KDP’nin suç pratiği ve aydın tavrı
Forum Haberleri —
- Türkiye’nin ikinci yüz yılında Kürtleri bekleyen tehlike jenosit değil, etnosittir. Uzun vadeye yayıldığında, halkların kolay kolay baş edemeyeceği bir fiildir bu. Türk devleti, Kürt halkını bu yüz yılda kültürel olarak dönüştürmeyi öncelikli hedef olarak belirlemiş durumda.
- Bugün KDP’nin içine düştüğü durumun karşısına dikilmek, her Kürt aydınının tarihsel görevidir. KDP, Türk devletinin bölgesel düzeyde yol açtığı ağır tehdidin parçası olmayı tercih etmiştir. İçine düştüğü bu hal suç pratiğidir, ihanet çıkmazıdır. Bunun normalleştirilecek hiç bir yanı olamaz.
HASAN HAYRİ ATEŞ
Türkiye, Irak Federal Hükümeti ve KDP arasında bağıtlanan, “Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Güvenlik Mekanizması”, Türkiye’nin “İkinci Yüzyıl” stratejisinin temel parametrelerinden biridir.
Murad edilen ikinci yüzyıl, Kürtsüz bir Türkiye’dir; hatta Suriye ve Irak’tır. Mustafa Kemal’in özel himayesiyle Koçgiri kasabı rolünü kusursuz yerine getiren Sakallı Nurettin’in ağzından dile getirildiği üzere, “Zo diyenler temizlendi, sıra lo diyenlerde.”
Elbette bu, esasta fiziki bir temizlik olmayacak. Tabii ki istenmediği için değil, aksine Koçgiri’den bu yana kesintisiz denenmiş olup sonuç alınamadığı içindir.
O halde Türkiye’nin ikinci yüz yılında Kürtleri bekleyen tehlike jenosit değil, etnosittir. Uzun vadeye yayıldığında, halkların kolay kolay baş edemeyeceği bir fiildir bu.
Anthony D. Smith bu tehlikeyi şu değerlendirmeyle dile getirmektedir: "Fiziki soykırım, 'bir ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel grubun tamamıyla ya da kısmen' yok edilmesi niyetine işaret etse bile, paradoksal bir şekilde, 'etnosid'den, daha az tehlikelidir. Çünkü etnosid, egemenlik altına alınan etnisitelerin bağımsız kültürlerini nihai olarak sona erdirebilecek bir olgudur. Bu durumda gerçekte sona eren şey, halkların maddi varlıkları değil, farklı kültürleri, hayat tarzları ve bağımsız topluluk olma duygularıdır.”
Geçen yüz yılda kültürel kimliklerini yitiren halkların trajik gerçekliği, Smith’in tespitinin yaşam bulmuş halidir.
Dilleri başta olmak üzere kültürel kimliklerini yitiren Laz, Gürcü, Çerkez, Pomak gibi pek çok halkın durumu budur. Bu halklar, üzerlerinde bir yaftaya dönüşmüş isimleriyle artık sadece fiziken varlar. Bundandır ki Türk ulus- devletinin sınırlarına hapsedilen geniş bir coğrafya, bu gün artık kaybolmuş kültürler çölüdür. Üstelik bunun bir asır gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde yaşanmış olması, etnosidin, nasıl başedilmesi zor bir illet olduğunu göstermektedir.
Kürt halkı bu tehditi, PKK öncülüğünde gelişen toplumsal devrim süreciyle aşabildi.
Kürt halkının yüz yıllık direnme potansiyeli ve son kırk yılda büyük gelişmelere yol açan Özgürlük Hareketi’nin ortaya çıkardığı yeni çağın kadın eksenli Kürt gerçekliği, dayatılan çölleşmeye karşı bir vaha görevi yaptı. Dolayısıyla dünyanın yağmur ormanları gibi, Anadolu- Mezopotamya havzasında kültürel kimlikleriyle yaşamak isteyen toplumsal kesimlerin beslendiği oksijen kaynağı haline geldi.
İşte, Türk devleti, PKK şahsında özgürlük çizgisini ve iradesini hedefleyerek, bu kaynağı berhava etmek istemektedir. “Bölücü örgüt ile Kürt kardeşlerimizi ayırmak gerekir” derken, bir yanılsama oluşturarak, kendince hedef daraltmaktadır. Oysa örgütsel iradesini yitirmiş bir halkın esaretten kurtularak özgürleşemeyeceğini tarihsel tecrübesinden dolayı en iyi Kürt halkı bilmektedir.
