Hayallerimiz bile Kürtçe
Kültür/Sanat Haberleri —

Serdar Canan
- “Wan’da bir konser verdim. Bana peçete üzerine yazılmış bir not geldi: ‘Sesiniz çok güzel ama bir de Türkçe söyleyin bakalım, sesiniz Kürtçede olduğu kadar güzel mi?” Başta cevap vermemeyi düşündüm ama sonra Kürtçe, “Kusura bakmayın ama ben Türkçe bilmiyorum’ dedim.”
- “Biz müziğimizle direniyoruz. Sadece Kürtçe şarkı söylemek bile, sadece Kürtçe konuşmak bile direniştir. Çünkü hayatın her yanı Türkçe. Komşularımız, ailemiz, torunlarımız, yeğenlerimiz bile Türkçe konuşmaya başladı. Dolayısıyla yaptığımız iş her neyse Kürtçe yapmak ve onu özendirmek gerekiyor.”-
BARIŞ BALSEÇER
Kürt müziğinin yüzyıllardır süregelen sözlü geleneği, sadece melodilerden ibaret değil; bir halkın hafızası, direnişi ve var olma ısrarı aynı zamanda. Bugün bu geleneği araştıran, kaydeden, yeniden yorumlayan ve yeni nesillere aktaran isimlerden biri de hem müzikolog hem sanatçı kimliğiyle öne çıkan Serdar Canan. Çocukluk yıllarında bağlamayla başlayan yolculuğu, onu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde etnomüzikolojiye, oradan Avrupa’da sahnelenen ilk Kürtçe opera deneyimine, ardından Japonya’da konferanslara ve konserlere taşıdı. Kürtçe söylemenin bir tercih değil, bir direniş olduğunu vurgulayan Canan hem sahnede hem akademik çalışmalarında dilin ve kültürün yaşatılmasını merkeze alan bir yaklaşım benimsiyor. Ekim ayında yayımlanan son çalışması Şekir Axa ile ilgi gören Canan ile konuştuk.
Kürt müziğinin zengin bir mirası var
Biraz klasik olacak ama müzik hayatım çocukluk yıllarımda, 1997’de bağlama çalarak başladı. Bir hevesle başladım, fakat o heves zamanla büyüdü ve kararlılığa dönüştü. O dönemlerde okulda ve arkadaş çevremde sürekli şarkılar söylüyorduk. Bu süreç, 2009’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nı kazanmama kadar sürdü. Orada Etnomüzikoloji ve Folklor Anabilim Dalı’na kabul edildim.
Her ne kadar “etnik müzik” olarak anılsa da, Etnomüzikoloji aslında etnoloji ile müzikolojiyi bir araya getiren ve müziği kültürel bağlamında inceleyen bir bilim dalıdır. Kürt müziğini derinlemesine araştırmak istediğim için bu bölüm benim için en uygun alandı. Kürt müziğinin devasa bir repertuvarı, zengin bir mirası var; farklı coğrafyalarda ve dallarda araştırılması gereken bir dünya. Yüksek lisansımı da aynı üniversitede sürdürdüm ve ‘‘Hakkâri ve Çevresinde Geleneksel Halk Oyunları ve Bunların Müziksel Özellikleri’’ başlıklı tezimi yazarak 2019’da mezun oldum.
Aynı yıl, İtalyan besteci Giacomo Puccini’nin klasiklerinden Tosca Operası’nda yer aldım. Eserin Kürtçe çevirisini Kawa Nemir yapmış, yönetmenliğini ise Celil Toksöz üstlenmişti. Müzikal serüvenimin o dönemde pekiştiğini söyleyebilirim. Opera ilk kez Hollanda ve şehirlerinde sahnelendi ve Avrupa’da toplam altı temsil verildi. Eser ilk kez tamamen Kürtçe seslendirildi; yani müzikal anlamda bir Kürtçe opera ortaya çıktı. Celil Toksöz bize “Operatik sesler istemiyorum; Kürtçe sesler, dengbêjî sesler olsun” demişti. Biz de eseri tamamen Kürtçe yorumladık.
