Koçgirî’nin kültürel hafızası: Cihan Çelik

Dosya Haberleri —

Cihan Çelik

Cihan Çelik

  • Cihan Çelik, Koçgirî’nin kültürel mirasını çocukluğundan günümüze taşıyor. Arşiv çalışmalarıyla da yarınlara aktarıyor. Çelik’nin sanatçı duruşu konusunda düşüncesi ise şöyle: “Nota değil, rota önemlidir. Biz elimizde olanı bile zor koruyoruz; asıl mesele bu mirası rotayı bozmadan geleceğe taşımaktır.”

 

ERKAN GÜLBAHÇE

Cihan Çelik bir yandan aileden aldıklarıyla, diğer yandan bireysel çabalarıyla Koçgirî’nin Kurdî hafızasını bugüne taşıyor.

O, ağıtların, kilamların ve stranların şekillendirdiği bir çocukluktan besleniyor. Dedelerden, ninelerden, köyde ağıt yakan kadınlardan, keman ve kemençe ustalarından öğrenilen bu kültürel miras, sanatçının müziğinin bir nevi kök hücreleri durumunda. Bu mirasın, İstanbul’da aldığı eğitimle buluşması ise onu sadece icracı değil, aynı zamanda bir arşivci, bir hafıza taşıyıcısına da dönüştürmüş.

Koçgirî’de müziğin odağında ağıtların yer aldığını söyleyen Cihan Çelik, bunu toplumun yaşadığı travmaya bağlıyor. Bu travma bir yandan da hafızayı ayakta tutan bir damar niteliğinde.

Cihan Çelik ile sanat çalışmaları ve Koçgirî’nin müzikal mirasını konuştuk.

Müzikle ilk tanışmanız nasıl oldu? Sizi müziğe yönlendiren en önemli etkenler nelerdi?

Ben Koçgirîliyim. Sivas’ın İmranlı ilçesine bağlı Kondilan (Kavalcık) köyünde doğdum, çocukluğum orada geçti. 11 yaşına kadar köyde yaşadım. Kondilan, Koçgirî’nin müzikal geleneğini en iyi yansıtan köylerinden biridir. Babam Reşo (Reşiyan) aşiretindendir. Her iki nenem de Sarikî aşiretine mensup. Sarikî aşiretine bağlı köyler -özellikle Kondilan, Arix, Karacaören, Kapıkaya, Kılıçköy ve Han- bölgede en çok şair ve ağıtçı kadınlarını yetiştirmiş yerler arasında yer alır. Benim köyüm de bu geleneğin merkezindeydi.

Köyümüzde kemençe ve keman çalan ustalar çoktu. Celal Aslan gibi isimler keman ve kemençede büyük ustalığa sahip, adeta virtüöz düzeyinde sanatçılardı. Bağlamanın usta ismi Haydar Acar köylüm ve akrabamdı. Dedem de, babam da çalıp söylerdi. Ailem köyün eski geleneğini sürdüren, ağıt ve stranlarla yaşayan bir aileydi. Böyle bir ortamda ağıtlar, kilamlar ve stranlarla büyüdüm. Müzikle ilk temasım ise 11 yaşında oldu. O dönemde flüt çalıyordum, flütü kaval gibi kullanıyordum. Babam bana bağlama çalmayı öğretti. Yazları çobanlığa çıktığımızda dedemin yanında bağlama çalıyor, stran söylüyordum. Üniversite yıllarına kadar hep bu kültürün içinde yaşadım. Müzik hayatımın ayrılmaz bir parçası oldu.

 

Ailenizin sanat yolculuğunuzdaki rolü ne oldu?

Ailem köklü bir müzik geleneğine sahipti. Dedemin babası Aziz Efendi, Alîşêr Efendi ve bölgenin ileri gelenleriyle birlikte muhabbetlerde bulunmuş; ayrıca Alîşêr Efendi ile birlikte Koçgirî Mîrî Mustafa Paşa’nın katipliğini yapmıştı. Aynı zamanda müzikle iç içe olan, çalıp söyleyen biri olduğunu babamın halasından çokça duymuştum. Dedem ve onun abisi Hasan Gazi Çelik de müzikle uğraşmış, iyi düzeyde bağlama çalıp deyişler okurmuş. Babam, usta denecek seviyede güzel çalıp söylerdi. Ev kayıtları ve orkestrayla yaptığı çalışmalar halen durur. Babaannem ağıt yakardı. Annemse söylemezdi ancak iyi bir dinleyiciydi. İyi bir kulağa sahipti. Müzik, yaşamın bir parçasıydı.

