Kürdistan’a Demokratik Ulusu armağan etmeliyiz
Forum Haberleri —

❏
DEVRİM GEWDA
Yaşananlar karşısında insanın sorası geliyor; müessif bir çağdan mı geçiyoruz, yoksa kâinatın sonu mu? Tarihin dehlizlerine inip bütün karanlık çağları inceleseniz de şuan yaşamış olduğumuz bu atmosferin bir benzerini bulmanız imkânsız. Müstesna bir çağ olarak tarihe geçeceğinden şüphe yok. Alarmist bir hava yaratma peşinde değilim tabi ki. Ama yaşadıklarımızın dejavu olmasını istemiyorsak sanal dünyadan ayrılıp tarihe mal olmuş olaylardan ve hadiselerden ders çıkarmak gerekiyor.
Halil Cibran “Ölüler Benim Halkım” adlı eserinde çarpıcı bir şeye dikkat çekmekte. “Halkım geçitte öldü. Doğu ile Batı arasında gerilirken gözleri de gökyüzünün karanlığına takılmış olarak öldüler. İnsanlık çığlıklarına kulaklarını tıkamışken, onlar sessizce öldüler” der. Yazılanların, üzerinden yıllar geçmiş olsa da Ortadoğu’da hakikat hala tüm çıplaklığıyla ortada. Kim inkâr edebilir mevcut durumun yürürlükte olmadığını? Aksini beyan eden var mı?
Efrîn’de, Kerkük’te ve Serêkaniyê’de halkım Doğu ile Batı arasında gerilirken ölmedi mi? Hümanizm nutukları atıp dünyaya son Mehdi olarak kendini lanse eden kapitalist sistem ve onun dişlileri neredeydi o gün? Kim halkımın çığlığını duymuştu! Ne yaz ki o gün çığlıklarımız ve feryadımız biz olmuştuk, çünkü bize bizden başka kimse çare olmazdı. Nihilistçiliğe düştüğüm düşüne bilinir, ama yaşananları başka nasıl betimleye bilirim? Evet direniş ve mücadele meşalesi hiç sönmedi ve nihayetinde, şükürler olsun halkım kurtuluşu için savaşıyordu. “Çünkü özgürlük için ölmek zayıf şekilde boyun eğerek yaşamaktan iyidir. Çünkü gerçeğin kılıcı ile ölümü karşılayanlar gerçeğin ölümsüzlüğüne düşecekler. Çünkü yaşam ölümden daha zayıf, ama ölüm de gerçekken zayıftır.” Bu dizeleri Halil Cibran isyan ederek yazıyordu. Çünkü halkım isyancı olarak ölmedi ya da ulusal kurtuluşu için savaşmıyordu diyedir isyanı. İşte buradan itibaren bir nebze de olsa Cibran’la yollarımız ayrılıyor, ama hala kaderlerimiz ortak ve bizde düşenden ders çıkarmasak, kaygı ve tehlikeleri görmezden gelirsek, bizim de sonumuzun bu olacağından şüphe yok. Zaten olmayan bir şey de değil. Zilan’dan, Helepçe’ye birçok örnek sayabiliriz.