Ne yazık ki 2020’de pandemi başlayınca bir daha sahneye koyamadık. Zaten Kürt müzik piyasasında sponsor bulmak oldukça zor. Hem pandemi hem de bu zorluk nedeniyle opera bugüne kadar yeniden sahnelenemedi.
Sadece Kürtçe konuşmak bile…
Kürtler, ne yazık ki statüsüz, ulusal bilinç oluşturma mücadelesi veren bir halk. Dört farklı devletin şiddetine ve asimilasyonuna rağmen kültürünü, müziğini, dilini ayakta tutmaya çalışan bir toplumdan bahsediyoruz. Müzik bu anlamda en önemli direniş yollarından biri oldu. Dengbêjleri düşünelim. Onları gazeteci gibi tanımlarız; haber taşıyan, hikâye anlatan, derdi olan insanlar. Bugün Kürt müzik piyasasında şarkı söyleyen, beste yapan, araştıran herkes bu dili ayakta tutmaya çalışıyor. Bütün zorluklara rağmen kendi dilinde müzik yaparak asimilasyona direniyor. Ne mutlu ki ben de onlardan biriyim.
Hayatımız Kürtçe, hayallerimiz Kürtçe, günlük yaşantımız Kürtçe. Biz müziğimizle direniyoruz. Sadece Kürtçe şarkı söylemek bile, sadece Kürtçe konuşmak bile direniştir. Çünkü hayatın her yanı Türkçe. Komşularımız, ailemiz, torunlarımız, yeğenlerimiz bile Türkçe konuşmaya başladı. Artık etrafta daha fazla Türkçe konuşanlarla karşılaşıyoruz. Bu, durumun vehametini gösteriyor. Dolayısıyla yaptığımız iş her neyse Kürtçe yapmak ve onu özendirmek gerekiyor.
Mesela sosyal medyadan bana birçok mesaj geliyor: “Türkçe yazsanız da anlasak.” Kırmamaya çalışarak diyorum ki: “Lütfen Kürtçe öğrenin.” Yakın zamanda İstanbul’da konserimiz vardı. Çocuklarıyla gelen aileler bazen Türkçe sesleniyor: “Gulnîşan’ı, Şekir Axa’yı söyle…” Konser sonrası sohbet ediyoruz ve onlara, “Kürtçe öğrenin, lütfen Kürtçe konuşun” diyorum.
Israrla Kürtçe söylemek istiyorum ve söylemeye devam edeceğim. Çünkü bunu yeni nesle aktarmamız gerekiyor. Görevimiz bu. Kürtçe anlamayanlar bizi anlamaya çalışsınlar; Kürtçe öğrensinler. Geçen sene Wan’da bir konser verdim. Bana peçete üzerine yazılmış bir not geldi: “Sesiniz çok güzel ama bir de Türkçe söyleyin bakalım, sesiniz Kürtçede olduğu kadar güzel mi?” Başta cevap vermemeyi düşündüm ama sonra Kürtçe, “Kusura bakmayın ama ben Türkçe bilmiyorum” dedim. 100 yıldır hep sesimizi kısarak şarkı söyledik, “Aman duymasınlar, bir şey olmasın” dedik. Bazı insanlar hâlâ “Bir de Türkçe söyle bakalım” diyebiliyor. Halbuki ben Kürtçe söylüyorum ve sesimin güzel olup olmadığımın testi Türkçeden geçiyorsa, bu bir aşağılama biçimidir.