Ailemin bir üyesi gibi gördüğüm Haydar Acar, 1960’larda üç adet plak çıkarmıştı. O plaklardan birinde Alîşêr Efendi’nin beyitlerini seslendirmişti ve bu plak, Alevi coğrafyasının da ilk Kürtçe plaklarından biri olarak bilinir. Dolayısıyla müzik bizim evin en doğal parçasıydı. Bağlama hep baş köşede asılıydı. Babam, dedem, babaannem; hepsi müzikle iç içeydi. Benim üzerimdeki etkileri çok büyüktür.

İlk dönemlerinde size ilham veren sanatçılar veya kültürel unsurlar nelerdi?

Ben çalıp söylemeyi köydeki şairlerden, ağıt okuyan kadınlardan ve yerel ezgilerden öğrendim. İstanbul’a yerleştikten sonra, 1995–1997 yılları arasında Erdal Erzincan Müzik Merkezi’nde bağlama eğitimi aldım. Bu dönemde Türkiye devrimci hareketiyle tanıştım. Bu durum, müzikal anlamda gelişmemde ve müziğe yönelmemde ciddi bir rol oynadı. Ancak ben hiçbir zaman sol tandanslı ya da Batı soundlu müzik yapmadım.

Ailem köklerine bağlı olduğu için ben de aynı çizgiyi sürdürdüm. Yerel Alevi ve Kürt müziği, Kurmancî ve Türkçe ezgiler, temelim oldu. Eğitimden sonra da kendi müzik yolculuğumu hep bu doğrultuda sürdürdüm.

Üzerimde en çok Haydar Acar ve Celal Arslan’ın etkisi vardır. Çocukluğumda onları çok dinlerdim. Koçgirî müziğinin yerel motiflerini usta yorumlarıyla bana aktardılar. Ayrıca köyümde keman ve kemençe kültürü de çok güçlüydü. Karadeniz’den gelen Rumlar, uzun yıllar bölgemizde yaşamış, onların kemençe geleneği bizlere de geçmişti. Bizim köyde keman, kemençe akorduna göre çalınırdı. Çocukluğumda düğünlerin, kına gecelerinin kemençeyle yapıldığını iyi hatırlıyorum.

İlk kez nerede ve ne zaman sahneye çıktınız?

İlk kez on beş yaşındayken televizyona çıktım. İstanbul, Kartal, Maltepe, Pendik taraflarında yayın yapan KMP adlı bir kanalda, bir arkadaşıma bağlama çaldım. O kayıtlar halen durur. On altı yaşından itibaren çeşitli etkinliklerde çalmaya başladım. Sahneye çıkmak büyük bir heyecandı. Zaten ortaokul yıllarında korodaydım, müziğe büyük bir hevesim vardı. Sahneye çıkmak doğal olarak büyük bir heyecan yaratıyordu.

Müziğin toplumsal hafızayı diri tutmadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz? Kendi eserlerinizde bu hafızayı canlı tutmak için nasıl bir yol izliyorsunuz?

1921 sonrası Koçgirî’de ciddi bir hafıza kaybı vardı. İnsanlar birçok şeyi unutmuş gibiydi. 1921 Koçgirî İsyanı, 1938 Dersim, ardından gelen travmalar, göçler ve Kemalizmin pozitivist anlayışı bu unutmayı hızlandırmıştı. “Hep ileri, hep ileri; eski olan geridir” diyerek geçmişin değerleri yok sayıldı.

Hasret Gültekin, 1990’larda belki Kürtçe ağıtları, ninnileri görünür kılacaktı ama Sivas Katliamı’ndan sonra buna fırsat kalmadı. Ben ise o dönemden itibaren girdiğim her ortamda Koçgirî kimliğini, Koçgirî’nin Kurmancî dilini ve Kızılbaş yanını birlikte yaşatmaya çalıştım. Yaptığım derlemeler, televizyon ve radyo programlarıyla bu hafızanın canlanmasına öncülük ettiğimi düşünüyorum. Ama bunun gerçek takdiri halka aittir.

“Koçgirî Başladı Harba” adlı eserimle ilgili hakkımda dava da açıldı. Belçika’da Sterk TV’de, Nuri Dersimî’nin kitabında yer alan “Kürdistan’ın orduları” diye başlayan son kıtayı okuduğum için bir yıl üç ay ceza aldım. Beş yıl denetim kararıyla cezam ertelendi. Sahnedeyken elimden mikrofonun alındığı da oldu. Ancak o an halk büyük tepki gösterdi, beni omuzlarına alarak yeniden sahneye çıkardı. Kürt müzisyenlerin yaşadığı baskıları ben de birebir yaşadım.