AKP-MHP/Ergenekon ittifakı ile kurucu kodlarına dönen Türk devleti, Kürt halkını bu yüz yılda kültürel olarak dönüştürmeyi öncelikli hedef olarak belirlemiş durumda. Son yıllarda uygulanan tüm politikalar ve atılan pratik adımlar buna yöneliktir. Bunun son örneği ise Kürtçe klamlar eşliğinde çekilen govendlerin ve Kürtçe trafik işaretlerinin yasaklanması, hapishanelerde Kürtçe konuşmanın izne tabi kılınması oldu.
Bu uygulamalar bir örgütü değil, Kürt halkının kültürel varlığını akamete uğratmayı hedeflemektedir. Bunun şimdilik geldiği aşama ise “Türkiye-Irak Yüksek Düzeyli Güvenlik Mekanizması” ile hazırlanan bölgesel saldırı konseptidir.
Bu konseptte yer alan KDP açısından, durum hiç bir mübalağaya yer vermeyecek kadar açıktır. İmha konsepti içindeki rolünü, iki düzeyde yerine getirmeyi üstlenmiş görünüyor. Bir yandan Dış İşleri Bakanı Fuad Muhammed Hüseyin üzerinden Irak Federal Hükümeti’ni temsil ederken, diğer yandan kurumsal kimliğiyle Federe Yönetim adına dahil olmuştur. Bu utanç verici rolünü nasıl hararetle benimsediği ise, Irak Parlamentosu Grup Başkanı Viyan Dexîl’in sözleri ortaya koymaktadır.
Dexil’in İstanbul’da katıldığı bir toplantıda, “Türkiye ile beraber PKK’ye karşı savaştıklarını ve Türkiye’den PKK’yi bitirmek için daha fazla ortaklık talebinde bulunduklarını” söylediği kamuoyuna yansımıştı.
Tüm bunlar yaşanırken, aydın olduğunu söyleyen ve Kürtler adına söz uçuran pek çok kalem erbabının sessizliği ya da KDP açısından durumu normalleştirme çabaları kabul edilemezdir.
Aydın tavrının ne olup ne olmadığını en katıksız biçimde Emile Zola göstermiştir. Bu edebiyat devinin Dreyfus Davası’ndaki tavrı, aydın tutumu açısından tüm zamanların nirengi noktasıdır. Jean Paul Sartre’de Fransa’nın Cezayir politikasına karşı çıkarken, Zola’nın izinden yürümüştür. Noam Chomsky, Immanuel Wallerstein, Edwrad Said gibi pek çok şahsiyet de, tanıklık ettikleri tüm sisli zamanların deniz fenerleri oldular.
En önemlisi de Türkiyenin katliamcı politikalarına karşı beklenmedik bir itiraz geliştiren Barış Akademisyenleri oldu.
Bu bağlamda entellektüel olarak nitelediği aydın tavrı hakkında Edward Said’in dile getirdikleri, yön tayin eden bir pusula niteliğindedir: “Entellektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerekir. Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şaklaban kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.”
Edward Said’in çok açık şekilde dile getirdiği üzere, aydın güdümlü olamaz. O yalnızca doğruların ve hakikatin sözcülüğünü yapabildiği oranda aydındır. Sözgelimi bir düşmanın durup dururken bir şiddet eylemine girişmesini kınadığında, ülkesinin hükümeti bir ülkeyi işgal ettiğinde de aynı şeyi yapabillendir aydın. Başka partiyi eleştirirken, tuttuğu partinin hatası ve yanlışlarının karşısına dikilendir aynı zamanda.
Evet, bugün KDP’nin içine düştüğü durumun karşısına dikilmek, her Kürt aydınının tarihsel görevidir. Görmek ve kabul etmek gerekir ki, Kürt partilerinin kendi aralarında yaşadıkları iç sorunlardan bağımsız olarak KDP, Türk devletinin bölgesel düzeyde yol açtığı ağır tehdidin parçası olmayı tercih etmiştir. İçine düştüğü bu hal suç pratiğidir, ihanet çıkmazıdır. Bunun normalleştirilecek hiç bir yanı olamaz. Gene unutmayalım ki, tarih bazı toplumların utanç duyduğu dönemlerden söz eder. Hiç şüphesiz KDP’nin tavrı da gelecek açısından tarihin sayfalarına ağır bir utanç olarak kazınacaktır. Bu utanca sessiz kalınamaz.
Fransız devletinin tehditlerine boyun eğmeyerek, Dreyfus Davası’ndaki tavrıyla güçlü bir toplumsal itiraza yol açan Émile Zola’nın söylediği gibi, bu gün, “Suçluyorum! Benim görevim konuşmak, suç ortağı olmak istemiyorum” diyebilmek ve bunu güçlü bir aydın tavrı olarak toplumsal itiraza dönüştürebilmek gerekir. Çünkü aydının asli görevi, bağımsızlığını koruyarak, hakikati söyleyebilmesidir.