90’ları birebir yaşadım
1986 doğumluyum, 90’ları çok iyi hatırlıyorum. Sabah 5’te, 6’da köy meydanında toplatıldığımız, o yoğun baskı dönemini birebir yaşadım. Tam da o yıllarda, 1988’de Koma Amed kuruldu. Ardından Koma Gulên Xerzan, Koma Agirê Jiyan… Popüler Kürt müziğinde MKM’nin başlattığı gerçek bir devrim vardı. Koma Berxwedan’ı da es geçmemek lazım; Avrupa’daki Kürt diasporasında kurulmuş, Xelil Xemgin, Hozan Diyar, Hekim Sefkan, Cömert, Zozan, Beser Şahin gibi isimlerle adeta bir akademi, bir konservatuvar gibiydi. Onların yansıması Türkiye’de MKM’de oldu.
MKM’nin o dönemki grupları Kürdistan’dan onlarca şarkıyı derledi, yeniden düzenledi, aranje etti. Aslında bizim bugün yaptığımızı onlar o zaman yapmaya başladı. Sadece sosyal medya olmadığından daha az kitleye ulaşıyorlardı.
Biz, bayrağı onlardan devraldık. Dolayısıyla onların, şu anda yaptığımız müzik üzerinde elbette devasa ve muazzam bir etkisi var. Bu etki hâlâ da devam ediyor ve edecek. Her ne kadar 1990’larda Kürtçe üzerindeki yasak 1991’de kısmen kaldırılmış olsa da, fiilen yasaklar sürüyordu. O şiddet ortamı, müziğin daha gizli şekilde dinlenmesine neden olmuştu. Ancak buna rağmen Kürtler sahiplenip devam ettiler. Aslında yasaklı müzik her zaman bize daha da çekici gelirdi, Kürdî düşüncemizi daha çok pekiştirirdi.
Yeni nesil daha cesur
2000’lerden sonra Kürt müzik grupları yavaş yavaş dağılmaya başladı. Sanatçılar bireysel üretimlere yöneldiler: Harun Elkî (Koma Rewşen), Rojda ve Çiya (Koma Gulên Xerzan), Ferqîn Azad (Koma Azad), Ayfer Düzdaş, Meral Tekçi, Zelal Gökçe ve daha birçok farklı müzik grubu üyesi…
Biz, çocukken Kürt diasporasını Med TV üzerinden takip ederdik. Özellikle yılbaşı gecelerinde Ciwan Haco, Şivan Perwer, Xelîl Xemgîn gibi sanatçılar çıkardı. Büyük bir heyecanla izlerdik. Ancak Med TV olan evler bile “Kürtçe kanal izliyorlar” denilerek baskı ve şiddete uğruyordu.
2000’ler ise artık sosyal medya çağının her yere ulaştığı bir dönemdi. 2010’lardan sonra ise Kürt müziğinde yeni bir dönem başladı. Özellikle son 10 yılda Kürt gençleri, örneğin Şakiro, Ezîzê Simê gibi dengbêjlerin sesini alıp altına deep house veya elektronik müzik altyapıları yerleştirmeye başladılar. Tabii hemen ardından “Dengbêjliği yozlaştırıyorlar, bitirdiler…’’ gibi bir dolu eleştiri ve yorumlar yapıldı ve halen yapılıyor. Açıkçası ben bu eleştirilere de katılmıyorum. Bence onu yaşattılar. Özellikle Kürt rapçiler ve DJ’ler bu sesleri alıp kullandılar ve şu an milyonlarca genç artık Şakiro’yu, Ezîzê Simê’yi ve Evdalê Zeynikê’yi biliyor.
Artık sosyal medyanın etkisi o kadar belirgin ki, yeni nesil müzisyenler gençler üzerinde çok büyük etkiler yaratıyor. Med TV’nin zor koşullarda her yere ulaşmaya çalışma çabası ayrı bir destandı, ama o zamanlar sadece sınırlı bir kitleye ulaşabiliyordu. Şimdi Özbekistan’da, Japonya’da, Kolombiya’da bir Kürt bize çok rahat ulaşıp iletişim kurabiliyor.
