Modernitenin bitmeyen projesi: Taliban*

Forum Haberleri —

.

.

  • Daha otantik bir varoluş biçimi adına düzen olarak algıladığımız her şeye direnmek yeterli değildir: “Eleştirinin eleştirisi” mekanizmasını da harekete geçirmek ve uğruna direndiğimiz “otantik” konumu da sorunsallaştırmak gerekir. 

 

Slavoj Zizek

Küreselci tahakküm tehdidini yenmek için, paradoksal olarak, tehdit altında olduğunu hissettiğimiz şeyi feda etmeli ve geleneklerimizi kurtarmak için radikal değişimle meşgul olmalıyız.

Amerikan ya da Avrupa popülist sağı, Batı Hıristiyan medeniyetine yönelik ana tehdit olarak gördüğü Müslüman köktenciliğine fanatik bir şekilde karşı çıkıyor. Avrupa’nın “Avrubistan” olmanın eşiğinde olduğunu iddia ediyorlar. Amerikalı popülistler için olduğu kadar, Avrupalılar için de ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ABD’nin bugüne kadar içine düştüğü en aşağılık durum.

Ancak son zamanlarda yeni bir şey oldu.

Beyaz üstünlükçü ve cihatçı örgütlerin çevrimiçi faaliyetlerini izleyen bir Amerikan sivil toplum kuruluşu olan SITE, (Intelligence Group) yaptığı son analize göre, bazı insanlar, ‘Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesini vatan, özgürlük ve din aşkı konusunda bir ders olarak övüyorlar.’

SITE ayrıca, Kuzey Amerika ve Avrupa’da “Neo-Nazi ve şiddet yanlısı ivmecilerin (nihayetinde salt beyazlara mahsus bir devlete yol açacağını umdukları ve kaçınılmaz olarak gördükleri bir ırk savaşını kışkırtmayı amaçlayanlar”) anti-Semitizm’i, homofobi ve kadınların özgürlüğüne getirdiği ciddi kısıtlamalar sebebiyle Taliban’ı övdüğünü bulmuş.

Örnek olarak grup, Proud Boys’un Fascist Pipeline Telegram kanalından bir alıntıyı aktardı: “Bu çiftçiler ve asgari düzeyde eğitim almış adamlar… milletlerini globohomo’dan [küreselci homolar] geri almak için savaştılar. Hükümetlerini geri aldılar, ulusal dinlerini kanun haline getirdiler ve muhalifleri idam ettiler…

Batıdaki beyaz adamlar Taliban ile aynı cesarete sahip olsaydı, şu anda Yahudiler tarafından yönetiliyor olmazdık.” SITE bu alıntıya şu açıklamayı getirmiş: ‘Globohomo,’ dünyayı komplo teorileriyle açıklayanların, küreselci [globalist] dedikleri düşmanlarını (medyayı, finansı, siyasi sistemi vb. kontrol eden şeytani küresel seçkinler) tarif etmek için kullandıkları aşağılayıcı bir terim.’

Taliban’a sempati duyan Amerikalı sağcı popülistler düşündüklerinden daha haklılar: Afganistan’da gördüğümüz şey, tam da popülistlerimizin istediği düzenin en aşırı versiyonuna saflaştırılmış hali.

İki tarafın paylaştığı özelliklerin ne olduğu açık: Yerel toplulukların yerleşik yaşam biçimini yozlaştıran LGBT+ ve çok kültürlülük değerlerini yayan ve ‘küreselci homolar’ dedikleri yeni küresel seçkinlere, yani “globohomo”ya muhalefet.

