kendi topraklarında değişik basamakları olan, bağımsız Kürt medreselerinde eğitim görmüşlerdi. İlk kademedeki köy medreselerinde eğitim tamamen Kürtçeydi. Yüksek derecede eğitim veren medreselerde ise Kürtçeyle birlikte Osmanlıca, Arapça ve Farsça da okutulurdu. Bu medreseler fıkıh, kelam, İslami bilgilerle birlikte, çağın diğer bilimleri öğretilirdi. Mezunları aldıkları eğitimin derecesine göre müftü, imam, yerel idari kurumlarda yöneticilik ve çeşitli dairelerde memurluk yapmaktaydılar. 19.yy‘lın başlarına kadar Kürt medreseleri aşiret beylerinin oturdukları merkezlerde, onların koruması ve desteğiyle çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Büyük merkezlerde oturan güçlü beylerin kurduğu yüksek dereceli medreselerde din bilimleri yanında dil bilgisi, tıp, biyoloji ve fen bilimleri okutulmaktaydı. Medreselerin kapatılması, tek kültürlü homojen bir ulus oluşturmanın aracı olarak kullanılmıştır.

Bu dönem çıkarılan “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” Kürtçe eğitimi tamamen yasaklamıştır. Kürtlerin dilini, kültürünü yasaklayan ve eğitim olanaklarını ortadan kaldıran zorlayıcı bir asimilasyon uygulamasına karşı oluşan ulusal tepkiler, Kürt aşiret beylerinin tarihten gelen özerkliklerine sınırlamalar getiren uygulamaların neden olduğu feodal tepkilerle iç içe girmiştir.

Kürt aşiretlerinin mecburi iskanını ve Kürtçenin konuşulmasını yasaklamayı öngören “Şark Islahat Planı” asimilasyon politikalarının önemli bir halkasını oluşturuyordu. “1934 yılında çıkarılan Mecburi İskan Kanunu” ise bu planın bir devamı olarak yığınsal sürgünlerin aracı olmuştur. Temel amacı Kürt dilini yasaklamak ve Kürtleri asimile etmektir. Hükümet feodaliteyi tasfiye etmek bir yana, yeni düzlemde Kürt feodalleriyle ittifak kurarak, halkı denetlemeye çalışmıştır. Plan şarkta idari yapının değiştirilmesi, şark vilayetlerine yetkilendirilmiş valilerin gönderilmesi, aşiretlerin uygun görülecek alanlara yerleştirilmesi yargı organlarının yeniden donatılmasını kapsamaktadır. Yani Kürtlerin asimile olmalarını sağlayacak biçimde, Türk nüfusu içinde iskân edilmelerini öngörmekte ve iskan yerlerinde topluluk, mahalle, köy oluşturacak biçimde bir araya gelmelerini yasaklamaktadır.

Şark Islahat Planı’nın 11. madesine göre; “Ana dili Türkçe olmayanlardan toplu olmak üzere, yeniden köy ya da mahalle, işçi ya da sanatçı kümesi kurulması ve ya bu gibi kimselerin bir köyü, bir mahalleyi, bir işi veya bir sanatı kendi soydaşlarına inhisar etmeleri yasaktır.” Yine 13/3. maddesine göre; “Türk ırkından olmayanların serpiştirme suretiyle, köylere ve ayrı mahallelere veya küme teşkil etmeyecek şekilde, kasaba ve şehirlere iskânları mecburidir.” denmektedir.

Planın bir diğer canalıcı boyutu ise özellikle bu asimilasyoncu politikaların yaşam bulabilmesinin en etkin aracı olan eğitimin, bölgenin en ücra köşesine götürülmesi esaslarına dayanıyordu. Dünyada çok kültürlülük yönünde yaşanan demokratik gelişmelerin aksine Türkiye’de rejim tek dil politikasına dayalı eğitim sistemini ısrarla sürdürmüştür.

