Kaybın yasını anlamak neden önemli?

Toplum/Yaşam Haberleri —

Cumartesi Anneleri

Cumartesi Anneleri

  • Agamben’e göre iktidarın kurguladığı ‘normatif yurttaşlık’ tanımına uymayan kişilerin ölümü, kamusal alanda görmezden geliniyor ve yakınlarının yas tutması da elbette meşru görülmüyor.

BİLGE AKSU

Özcan Alper’in Karanlık Gece’sini izledikten sonra yeniden aklıma düşen bir husus var: Bir yakınını kaybetmek ve akıbetini bilmemek. Malum olduğu üzere, bu edebiyatın en kadim konularından biri aynı zamanda. Tevrat’tan Kuran’a kadar gelen kutsal metinlerde hemen herkesin en iyi bildiği hikayelerden biri bununla ilgili. Kıskanç kardeşleri tarafından bir kuyuya atılıp sonrasında tüccarlara satılan zavallı Yusuf’un kaybından sonra, babası Yakup’un kimilerine göre kırk yıl gözyaşı döktüğünü biliriz. Bazı anlatımlarda bu yalnızca gözyaşı dökmekle sınırlı değildir, Yakup öylesine büyük bir yas sürecine girmiştir ki, bir zaman sonra fiziksel problemler dahi yaşamış ve gözlerini kaybetmiştir.

Modern dönemde kimisi sembolik, kimisi gerçek bir kayba ilişkin birçok anlatıdan söz etmek mümkün. Örneğin Albertine’i arayıp duran Proust’un kahramanı ya da Kara Kitap’ta Rüya’nın peşine düşen Galip’in bu arayışları, eski edebiyat geleneklerinde olduğu gibi sembolik bir arayışa benzer. Anlatı boyunca söz konusu kaybın psikolojik tahribatını derinden hissettiğimiz bu karakterlerin yaşantıları alt üst olmuş, hayata dair tek gayeleri, kayıplarından herhangi bir haber alabilmek haline gelmiştir.

Ağıtçı kadın

Sembolik olmayan kayıplara dair anlatılar da sıklıkla karşımıza çıkar. Kemal Varol, Ucunda Ölüm Var kitabında, onlarca yıl evvel kaybettiği eski bir aşkını arayan ağıtçı bir kadını anlatır bize. Ülkenin birçok şehrini karış karış gezerken o eski aşkı Heves Ali’ye dair bir iz yakalamaya çalışan ağıtçı, aşığının ölüp ölmediğini dahi bilmez. Fakat bu noktada önemli olan husus, ondan herhangi bir haber dahi alamamasıdır.

Kaybın ve ardından gelen yas sürecinin yalnızca ölümle ilişkili olmadığını evvelden biliyoruz. Halk edebiyatında sıklıkla rastladığımız karasevdalı aşık hikayelerinin bir kısmında da bu izleği görürüz. Sevdiği kızı başkasına veren zalimlerin arasında, bir daha ona ulaşamayıp ‘deliren’ çok fazla karakterimiz mevcuttur. Bu kızlar kimi zaman uzak diyarlara göç eder, kimi zaman yanı başınızda olsa dahi ulaşamayacağınız bir konuma geçerler. Her ikisinde de aşığın yası meşrudur elbette.

Günümüzün tuhaf ilişkiler dinamiğinde adı geçen afilli kavramlara dahi dönmüştür bu yas türü. Bağlılık içermeyen, flörte dayalı bir ilişkinin daha başlarında, herhangi bir sorun ihtiva etmeyen bir iletişimin aniden kesilmesinin de benzer bir yas sürecini doğurduğunu belirtiyor psikoloji bilimi. Henüz Türkçeye kazandırılmamış bir kavramla açıklanıyor bu: Ghosting. Yani puf diye yok olma, iz bırakmama, hayalet olma… Konuştuğunuz kişinin hiçbir sebep öne sürmeden, sizi aniden hayatından çıkarması, elbette sebebe ilişkin bir dayanak bulamadığınız için, benzer bir tepkiyi doğuruyor zihnimizde.