Özcesi aynı patikalardan yürümeyi terk edip yeni patikalardan yürümeye başlamamız gerek. Cibran, “Halkımın ölümü sesiz bir suçlama; görünmez sürüngenlerin beyinleri ile işlenmiş bir suç. Sahnesiz bir trajedi” derken dikkatte şayan olan dizeler “görünmez sürüngenlerin” hala iş başında olduklarını unutmayalım. O gün Halil Cibran’ın halkı görünmez sürüngenlerin şövalyeleri olarak kendi kanını döktüğünden habersiz sonsuz bir muammanın eşiğinden içeri giriyorlardı. Kutsal bereketli topraklar bile akan kardeş kanından mustarip olmuştu. Benim halkım ise kendi atalarının kaybetmiş olduğu o dağların anahtarını bulmuş ve 1978 son baharının güzünde filizlenerek insanlığın umudu olmuş ve bu uğurda tehciri, diri diri yanmayı, mezarında bile defalarca öldürülüp kaldırım altlarına betonlarla üstünü örtseler de bir kez daha dirilip “Kürt ölmedi” diyordu. Bundan dolayı da bir nebze de olsa verilen bedeller insanı ayakta tutuyor ve Cibran’ın isyanına ses olduğumuz su götürmez bir gerçek oluyordu. O gün Lübnan ve Suriye’de Cibran’ın halkını ölüme terk edip bal ve sütün diyarında aç bırakanlar, yanı başlarında kadeh tokuşturup gönül eğlendiriyorlardı. Bu günde aynı mekanlar da aynı coğrafyanın çocukları “Babam öldüğünden beri kimse bana mont almadı” deyip sahra çöllerinde gözyaşları dökmekte. Meşreplerinde yaşama telleri kopmuş bir arp gibi boş ve soğuk olanların bu halka vereceği tek şey kaosu derinleştirip çelişkiler yaratarak statükolarını korumak olduğu aşikâr.
Evet, bu kez görünmez sürüngenler için değil kendi ulusunun kurtuluş için savaşıyor halkım. Ve bu yüzden cezalandırılıyor. Genelde iki yüz yıl özelde ise yüz yıldır maruz kalmadığı işkence, tehcir ve soykırım kalmadı. 1806 Soran Babanzadelerden bu güne Kürtlerin vermiş olduğu mücadele ve direniş her defasında ya tasfiye edildi ya da ettirildi. Ve ne yazık ki bu bazen yanı başında kardeş bildiği taraftan bazen de bütün dünyanın bir olup birleşip el yordamıyla tasfiyesi ile sonuçlandı. Hanefi Avcı “Haliçte Yaşayan Simonlar” adlı kitabında AB-ABD-Rusya ve bölgesel güçlerin hiçte okulda bize öğrettikleri klişeye benzemediğini! Aksine bu güçlerin Kürdistan Özgürlük Mücadelesi karşısında ne kadar aktif rol oynadıklarını ve oluk, oluk ter döktüklerini çok net, açık ve yalın bir dile anlatıyor. O zaman dünya kendi menfaatinde birliği sağlıyorsa, biz neden cennet diyarı olarak kutsal kitaplarda adı geçen Kürdistan’ın birliğinde bir olmuyoruz? Neden Nuri Dersimi’nin Dersim’de faaliyet yürüttüğü süreçlerden istifade etmiyoruz? Ya da 50-60 aşireti bile ikna etmediğinde öfkesinden saatlerce Munzur’a göz yaşa döktüğünden utanıyor ve ders çıkarmıyoruz? Bir mezar taşımıza bile tahammülü olmayan bu ceberut devletin anlayacağı tek yol direnmek ve mücadele olduğu tartışmasız tek hakikattir. Rojava’da açığa çıkan irade ve ulusal birliğin nişaneleri şimdiden AKP-MHP faşist bloğunun genzini yakmakla kalmamış göğüslerine vurulmuş bir hançer darbesinden daha çok yakıp sızlattığı gelen kulis ve basına sızan haberlerden anlaşılmakta.