Türk rejimi özellikle 1950’lerden sonra uluslararası sistemin ve Avrupa’nın bir parçası olmaya çalışmış, bu kapsamda çok yönlü sözleşmelere taraf olmuştur. Ancak bu sözleşmelerin gereğini yerine getirmemiş, çekinceler koyarak tekçi politikalarda ısrar etmiştir. Avrupa Konseyi içinde farklılıkların dil ve kültürel haklarını tanımayan tek ülke Türkiye’dir. 12 Eylül faşizminin anayasası ırkçı, gerici, Türk İslam sentezci ideolojiye hukuksal meşruiyet sağlamış ve bunu bir devlet politikası olarak topluma dayatmıştır. Anayasası’nın 66. maddesinde; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denmektedir. Kültürel haklar içinde değerlendirilebilecek olan “Eğitim hakkı ve öğrenim özgürlüğü” ise 1982 Anayasası’nın 42/1 maddesinde “Türk vatandaşlarının anadili Türkçedir. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez,” denilerek, tek tip bir toplum yaratma politikalarına ağırlık verilmiştir.

Ancak farklı toplumsal kesimlerin inkar edilerek katliam ve soykırım uygulamlarına tabi tutulması hiç bir zaman kabul görmemiştir. Bu nedenle yüz yıllık cumhuriyet dönemi isyan/direniş ve bastırma ikileminde çatışmalara sahne olmuştur. Özgürlük Hareketi öncülüğünde gelişen Kürt halkının özgürlük, eşitlik ve demokrasi mücadelesi ise Türkiye’nin son kırk yılına damgasını vurmuş, rejimin inkar politikasını geçersiz hale getirmiştir. Bu gün Kürt halkının özgürlük mücadelesi tüm dünyada ilgiyle karşılanırken, rejimi her zamankinden çok çıkmaza sürüklemiştir. Kürt sorununu çözemeyen rejim, daha da gericileşerek, demokrasinin kırıntısını dahi ortadan kaldırarak, geleneksel bastırma yöntemlerini en ağır biçimde devreye koymuştur. Böylece Kürt halkının özgürlük mücadelesini boğmak isterken, Erdoğan sultasında katı bir diktatörlük tesis etme yoluna gidilmiştir. Fakat zamanın ruhuyla bağdaşmayan bu politikaların sürdürülme şansı yoktur.

Kültürel çeşitliliğin ve bir arada yaşamın güvencesi olarak Demokratik Özerklik

Çok kültürlü toplum dil, din, etnik köken ve ulusal kültür açısından birbirinden farklı toplulukların bir arada yaşadıkları toplumdur. Bu bağlamda Avrupa’da farklı etnik ve kültürel sorunları kültürel çoğulculuk anlayışıyla çözme, gönüllü birliktelik ve barış içinde yaşamanın güvencesi görülmüş, temel politika olarak benimsenmiştir. Eşit haklı, modern vatandaşlık anlayışı, bu ülkelerde toplumsal kültürün bir parçası haline gelmiştir. Devletin resmi dili ve kültürü yanında, diğer dil ve kültürlerin en geniş biçimde kullanımına olanak tanınmıştır. Bu durum farklı kültürlerin sürtüşmelerini ortadan kaldırmıştır. Böylece toplulukların kendilerini ifade etme ve temsil hakkına kavuşmaları için, Avrupa ülkelerinde farklı federal, konfederal sistemler ve özerk bölgeler oluşturulmuştur. Yani kültürel farklılık ya da dilsel farklılık toplumun ayrışmasına değil, toplumun bütünleşmesine hizmet edebilir hale getirilmiştir.

Tarihsel bağlamda çok kültürlülük tartışmaları Kanada’da 1960’lı yıllardaki Fransız ve İngiliz dillerinin kullanımı konusundaki anlaşmazlıklardan kaynaklanmış; daha sonra bu tartışmalar çok uluslu ve çok etkili toplumları da içine almıştır. Türkiye’de de Özgürlük Hareketinin yarattığı gelişmelerle birlikte, ‘90’lı yılların sonundan itibaren başta akademik çevreler olmak üzere, belli kesimlerce tartışılmaya başlanmış, ancak bütünlüklü bir çözüm önerisine dönüşememiştir.

