Kafası başka şeylere basmazdı; neyse oydu

Forum Haberleri —

.

.

  • Hayatı paylaşmak doğru kelime miydi, bilmiyordu; anılar birikmişti, bu gerçekti fakat birikmiş anılardan bir hayat oluşuyor muydu artık bundan emin değildi. Kafası basmazdı böyle şeylere, neyse oydu.

MERYEM RONA

Sabahın erken bir saatiydi. İşe gideceklerin uyandıkları saatler. Güne her defasında yorgun başlanılan saatler...Adam yataktan kalktı, korkunç bir geceden arta kalan bir enkaz yığını gibi hissediyordu kendisini. Bizim buralarda güne hep yorgunlukla başlarsın, her defasında sanki yüzyılların dinlenmemiş insanları da uykundan nasiplenmek için sana musallat olurlar. Bu cümleyi bir yerde mi okumuştu, yoksa birinden mi duymuştu, hatırlamıyordu ama bir önemi de yoktu, doğru sözdü vesselam...Mutfağa geçti, kadın kahvaltıyı hazırlamıştı bile.

Adam kadına baktı. Yıllardır birlikte olduğu, yıllardır zamanı ve hayatı paylaştığı kadına...Hayatı paylaşmak doğru kelime miydi, bilmiyordu; anılar birikmişti, bu gerçekti fakat birikmiş anılardan bir hayat oluşuyor muydu artık bundan emin değildi. Kafası basmazdı böyle şeylere, neyse oydu. Çocukluğundan beri ne öğretilmişse oydu.

"Bir sorun mu var?" diye sordu kadın.

"Nerden çıkardın bir sorun olduğunu, sabah sabah ne sorunu olabilir?" diye tersledi adam.

"Çayın buz gibi oldu, kaynar kaynar içersin sen." Gayet sakindi kadın. Belki de bu aldırışsızlık havası geriyordu adamı. Yoksa kendine güven miydi bu? Her ne ise kadının üstüne sinmiş olan hava geriyor, korkutuyor, işin içinden çıkılmaz hale getiriyordu onu. "Bilmediğin, tanımadığın herşey korkutur insanı oğul, bu yüzden korkmamak için, hatta korktuğun için düşmanının üzerine yürüyeceksin"demişti babası bir zamanlar. Karşısındaki kadın şimdi bilmediği, tanımadığı biriydi. Korktuğu biriydi; öyleyse düşmanıydı...Çocukluğundan beri ne öğretilmişse oydu. Neyse oydu...

"Eğer istersen işten döndüğünde bir yerlere gidelim, konuşur sohbet ederiz. Ne dersin?"

"Eskiden ben bunu teklif ederdim hatırlarsan!" dedi adam. Canı sıkılmıştı, gerginliği yerini yavaş yavaş sıkıntıya bırakıyordu.

"Eskiden ben de bunun üstüne atlardım hatırlarsan. Sen de öyle yapsana. Hem içimiz açılmış olur."

"Senin için zaten yeterince açılmış."

"Birileri yine kulağına bir şeyler fısıldamış olmalı. Erkeklerin dedikodusu kadınlardan daha beter, daha kötücül!" Bu kez hafif bir merakla baktı adam. Sıkıntısı dağılır gibi olmuştu. Kadın hangi ara öğrenmişti onca şeyi? Fark etmediği büyük bir değişimin çarkına kapılıp gidiyorlardı sanki. Ya bu çark ezer geçerse onları? Değişimin büyüklüğüne kafası basmazdı ya, karısı gün gibi ortadaydı.

"Kötücül ne demek?"

"Mesele bu mu yani? Ben sana dedikodu diyorum, onlara kulak verme diyorum, sen iyi bir insansın."