Kimilerince ‘Bilişsel kapanış ihtiyacı’ olarak adlandırılan bir refleksin ortaya çıkışıyla ilgili aslında hepsi. Beynimiz, belirsiz kalan durumları, daha konforlu hissettiğimiz belirli durumlara dönüştürmek istiyor. Bunu yapmak için kimi zaman olmadık senaryolar kuruyor, sebepler üretiyor. İletişimi kesen kişinin başına bir şey gelmiş olma, cevap vermeyi unutma, yolculuğa çıkma, hastalanma ihtimalleri akla getiriliyor. Zaman geçtikçe bunların hiçbiriyle alakalı olmadığı anlaşılıyor ve asıl yas süreci ortaya çıkıyor.

Elbette flörtöz kişilerin kısa süreli ya da karasevdalıların belki bir ömür boyu hissettiği duygu durumlarından bahsetmek değil asıl amacım. Bu mefhum öylesine derin ve çok yönlü ki üzerine düşünmeye başladığınızda işte böyle hem gündelik örnekler doluşuyor insanın kafasına, hem de anımsayıp bir kenara bırakılamayacak kadar ciddi örnekler.

Kaybolup giden Ali

Özcan Alper, yas mefhumunu kullanmayı tercih eden bir yönetmen. İlk filmi Sonbahar’da da bunu görmüştük, bu seneki son filmi Karanlık Gece’de de. Sonbahar’da daha çok, göz göre göre gelen bir kaybın yası sarmalıyordu filmi. Bu sonuncuda ise oldukça karanlık bir fail-mağdur ilişkisi öne çıkıyor. İshak karakterinin, köye atanan temiz yüzlü ‘Kadıköy çocuğu’ Ali’yle olan arkadaşlığı, köydeki diğer erkeklerin araya girmesiyle, epey korkunç bir neticeye doğru ilerleyecekti. Akabinde köyü terk eden İshak, tam yedi yıl sonra annesinin hastalığı sebebiyle geri döndüğünde elbette kapatılan bu karanlık olay yeniden canlanacaktı. Bu aşamada İshak’ı bir sorgulamaya iten ve kaybolup giden Ali’nin peşine düşüren şey, köyde rastladığı Ali’nin ailesiydi. Onların yıllar süren arayış sonucunda geldikleri noktayı ve tamamen harap olmuş psikolojilerini gören İshak, ani bir vicdan muhasebesiyle yüz yüze kalıyordu. Buradan sonrası ise, ailenin yaptığı gibi, kaybolan birini arama hikayesiydi.

Ali’nin babasının yaşadığı sürecin psikolojik yönü, daha önce belirttiğim bilişsel kapanış ihtiyacına dair. Ölü ya da diri, oğlunun izini bulmak isterken içine girdiği durum ise ‘belirsiz/donmuş yas’ olarak adlandırılıyor. Bir sebep sonuç ilişkisi var bu kavramlar arasında. Kaybettiğimiz yakınlarımızın akıbetine dair ipucu arayıp durmamız o kapanış ihtiyacına dairken, süreç boyu sürüncemede kalan yasımız ise belirsiz yasın ta kendisi.

Yasın hiyerarşisi

Butler ya da Agamben gibi düşünürler, bu konuyu Holokost ekseninde ele alırken bazı yeni kavramlar üretmiş. Yas tutmanın iktidarla olan ilişkisine dair geliştirdikleri söylemlerde, özet olarak yasın bile bir hiyerarşisinin olduğu sonucuna varmışlar. Agamben’e göre iktidarın kurguladığı ‘normatif yurttaşlık’ tanımına uymayan kişilerin ölümü, kamusal alanda görmezden geliniyor ve yakınlarının yas tutması da elbette meşru görülmüyor.