 

Beste ya da uyarlama yaparken hangi kaynaklardan besleniyorsunuz? Yerel hafıza, toplumsal olaylar ya da kişisel hatıralarınız bu süreçte etkili oluyor mu? Eserleriniz arasında sizin için özel bir hikaye taşıyan parçalar var mı?

Ben aslında bestekar olarak bilinen biri değilim. Daha çok uyarlamalar yaparım. Alîşer’in ya da başka insanların ezgilerini alıp yeniden düzenlediğim oldu. Mesela ‘Toraq’, ağıt gibi serbest okunan bir kilamdı ve ben onu halay formuna, daha canlı bir ritme çevirdim. Çünkü yöremizde birçok eser, ne kadar neşeli görünse de ağıt gibi okunur. Ağıt kültürü çok baskındır. Ben de bu eserleri olması gerektiğini düşündüğüm formlara soktum. Ritimleri hızlandırarak ‘Mirîşk’, ‘Toraq’, ‘Dewo’ gibi eserleri kendimce yorumladım.

Benim için en kıymetli hatıralardan biri dokuz yaşımda yaşadığım bir deneyimdir. Müsahibimin dedesi, bütün muhabbetlerde Destanê Muhammed-i Hanîfî’yi okurdu. Hz. Ali’nin cenklerini anlatan bu destan baştan sona Kürtçeydi. Bizim bölgede bu kadar yüksek perdeden Kürtçe okuyabilen çok az insan vardı. Ben o destanı dokuz yaşımda ezberledim ve hala ezbere bilirim. Daha sonra ‘Pepûk’ albümünde seslendirdim. Mesela ‘Sarı Melek’te yalnızca bir, iki kıta vardı, sözleri toparladım. Melodisini yeniden yaptım. Normalde uzun hava olan bir ezgiyi farklı biçimde uyarlayıp söyledim. ‘Bahar Bahar’ın son kıtasını değiştirdim. Alîşêr Efendi’ye atfen ‘Eman û Eman’ adlı eserin iki kıtasını yeniden uyarladım. ‘Çekemez’ ve Toraq’ı düzenledim, çünkü melodileri eksikti. ‘Dewo’ ise üç, dört farklı versiyona sahipti, onu da kendi yorumumla söyledim. Bunlara beste değil, uyarlama diyorum. Beste başka bir boyut.

Okuduğum her eserin mutlaka bir hikayesi vardır. ‘Sarı Melek’, köyümüzde yaşanmış bir aşk hikayesidir. ‘Selvî Kerazê’, Feyzullah Acar’ın 1960’lardaki göçü nedeniyle nişanlısından ayrılıp ona yazdığı bir eserdir. Hepsi doğrudan hayatın içinden gelmiş öykülerdir.

Koçgirî’de yaşanan tarihsel olaylar ve kültürel birikim, yöre kilamlarına nasıl yansıyor?

Koçgirî tam anlamıyla bir kavşak noktasıdır. Bir tarafı Pontus’a, yani Giresun, Trabzon, Ordu’ya uzanır. Aşağısı ise Kürt coğrafyasıdır. Bu nedenle bölge, Kürdistan’ın içinde çok kıymetli bir yerde durur. Sivas’ın geleneksel müziği, Ermenilerden ve Rumlardan kalan miras, Kürtlerin getirdiği ağıt kültürüyle birleşmiştir. Zara ve İmranlı bu açıdan çok önemlidir; hem Ermeni müziğinin hem de Kürtçe ezgilerin merkezidir.

Divriği ve Çamşıh’tan gelen melodiler, Erzurum-Erzincan üzerinden taşınan davul-zurna ritimleri, kemençe ve keman gibi sazlarla harmanlanmıştır. Böylece Koçgirî’de büyük bir çeşitlilik doğmuştur: Kürtçe deyişler, Alevi inancına dayalı eserler… Serhat’tan Azeri ritimleri… ‘Sallana Sallana’ türküsünün Diyarbakır’a mı yoksa Koçgirî’ye mi ait olduğu ayırt edilemez. Bende 1967’de Koçgirî’de bir Almancı tarafından kaydedilmiş bir versiyonu bile var.

Koçgirî’nin en özgün yanı ise ağıtlardır. Kürt coğrafyasında genelde tiz sesler öne çıkarken, Koçgirî’nin kadınları ağıtlarını alto sesle, yani daha bas tonda söyler. Bu, kayıtlarda açıkça duyulur. Kadınların bu farklı tınısı bölgeye özgü bir renktir.