"Hani erkekler kötüydü?! Toplantılarınızda böyle demiyor muydunuz?" Keyifle güldü. Kadın ise derin bir iç çekti, seninle ne yapacağım, der gibi bakıyordu.Yine içi sıkıldı. Çayından büyük bir yudum aldı. İşe gitmeliydi, kalkmaya davrandı, vazgeçti. Kadını kendince seviyordu, hep sevmişti. İlk yıllarda bu sevgi kadına yetmişti. Onu bütün dünyadan korumak için hiçbir yere yalnız göndermemiş, kimseyle konuşmasına izin vermemişti. Kadın bu sevgiyi anlamıştı. Eve misafir de kabul etmezdi o zamanlar, "senin aklını karıştırırlar bilmezsin sen bunları" diye savunmuştu kendini de, kadın tek bir kelime bile etmemişti. Belki de o yuttuğu bütün kelimeler daha sonra onun aklını karıştırdı diye düşündü bir an. Yuttuğu bütün o kelimeler içten içe bileylenip hançere dönüştü de ben fark edememişim. Dünyadan ne kadar saklarsan sakla, ne kadar sakınırsan sakın kadınlar isterse görünmek için bir yolunu bulur vesselam. İlk kavgalarını ne zaman yaptıklarını değil ama ne hakkında yaptıklarını hatırlıyordu. "Kadınlar olarak pikniğe gideceğiz" demişti karısı reddedilmeyeceğinden emin olarak. Adam şaşkınlıkla bakakalmıştı, kadınlar birbirini nasıl bulabiliyordu; en çok şaşırdığı buydu. Kadının gitmesine izin vermemişti ama artık hiçbir şey eskisi gibi de olmamıştı. Yıllar içinde adamın rahatı da, düzeni de, dengesi de bozulmuştu.

Bir keresinde bir arkadaşına sormuştu adam, bütün bunlar nereye varacak diye. Arkadaşı yılların siyasetçisiydi, kafası çalışırdı; herkesin, her şeyin girdisini çıktısını bilirdi. "Bu saatten sonra kadınlarla başa çıkamazsın sen. Nasıl örgütleniyorlar görmüyor musun?", "Peki ne yapmalıyım?" diye sormuştu adam boynunu bükerek. "Onlara katıl, onlara inanıyor gibi, onları destekliyor gibi yap, bak nasıl da seni kabul ederler!!" Siyasetçi arkadaşının öğüdüne uymuş, "gibi yaparak" "gibi yaşayarak" davranmaya çalışmıştı bir süre. Bir siyasetçiden daha mı iyi bilirdi? Kafası basmazdı böyle şeylere, neyse oydu. Bu yüzden olsa gerek, bir süre sonra tüm "gibi"leri bir kenara bırakarak kendi basit hayatına dönmüştü. Gerçekte dönebilmiş miydi, o tartışılırdı işte! Kadının sesini duydu. Ne zaman konuşmaya başlamıştı; hatırlayamadı. Dinlememişti. Zaten epey bir vakittir dinlemeyi bırakmıştı.

Kulağına çalınan "özgürlük", "halk", "bedel" kelimeleri onun için baştan beri pek bir şey ifade etmemişti ama kadın bir türlü anlamak istemiyordu.

Sonra birden kadınla birlikte gittiği son toplantıyı hatırladı; seçim toplantısı mıydı yoksa bir derneğin miydi? Ne önemi vardı, ruhunu kasıp kavuran kıskançlığa ilk kez o gün yenildiğini anlamıştı. Oysa kadın son yıllarda söyleyip durmuştu; kıskançlık zehirdir, ikimizi de yakar anla artık! Bu zehir sahiden de yakıcı, yıkıcı, tüketiyor beni. Sorsalardı adam kadını niye ve kimden kıskandığını açıklayamazdı. Son toplantıda da öyle olmuştu.

Yıllardır birlikte olduğu, her şeyini bilip tanıdığını sandığı kadın konuşma kürsüsünde birdenbire değişmiş, büyümüş, adeta muhteşem bir varlığa dönüşmüştü.

Her kesimden kadın erkek onu kutlamak için çevresini kuşattığında adam olduğu yerde büzülmüş, o büyüklüğün altında ezilmişti sanki. Kendisi dışında bir varlığa bürünen kadını artık elinde tutamayacağı, küçücük dünyasına hapsedemeyeceği kafasına dank etmişti. Hele o erkekler yok muydu, "gibi" yapan erkekler...

İçindeki öfkeyle kalakalmıştı orada. Ama zaten kafası basmazdı böyle şeylere, neyse oydu.