Kürt Halk Önderi sayın Öcalan tarafından geliştirilen, Demokratik Konfederalizm ve Demokratik Ulus kavramsallaştırması içinde Demokratik Özerklik önermesiyle, Kürt sorununun kapsamlı çözümü öngörülmüştür. Bu önerme, toplumu oluşturan her tür farklılığın, kimliğin, kültürün kendi öz örgütlenmesi ile siyasal alanda temsil edilmesi gereğini vurgulamaktadır.

Kürt Halk Önderi Öcalan Demokratik Konfederalizmi şöyle tanımlamaktadır; “Demokratik konfederalizm, demokratik modernitenin temel politik biçimi olup, yeniden inşa çalışmalarında hayati bir rolü ifade eder ve çözüm üretmenin en uygun demokratik siyaset aracıdır. Demokratik konfederalizm, modernitenin ulus-devlet eliyle yürüttüğü monolitik, homojen, tek renkli faşist toplum modelinden kaynaklanan etnik, dinsel, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal sorunlarına karşı temel çözüm aracı olarak demokratik ulus seçeneğini sunar. Demokratik ulusta her etnisite, dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçeklik kendi öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla yer alma hakkına sahiptir.”

Demokratik Özerklik, Kürt sorununun demokratik çözümünü ve Kürt halkının statüye dayalı temsil hakkını öncelerken, toplumun tüm kesimlerinin yararına ülkeyi radikal demokrasiye ulaştıracak bir önermedir. Elbette bu önerme yalnızca demokratik çözüm modeli ve çözüm seçeneği değil, halkların bir arada ortak yaşam arayışlarına karşılık verecek başlıca çözüm yöntemidir. Demokratik Özerklik Çözümü, Demokratik Toplum Partisi (DTP) tarafından meclise sunulduğunda, inkarcı ve statükocu devlet aklının bilinen refleksiyle karşılandı. Ancak 2012’den itibaren özellikle Demokratik Toplum Kongresi’nin (DTK) yoğun faaliyetleri sonucunda ülke gündemine girdi; üzerinde yoğunca tartışıldı, konuşuldu. Yapılan kimi konferans ve çalıştaylara hükümeti temsilen katılımların olduğu da bilinmektedir.

Demokratik Özerklik, özellikle 2014 yılında Çözüm Süreci bağlamında, üzerinde en çok konuşalan konuların başında geliyordu. Önemli bir kesim tartışıyor, fikir belirtiyordu. Farklı toplumsal kesimlerin demokratik taleplerine karşılık verebileceğine ve Kürt sorununda gerçekleşebilir bir çözüme ulaşılabileceğine dair bir seçenek olarak görülüyordu. Dolayısıyla Türkiye’nin yüz yıllık demokratikleşme sorunları için önemli bir fırsat ve imkan sunuyordu. Ancak 7 Haziran 2015 seçimleri ve Rojava’daki gelişmeler sonrasında, Tayyip Erdoğan/AKP iktidarının çözüm masasını devirmesiyle birlikte bu fırsatlar heba edildi.

Gelinen aşamada AKP-MHP-Ergenekon faşist ittifakı, 1924 paradigmasına dönüş yapmış ve Şark Islahat Planı’nı güncelleyerek, devreye koymuştur. Ve bu gün rejim, Kürtlere karşı geliştirdiği bu imha ve inkar konseptini, yüz yıl geriye giderek daha da derinleştirmekle, tarihsel gelişmelerin dışına düşmektedir. Tarihte zamanın ruhundan koparak sorunları çözebilen bir toplum ve ülke örneği yoktur.

Özellikle son yüzyılda Avrupa’daki demokratikleşme süreci, çok kültürlülük ve farklılıkların temsil hakkının tanınmasıyla paralel gelişmiştir. Dolayısıyla katı merkeziyetçilik yerine adem-i merkeziyetçilik esas alınmıştır. Erdoğan’ın öncülüğündeki ‘yeni Türkiye’ rejimi ise katı merkeziyetçiliği ve otoriterliği mutlak hale getirerek, Kürt halkının dil, kimlik, kültür ve statü talebine karşı kültürel soykırımı derinleştirmeyi, stratejik hedef olarak belirlemiştir. Rejimin Kürt varlığına karşı, dizginsiz şiddetin tüm yöntemlerini kullanarak sonuç almaya çalışması, beyhude bir çabadır. Halkın iradesinin somutlaştığı belediyeleri gasp ederek, dil, kadın ve kültür kurumlarını kapatarak, cenazelerine, mezarlarına hunharca saldırarak istediği sonuca ulaşması mümkün değildir. Bu yöntemler yüz yıldır uygulanmış ve geçersizliği fazlasıyla kanıtlanarak, mahkum edilmiştir. Einstein, “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemek aptallıktır,” demektedir. Türk rejiminin aynı politikada ısrar etmesi, aptallığın ötesinde, Kürt korkusuyla aklını yitirerek bir şuursuzlaşma halidir.