90’lar ve 80’lerde kasetler yasaklıyken bile sanatçılar varlık mücadelesini sürdürdü. Artık süreç daha basit hâle geldi ve yeni nesil müzisyenler, gençler Kürt müziği yapma ve Kürtçe konuşma konusunda daha cesur. Birçok dostumuz sadece Kürtçe müzik yapmayı şiar ediniyor.
Şekir Axa
Şekir Axa Kürt tarihinde çok önemli bir figür. Birahîmxanê Mîrê Hakarî tarafından öldürülüyor ama öncesinde dikkat çekici bir süreç var. Şekir Axa, Wan’ın Şax (Çatak) ilçesinde nüfuzunu arttıran bir ağa. O sırada Erzurum’da bulunan ve kendisi de Kürt olan, Osmanlı’ya bağlı çeteci Abdullah Paşa, Wan Valisi’ne bir emir gönderiyor. “Bu adam nüfuzunu arttırıyor, onu yok edelim” diyor. O dönemde de, tıpkı bugün olduğu gibi, bir Kürt’ün güç ve nüfuz sahibi olması istenmiyor. Onu bir başka Kürt aracılığıyla ortadan kaldırıyorlar. Bu beni çok etkiledi çünkü tarihin tekerrür ettiğini görüyoruz.
Şekir Axa’nın kimine göre beş, kimine göre sekiz farklı versiyonu var. Benim derdim de “bu hikâyeyi nasıl anlatabiliriz” sorusuydu. İki yıl önce Japon piyanist dostum Erika Ueda ile paylaştım. Aranjesini ben ve dostumuz Mehmet Bekalp beraber yaptık, çizim ve animasyonu Roni Batte üstlendi. Senaryosunu, son bölümde qelûndan (pipo) çıkan dumanın asker olup Şekir Axa’ya savaş açması dahil, hepsi Yılmaz Hoca’nın senaryodaki güçlü yanından geldi. Bazı kişiler, “ağalığı övüyorsunuz” şeklinde eleştirilerde bulundu. Kesinlikle böyle bir durum yok. Kürt tarihine ve kültürüne mal olmuş bir hikayeyi anlatıyoruz. Çünkü Kürtler arasındaki çatışmada en nihayetinde Osmanlı’nın parmağı var. Mesele ağalığı palazlandırmak değil. Eleştiri gelecek diye Kürt tarihini anlatmamak olmaz.
Şu anda Şeyh Ubeydullah Nehrî üzerine çalışıyorum. Aranjesi bitmek üzere. 1880’de İran’a karşı savaşıyor ama bir anlamda Osmanlı’ya da karşı duruyor. İlk ulusal Kürt hareketi olarak değerlendiriliyor. Nehrî’nin Kürt aşiretlerine, kentlerine, hatta Dersim’e kadar gönderdiği mektuplarda “Osmanlılar ve Farslar bize baskı uyguluyor, dilimizi yasaklıyor” diyor. Bu mektuplar Muzaffer İlhan Erdost’un “Şemdinli Röportajı” kitabında, Martin van Bruinessen’in “Ağa, Şeyh, Devlet” kitabında, Lale Yalçın-Heckmann’ın “Kürtlerde Aşiret ve Akrabalık İlişkileri” adlı çalışmalarında yer alıyor.
Binlerce hunermend, dengbêj, stranbêj ve lawjebêjden bahsediyoruz. Elbette bu çok güçlü bir kolektif hafızadır. Dolayısıyla eğer Kürtçe bir şarkı bir hikâyeyi anlatıyorsa, biz bu hikâyeler üzerine neden çalışmıyoruz? Dengbêjlikle kolektif hafızaya göndermede bulundum. Çünkü bu hikâyeleri bize aktaranlar dengbêjler oldu. Roni Batte’ye “Lütfen, beni de çizebilir misin” dedim. Mamoste Yılmaz’a da rica ettim: “Ben orada bir dengbêj olayım, o sofrada hikâye anlatıcısı olarak yer alayım” dedim. En azından bu, dengbêjliğe ve dengbêjlere bir saygıydı.