Kadın hala konuşuyordu. Gelecek güzel günlerden bahsediyordu, çocukların mutlulukla oynayacağı, sınırlara takılmadan koşuşturacağı, aç kalmayacağı, silahları, gazları, tankları tanımayacağı günlerden...Yaşlılığın güzel bir ihtimal olduğu zamanlardan...Adam dinlemiyordu. Bezginlik ve öfke arasında gidip geliyordu sadece. Sonunda öfkesi yavaş yavaş söndüğünde geriye bıkkınlığın ağır tortusunun kaldığını fark etti. Dili damağı bu tortunun kalıntıları ile keçeleşmişti adeta. İşe gitmeliyim diye düşündü, yine kalkmaya davrandı. Su içmeliydi, boğazı kalıntılardan, tortulardan dolayı yanıyordu. Kadından su istemeyi denedi, beceremedi. Kalktı adam, musluktan bir bardak su doldurdu, içti. Bir daha doldurdu, içti. Kadın bir terslik olduğunu anladı, sustu.

Suskunluk aralarına ağır, yapış yapış bir kan damlası misali girmişti. Kan damlası diye geçirdi aklından. İlk kez kadının susmamasını ya da hiç konuşmamasını istiyordu. Bardağı tezgaha bırakırken gözü kahvaltı için doğranmış domates tabağına, tabağın yanındaki çatala, bıçağa ilişti.

Kadın ne aradığını sordu. "Hiçbir şey" dedi adam ilgisizce, "sus, daha fazla konuşma" diye geçirirken içinden. Kadın, "ne arıyorsan söyle vereyim" dedi yeniden. Adam kadının yüzünü seyretmeye başladı; gözlerini, dudaklarını, saçlarını...Elleri ise tezgahın üzerinde geziniyordu. Kavradığı neydi, bıçak mı? Ekmek bıçağı. "Ne yapacaksın o bıçağı?" Kadının gözleri inanmazlıkla açılmıştı.

"Her şeyi ille bilmelisin, değil mi?" dedi adam. "Her şeyi öğrenmek zorundasın, değil mi?" Kadının tam karşısında durdu. O inanmayan bakışlara aldırmadan bıçağı saplamaya başladı. Kan damlaları her yere saçılmıştı. "Neden?" diye sordu kadın fısıltıyla. Gözleri bir hayale takılı kalmış gibiydi.

İnandığı ama asla görmeyeceği zamanlara, yaşlılığın güzel bir ihtimal olduğu zamanlara..."Neden?" diye sordu kadın yeniden, ısrarla bir açıklama bekliyordu.

"Hak ettiğini düşündüm," dedi adam. "Bilirsin beni, ben neysem oyum." Kadın yere yığıldığında adam elindeki bıçağa baktı. Bıçağın her saplayışta çıkardığı sesle birlikte tüm öfkesi, tüm bezginliği, tüm kıskançlığı akıp gitmişti. "İşe gitmeliyim" dedi yeniden. Bıçağı temizledi, bir gazete parçasına sardı. Üstünü değiştirdi. Her zamanki gibi evden çıktı. Bıçağı ceketinin iç cebine yerleştirmişti. Adım attıkça bıçak göğüs kafesine değiyordu.

Adım attıkça kadını mutfakta öylece bıraktığını hatırlıyordu. "Bugün hiçbir yere gidemeyecek" dedi kendi kendine.

İş yerine girdiğinde rastladığı herkesi selamladı, hal hatır sordu. Bıçak hala göğüs kafesine değiyordu. Çay ocağına gitti, demlikleri yıkayıp çayları demledi. Bardakları doldurup çayları dağıtmaya başladı.

Gün boyu çay demledi, çay dağıttı, bardakları yıkadı. Akşam iş çıkışında polisler onu almaya geldiklerinde herkes ne olduğunu öğrenmişti.

Dehşet içinde ona bakıyorlardı. "Neden" diye soruyorlardı, umursamadı. Göğüs kafesine değen bıçağı almışlardı ondan, en çok bu koydu kendisine. Sanki kadını elinden almışlardı; boşluğunu duyuyordu. Küfredenleri işitti, beddua edenleri. Umursamadı. Çocukluğundan beri ne öğrenmişse oydu.

Kafası başka şeylere basmazdı; neyse oydu...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.