Erdoğan rejimi, özellikle Kürt Dil Bayramı’nın kutlandığı bir günde, Kürt halkının iradesinin temsiliyet bulduğu beş belediyeyi gasp etmesiyle, soykırımcı politikalarda ısrar edeceği yönünde özel bir mesaj vermektedir. Yerel Yönetimler, halk iradesinin doğrudan yansıdığı yerel demokrasinin temel araçlarıdır. Zor kullanarak gerçekleşen gasp ve işgal, sömürgeci yöntemleri daha da çıplak hale getirirken, hiç kuşkusuz Kürt halkının öfkesini daha bir bileyecektir.

Kürt halkının özgürlük ve demokrasi mücadelesi belediyelere ve parlamento çalışmalarına bağlı gelişmemiştir. Aksine her türden baskı, engel ve zorbalığı aşarak bu mevzileri kazanmıştır. Türk rejimi, bu kazanımları çözümün araçlarına dönüştürebilirdi. Bu anlamda Demokratik Özerklik bir yana, taraf olunan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın gerekleri bile yerine getirilmiş olsaydı, çözüme gidecek yolda önemli bir adım olacaktı. Özellikle Çözüm Sürecin’de Sayın Öcalan’ın bu konuyu sıkça dile getirdiği bilinmektedir.

Türk rejimi, içeride çözümün kapılarını tümden kapatırken, dört parça Kürdistan’da ortaya çıkan tüm kazanımlara saldırmaktadır. Dolayısıyla Rojava’da ki kazanımlar da bu saldırıların öncelikli hedefidir. Demokratik Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Toplum Paradigması ışığında şekillenen ve eşitlik özgürlük barış ekseninde yaşam bulan Rojava yönetim modeli, bölge halklarının kültürel değerlerinin gök kuşağının rengarenk desenlerinin yelpazesini yansıtmaktadır.

Sonuç olarak, tek tip toplum yaratma politikaları tarih dışıdır. Ülkeler ve toplumlar ancak çok kimlikli ve çok kültürlü bir toplumsallık içinde demokratikleşerek gelişebilir. Bu gün Kürt halkının özgürlük mücadelesine karşı yapılan saldırılar ilk anda sonuç alıyor gibi görünse de, daha büyük kaybetmenin zeminini hazırladığını belirtmek gerekiyor. Daha büyük kaybedecektir, çünkü yüz yıl geriye giderek sonuç almaya çalışmak, her şeyden önce tarihsel diyalektik gelişime aykırıdır. Tüm baskıcı rejimler dahil ülkelerin ve halkların tarihinde böyle bir örnek yoktur. Türkiye ve bir bütün Ortadoğu için yegane çözüm, Demokratik Konfederalizm Demokratik Ulus ve Demokratik Özerklik modelindedir. Bu kaçınılmazdır. Çünkü tarihsel gelişme bu yöndedir.   

***

Kaynakça

* Abdullah Öcalan-Demokratik Ulus

* Bhikhu Parekh-  Phoenix Yayınevi

* Türkiyede Azınlıklar- Baskın Oran- Tesev Yayınevi

* Uluslar Arası Belgelerde Azınlık Hakları- Zeri İnanç- Ütopya Yayınları

* Çokkültürlü Yurttaşlık –Will Kimlicka- Ayrıntı Yayınları

* Külütrel Haklar- Pulat Tacar- Gündoğan Yayınları

* Eğitim Sen Anadilde Eğitim Sempozyumu

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.