Kürtler içinde ağıt kültürünün en baskın olduğu yer bence Koçgirî’dir. Zulümler, isyanlar, sürgünler, yaşanan acılar bu ağıtlarla dile gelmiştir. Nasıl ki halayda bir bölge, dengbêjlikte başka bir bölge öne çıkıyorsa, ağıtta da Koçgirî öne çıkar.

Osmanlı döneminden itibaren bölgeye beş kez hareket yapılmıştır. 1800’lerden 1921’e kadar dört, beş kez sefer düzenlenmiş, insanlar katledilmiş, beylerin boyunları vurulmuş, sürgünler yaşanmıştır. Horasan sürgünleri, gidişler, dönüşler… Bunların hepsi Koçgirî toplumunu derinden yaralamış. Köyler dağların arasında, zor bir coğrafyada kuruludur. Bu ağır yaşam koşulları ve tarihsel acılar, ağıtların toplum için bir terapiye dönüşmesine yol açtı. Kısacası, Koçgirî adeta bir travma toplumudur. Duruşları, giyinişleri, konuşma tarzları bile hüzün taşır. Ağıtlar, bu acıların en yalın ifadesidir. Ağıtlar, geçmişten bugüne toplumsal hafızayı ayakta tutan en güçlü damar olmuş.

 

Koçgirî kilamları melodik ve ritmik yapıları diğer yörelerin müziğinden hangi yönleriyle ayrılıyor? Bu bölgeye özgü makamlar, kullanılan dil (örneğin Zazaca, Kurmancî) veya enstrümanlar var mı? Siz bu özgün unsurları kendi yorumlarınıza nasıl yansıtıyorsunuz?

Koçgirî kilamlarının çoğu serbest ve aksak ritimlidir. Yani belirli bir kalıba bağlı değil. Serbest okunur. Kadın şairler bu eserleri cenazelerde ya da mezar başlarında serbestçe dile getirmiş. Sonraki yıllarda müzisyenler bu serbest ritimlerden bölümler alarak belli kalıplara oturtmuştur. Örneğin ‘Arix’ bugün klasik bir ritme oturmuştur; ‘Mîro’ da aynı şekilde, aslında serbest okunan bir ağıt iken zamanla düzenli bir ritme bağlanmıştır.

Koçgirî kilamlarının bir diğer özelliği aksak ritimlerin sıkça görülmesidir. Bunun nedeni sözlerin belli ölçülere bağlı yazılmamış olmasıdır. Kimi dörtlükler uzun, kimileri kısadır, bu da melodilere düzensiz bir ritim kazandırır.

Dil bakımından bölgede Kurmancî ağırlıktadır. Nüfusun yaklaşık yüzde 80’i bu dili konuşur. Zazaca ise Karabel yöresinde, yaklaşık 10 köyde halen yaşıyor. Türkçe de zamanla kullanıma girmiş. Enstrümanlarda bağlama temel çalgıdır. Bunun yanında davul, zurna ve kemençe vardır. Kemençe en ilginç olanıdır. Anadolu’nun kabak kemanı değil, Mardin kemançesi değil, Rumların yaptığı kemençedir. Bu enstrüman hem yapımıyla hem icrasıyla bölgeye Rumlardan geçmiştir. Bu kültürel aktarım, Koçgirî müziğine eşsiz bir renk katıyor.

Koçgirî halk müziğinin korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda ne tür sorumluluklar üstleniyorsunuz? Bu alanda yeterli çalışmalar yapıldığını düşünüyor musunuz? Kendi projeleriniz arasında Koçgirî bölgesinin zengin müzik mirasını arşivlemeye yönelik girişimler bulunuyor mu?

Ben Koçgirî müziğini yıllarca derleyip, kendi arşivimde topladım. Bu çalışmayı Martin Greve ile birlikte Berlin Orient Enstitüsü’nde yürüttük. ‘Cihan Çelik Koçgirî Arşivi’ adıyla Almanya’da kayıt altındadır. Sözlü, müzikli, görüntülü kayıtların yanı sıra plak kopyaları da var. Dilek Kızıldağ ile de birlikte çalıştık. Bugün bu kayıtlar resmi olarak arşivlenmiştir.

Bunun yanında yaptığım albümler de bu mirası, kayıt altına aldı. Tüm albümlerim Kom Müzik’in arşivindedir. Ben eserlerin bireylerde değil, kurumlarda toplanmasını daha doğru buluyorum. Çünkü müzik de dil gibi yaşayan bir şeydir; okunmazsa ölür. Bu nedenle eserlerin yeniden seslendirilmesinden yanayım. Ben sadece arşivcilik yapmadım, sahnede de icra ettim. TV 10’da iki yıl program yaptım. Orijinal kaynakları, yaşayan sanatçıları davet ederek 90’a yakın kayıt yaptık. Bugün de Yıldız TV’de benzer bir çalışmayı sürdürüyorum. Yaşlılarımızı ve kadınlarımızı ekrana taşıyorum.