Şu an albüm yapma taraftarı değilim. Zaten maddi anlamda bizim için biraz zor. Ayrıca bence albümlerin dönemi geçti. Şarkıları single, yani tekli olarak yayımlamayı daha uygun buluyorum. Serhad’dan, özellikle Hakkâri bölgesinden derlediğim, düzenlediğim ve aranjelerini yaptığım şarkılar var. Onları ara ara, tekli olarak paylaşmayı düşünüyorum.
* * *
Kyoto’dan Okinawa’ya Kürt müziği
Japonya’daki konser ve akademik çalışmalarınız nasıl başladı? Bu sürece nasıl dahil oldunuz ve oradaki deneyimleriniz size neler kattı?
2022’de Kyoto Üniversitesi’nde Japonya’daki Kürtleri de kapsayan bir proje başlatılmıştı. Proje için bir Kürt araştırmacı arıyorlardı. Gazeteci İrfan Aktan’a ulaşmışlar; o da beni arayarak “Böyle bir proje var, gelmek ister misin” dedi. Hiç düşünmeden kabul ettim ve Nisan 2022’de Japonya’ya gittik.
İrfan Aktan’la birlikte dört ay süren projede yer aldım. Bu dönem, Kürt müzik piyasasına dahil oluşumun da başlangıcı oldu. Birlikte konferanslar, seminerler verdik; Japonya’daki Kürtlerin sosyal yaşamına dair kapsamlı saha araştırmaları yaptık. İrfan Aktan daha sonra Japonya’daki Kürtler ile ilgili ‘‘Karihomen, Japonya’da Kürt Olmak’’ adlı kitap da yazdı. Özellikle Profesör Mari Oka, etnomüzikoloji okuduğumu öğrenince, “Bize Kürt müziğini anlatabilir misin” diye sordu. Böylece Kürt müziği de projeye eklendi. Yaklaşık 7-8 farklı üniversitede konferans ve seminerler verdik. Ekim ayında Japonya’ya 5. kez gittim. Bu sefer Japonya’nın kuzeyinde; Yamagata, Akita ve İwate gibi farklı şehirlerde konserler düzenledik, Kürt müziğini anlattık ve tanıttık.
Kyoto, Osaka, Hiroşima, Nagasaki, hatta Okinawa Adası’na kadar gittik. Piyanist dostum Erika’nın Kürtçesi iyi. Ben Kürtçe konuşuyorum, o Japoncaya çeviriyor. Konsere başlamadan önce Erika’ya soruyorum: “Erika, dostlarımıza sorar mısın, Kürt müziğini, Kürtleri, Kürdistan’ı biliyorlar mı?” Kimi zaman bilen bir iki kişi çıkıyor, kimi zaman Kürtleri tanıyan kimse olmuyor. Önce Kürtleri anlatıyoruz: “Kürtler, şu şu bölgelerde, dört parçaya bölünmüş bir halktır. 60 milyonu aşkın bir nüfus ve diasporaları var. Dilleri de dört büyük lehçeden oluşuyor: Zaza, Soranî, Gorânî ve Kurmancî.”
Şarkıların hikâyesini anlatıyoruz, Kürdistan’ın hangi bölgesine ait olduğunu açıklayıp ardından şarkıyı söylüyoruz. Bu, Japonların çok ilgisini çekiyor. Zaten çok meraklı bir halk, her şeyi soruyorlar: “Peki, burada sesi neden yükselttin? Bu ne anlama geliyor? Coğrafyayla ilgisi var mı, yok mu” gibi çok detaylı sorular soruyorlar. Bu durum beni de geliştirdi. Sorular arttıkça, onlara cevap verebilmek için daha fazla araştırma yapmam gerekti. Dinleyicilerimiz böylece o hissiyatı, duyguyu ve hikâyeyi daha derin hissediyor, şarkıyla bütünleşiyor. Birlikte, kolektif hafızayı yeniden hatırlamış ve günümüze taşımış oluyoruz.