Bir diğeri Mesrur Barzani’nin Hakan Fidan’la gizli görüşmelerinden de açıkça dışa vurduğu görünüyor. Kürt’ün birliği demek gelecek adımın Büyük Kürdistan olduğunu bildikleri için her yola başvuruyorlar. Hakikaten iblis bunların bu kadar iğrenç olduğunu düşünseydi kesin rol değişikliğine gideceğinden eminim. Hulasa Zînî Wertê’de bir TC oyunu ENKS ve benzeri oluşumlarla olan ilişkisi de. Biz bunu tarihten çok iyi biliyoruz. Diyap Ağalardan biliyoruz. Hamidiye Alaylarından biliyoruz. KDP’nin referandum sürecinden biliyoruz. Unutmadık Erdoğan’ın Mesud Barzani için o ironik beyannamesini. “Tanklarımız Silopi sınırından girdi girecek” tehditlerini, tarih bu nişanelerle dolu. Yine Bakur’da ne hikmetse sağ liberal ve muhafazakar ekol bir anda aynı lügati kullanmaya aynı çizgide yolları kesişmesi de ayrı bir lütuf! Bu iki zıt çizgi ne hikmetse uzun bir süredir bir birlerini “Bâgî” olarak suçluyorken birden bire ulûhiyet aşkı sardı içlerini. Sahaya Alâeddin’in sihirli lambasından hortlamışlar gibi, teorisi, altyapısı olamayan hayal dünyasından ibaret Kürdistan devlet tezleri ile gezenlerin gerçekten bu topluma bir şey vereceklerini düşünüyor musunuz? Binlerce yıldır aynı topraklarda yaşamış olduğu halkın kültürel hakların vermeyip onlara bedel ödetmek için Türkiye kaybetmenin kıyısına gelmiş bu ceberut sistemin şimdi bu devletçi geçinen abilere göz yumduğunu mu düşünüyorsunuz? Kanaatimce bu her iki kulvar da koşanlar bile kendi söylediklerine inanmıyorlar. Devletin hangi argümanlarla kurulduğundan bihaber olanlar devlet sancısı çekmesi de beli ki yeni modadır. Kadın derneğine üyeliği bahane edip yılarca zindanları bu halka reva görenler. Şimdi Kürdistan devlet teorisi ile yetinmeyi Amed’de binalarda “Kürdistan devlet” sloganları atanlara kim inanır?
Gayem herhangi bir yapıyı rencide etmek değil, ama rasyonel olmak zorundayız. ‘Gayb’ın” geleceği yok. Seyid Abdülkadir Efendi ve Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’nin ve onlarca hareketin akıbeti ortada iken kalkıp Amed’den “Kürdistan Devlet olacak” diyeceksin ve Teşkîlât-ı Mahsûsa buna göz yumacak derseniz insanla alay ederler. Tarih ve karşımızdaki ceberut rejim bizi birliğe ve beraberliğe ve tek vücut olarak hareket etmeye zorluyorsa bunu menfi çıkarlara kurban etmemeli aksine yedi yirmi dört çalışmalı Kürdistan’a Demokratik Ulusu armağan etmeliyiz. Kürdistan ulusal mücadelesi bir parti, dernek ve aileye kurban edilmemeli. Ulusal mücadelemiz parti, dernek ve aile üzerinde olan bir organizasyondur. Kürdistan bize şehitlerin bırakmış olduğu yegâne emanettir. O zaman herkes kendi tarafında mücadele edip bu ceberut, mafyavari paravan çetenin gölgesini bile Kürdistan’da bırakmamalı. O zaman şehitlerimizin ruhu şad olur. O zaman Qazi Muhameddin’in, Leyal Qasim, Nuri Dersim’in, Qasimlo ve Dr. Şivan’ın ruh şad olur. Mazlum, Sara, Kemal, Mehmet Karasungur ve Kasım Engin’lere karşı borcumuzu ödemiş oluruz. Osman Sabri, Cegerxwîn, Apê Musa o zaman rahat uyuya bilir kabirlerinde.
Halil Cibran’la başladık onla bitirelim: “Sürgündeki biri aç halkı için ne yapa bilir? Yok olan bir şairin ağıtları onlara ne ifade ede bilir? Ağıtlarımız açlıklarını gideremez ve gözyaşlarımız da susuzluklarına yetmez. Bu trajediyi yaşamamak ve yaşatmamak için bu ceberut sistem karşısındaki tek yol Sebat, sebat, sebat.”