Buna benzer bir hikayeyi, tam olarak aynı yerden yola çıkmasa da, Kurak Günler’de görmüştük. Yine oldukça ‘karanlık’ bir gecenin sabahında ölü bulunan zavallı Pekmez’in neden ve kim tarafından öldürüldüğünün açığa çıkması için kendini paralayan babası, sırf kimliklerinden ötürü (Roman) dışlanıyor, hatta yakınlarının kaldığı yer ateşe veriliyordu. Karanlık Gece’de ise bu daha çok örtük biçimde ortaya konuyor. Köye gelen temiz yüzlü Kadıköy çocuğu, zaten köylüler gibi olmadığı için, babası da köylülerin ‘öteki’ tanımına uygun düşüyordu. Dolayısıyla onun tuttuğu yas, köylüler tarafından sistematik olarak görmezden geliniyordu.

Türklüğün tanımlanış şekli

Özcan Alper ve senarist Murat Uyurkulak, filmdeki bu arayış hikayesini çok kez Cumartesi İnsanları’na benzetti. Hatta filmi onlara ithaf ettiler. Kayıp Ali’nin babası, seneler boyu harap düşerken tek bir yaşam amacına sahip görünüyordu. Oğlunun akıbetini öğrenmek ve ona dair herhangi bir iz bulmak…

Butler’ın sözünü ettiği yas hiyerarşisini kendi coğrafyamızda en çıplak şekilde hissettiğimiz durum, işte filmin de ithaf edildiği Cumartesi İnsanları. Otuz yıldır bilfiil bu arayışı sürdüren bir zincire dönüşen bu eylemlerde peşine düşülen şey, hem o belirsiz yas durumundan çıkma arzusu, hem de yas hiyerarşisini kırma isteği. Fakat seneler içinde pek çok kez bunun yıkılmayacağına dair emareler verdi iktidar aygıtı. Geçmiş dönemlerde uygulanan asit kuyularından tutun da yakın dönemlerde ortaya çıkan mezarlık saldırılarına kadar hem de. Son yüzyılda icat edilen en büyük ‘normatif yurttaşlık’ ilkelerinden biri, Türklüğün tanımlanış şekliydi. Bu tanımın dışında kalmak da pek öyle zor sayılmaz. Karanlık Gece’deki temiz yüzlü doğa aşığı çocuk örneğin, bir anda çalışma arkadaşı tarafından teröristlikle suçlanabiliyordu. Nitekim gerçek hayatta bunun izdüşümlerine rastladığımız da bir gerçek. Koyun otlatırken ya da dağda ot toplarken vurulan, yakalanıp işkence edilen köylülerin haberleri hala önümüze düşüyor. Bu kişilerin suçu, kurgusal biçimde inşa edilen tanımlara uymamalarından ibaret.

Butler ya da Agamben’in ele aldığı Holokost üzerine sayısız kitap, film ve müzik üretilmiş; sergiler ya da anıtsal müzeler inşa edilmiş durumda. Bunun iki yönlü sebepleri var. Birincisi, bunların üretildiği coğrafyada yüzleşme anlayışına dayalı olarak, işlenen suçların kabul edilerek bu hususta konuşmak isteyenlere serbestlik sağlanması. İkincisi ise, aynı zamanda birinciyi de doğuran bir süreç olarak, sanatçıların bu yas süreçlerine dair içerikler üretmiş olması. Böyle büyük acıları görünür kılıp gerekirse popüler kültürün en büyük enstrümanlarında dahi öne çıkarmak, yapılan şeyin ne derecede karanlık ve kötücül olduğuna dair bir anlatı da doğurmuş oluyor.

Türkiye özelinde çok büyük bir acı ve yas sürecini anlatan Cumartesi İnsanları ve ona benzer oluşumların öne çıkarılması, temsil edilmesi ve sanatçılar tarafından ele alınması bu bağlamda çok önemli. Karanlık Gece gibi yepyeni bir filmin buna değinmiş olması da nitekim. Bir önceki paragrafın ana metnini buraya uyarlarsak, yüzleşmeyi doğuracak sürecin başlangıcı, bazen sanatsal/edebi kurguların cesaretle bizi bu yüzleşmeye çağırmasından geçiyor. Binlerce yıllık insan öyküsünün her köşesinde yer alan bu izlek, günümüzün majör travmalar döneminde çok daha önemli hale geliyor. Hele ki depremden sonra kaç kişinin öldüğünü dahi bilmediğimiz, karartılmış bir medya aygıtı ortada dururken…

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.