Ben elimden gelenin daha fazlasını yapmaya çalıştım. Siyasi sorunlar yaşayacağımı bilsem de taviz vermedim. Bu çabayı sürdüren arkadaşlarımız da var; Cemil Koçgün, Lale Koçgün, Ayfer Düzdaş, Gülseven Medar’ın çalışmalarını çok değerli buluyorum.

Bir sanatçının yalnızca çalışmaları değil, duruşu da önemlidir. John Lennon’ın, Bob Dylan’ın, Bob Marley’in bir çizgisi vardı. Türkiye’de de böyledir. Eğer halk müziği yapıyor ve halkın sorunlarını dile getiriyorsanız, mutlaka bir duruşunuz olmalı. Nota değil, rota önemlidir. Önemli olan doğru bir çizgide ısrarla devam etmek ve bunu bir sonraki nesle devredebilmek. Biz elimizde olanı bile zor koruyoruz; asıl mesele bu mirası rotayı bozmadan geleceğe taşımaktır.

***

'Türkiye’de popülizm hakim’

Avrupa’da yaşayan Kürtler ve Aleviler tarafından seviliyor ve sıkça programlara davet ediliyorsunuz. Fakat sizi mesela Türkiye veya Kürdistan’daki etkinliklerde o kadar sık göremiyoruz sanki. Sizce bunun nedeni nedir? 

Otuz yıldır Maltepe’de yaşıyorum. İstanbul Newrozu’na bir kez bile davet edilmedim. Avrupa’daki dostlarım ise festivallere çağırdı. Büyük Kürdistan Festivali’nde sahne aldım. Avrupa’daki kurumlar bizim kurumlarımızdır ve bana değer verdiler. Peki, neden İstanbul ya da Diyarbakır Newrozu’na davet edilmiyorum? Kürt toplumunun yalnızca belli bir kesimden ibaret olmadığını göstermek gerekmez mi? Bu yalnızca onların değil, bizim de eksikliğimizdir.

Avrupa’daki kurumların hakkını inkar edemem. Diasporadaki Kürtler, Aleviler ve devrimciler her zaman yanımda oldu. Amerika’daki ve Avustralya’daki dostlarla da ilişkilerim oldu. Ama Türkiye’de aynı desteği göremedim. Diyarbakır’da sadece bir kez, Şengal katliamından sonra, bir konserde yer alabildim. Onun dışında orada da var olamadım. Türkiye’de popülizm hakim; popüler değilseniz kimsenin aklına gelmezsiniz. Bu ister siyaset çevresinde olsun, ister başka alanlarda, değişmez.

***

Gönlüm Kürtçeden yanaydı

Dağlar, Dost Perişan, Koçgirî, Pepûk, Pag, Sergerde gibi birçok albüm yayınladınız. Albümlerinize baktığımızda zamanla Türkçeden Kürtçeye doğru bi yöneliş var? Bunun özel bir nedeni var mı? 

İlk projem aslında 2001’de Kürtçe bir albüm yapmaktı. Ama ailemden bazıları, “Önce Türkçe yap, seni tanıtalım. Kürtçe yaparsan tanıtamayız” dediler. O dönem televizyon sayısı azdı, yasaklar yoğundu. Hatta Flash TV’nin genel yayın yönetmeni akrabamdı. “Türkçe yaparsan tanıtırız” dedi. Benim gönlüm Kürtçeden yanaydı, çünkü çocukluğumdan beri okuduğum, derlediğim eserler Kürtçeydi. Sonunda ilk albümüm Türkçe oldu: Dağlar (2001). Albümde Erdal Erzincan’ın çaldığı dört, beş eser vardı. Ardından gelen ‘Dost Perişan’ albümü yarısı Kürtçe, yarısı Türkçe eserlerden oluştu. O albümde birçok kilam okudum. Özellikle yöremizde bilinen ‘Dewo’ adlı ünlü kilamı seslendirdim. ‘Em Kulî Însan’, Adem’den başlayarak yedi büyük peygamberi Kürtçe anlatan, Alevi Kürt geleneğinin nadir eserlerinden birisidir. Onu da okudum. Ayrıca ‘Dîlberamin Dane’, Koçgirî’nin önemli batınî eserlerinden biri olarak albümde yer aldı. Türkçe tarafında ise Karacaoğlan’a ait ‘Dost Perişan’ öne çıktı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.