Dolayısıyla, popülist Sağ ile Müslüman köktenciler arasındaki karşıtlık görelidir: popülistler, sadece Müslümanlarla değil, aynı zamanda Yahudilerle de, farklı yaşam biçimlerinin bir arada var olduğunu kolayca hayal edebilirler, yeter ki kendilerinden uzak olsunlar.
Bu nedenle yeni sağ aynı anda hem anti-Semitik’tir hem de Siyonistleri tutar. Ülkelerinde kalmak ve asimile olmak isteyen Yahudilere hayır derler, ama İsrail’e gitmek isteyen Yahudilere evet derler. Ya da, Holokost’un beyni Reinhard Heydrich’in 1935’te yazdığı gibi: “Yahudileri iki kategoriye ayırmalıyız: Siyonistler ve asimilasyon yanlıları. Siyonistler katı bir ırk kavramına sahipler ve Filistin’e göç ederek kendi Yahudi Devletlerinin kuruluşunu destekliyorlar… onlara iyi dileklerimizi ve resmi iyi niyetimizi sunuyoruz.”

Daha da şaşırtıcı görünen ama öyle olmayan şey, bazı solcuların sınırlı bir şekilde de olsa benzer bir görüşü paylaşıyor olması: Taliban yönetimi altındaki kadınların kaderine üzülseler de, yine de ABD’nin geri çekilmesini küresel kapitalist yeni-sömürgeciliğin, Batılı güçlerin kendi özgürlük ve demokrasi kavramlarını başkalarına empoze etmeye çalışmasının büyük bir yenilgisi olarak algılıyorlar.

Aşı karşıtlığı ve popülizm

Bu yakınlık sadece Taliban’a yönelik duruşlarla sınırlı değil: Benzerliği Covid-19 pandemisi kapsamında aşılama ve sosyal düzenleme tedbirlerine karşı çıkanlar arasında da görüyoruz.

Pegasus casus yazılımıyla ilgili son raporlar, sosyal olarak nasıl kontrol edildiğimize dair genel güvensizliğimizin bir teyidiydi ve neden aramızdaki bunca insanın aşıya direndiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Elektronik cihazlarımızdaki tüm veriler ve tüm sosyal faaliyetlerimiz kontrol ediliyorsa, vücudumuzun içi bu kontrolden kurtulmayı başaran son ada gibi görünüyor.

Bununla birlikte, aşılama ile, devlet aygıtları ve şirketleri bu son özgür mahremiyet adasını bile işgal ediyor gibi geliyor. Dolayısıyla aşıya direncin, Pegasus gibi şeylere maruz kalmanın hedefini şaşırmış bir bedeli olduğunu söyleyebiliriz. Ve bilim, önlemleri haklı çıkarmak için yaygın olarak kullanıldığından ve aşılar büyük bir bilimsel başarı olduğundan, aşıya karşı direnç, bilimin sosyal kontrol ve manipülasyonun hizmetinde olduğu şüphesine de dayanmaktadır.

Dahası, son zamanlarda, Jacques Lacan’ın “büyük Öteki” dediği ve farklılıklarımızın ve kimliklerimizin ancak onun içinde gelişebileceği ortak değerler alanının otoritesinde kademeli bir düşüşe tanık oluyoruz. Bu düşüş sıklıkla yanlış bir şekilde “hakikat sonrası dönem” olarak nitelendiriliyor.

İnsan hakları adına aşıya karşı liberal direniş, insana Leninist “demokratik sosyalizm”i (özgür demokratik tartışma, ancak bir kez karar verildikten sonra herkes buna uymak zorunda) özletiyor doğrusu. Bu demokratik sosyalizm, Immanuel Kant’ın Aydınlanma formülü anlamında okunmalı: “İtaat etmeyin, özgürce düşünün!” değil, “Özgürce düşünün, düşüncelerinizi alenen söyleyin ve itaat edin!”

Aynı şey aşıdan şüphe duyanlar için de geçerli: tartışın, şüphelerinizi ifade edin, ancak kamu otoritesi onları empoze ettikten sonra düzenlemelere uyun. Böyle pratik bir fikir birliği olmadan, yavaş yavaş kabile gruplarından oluşan bir topluma sürükleneceğiz.

Belki de burada uğraştığımız en derin çatlak, bilimin sunduğu gerçeklik imajı ile alışkın olduğumuz yaşam tarzı, normalliğe dair ortak algı arasındaki çatlaktır: yaşamımızın nasıl işlediğine dair tüm sezgilere dahil olan normallik, aşı karşıtlarının tarafındadır.

[Aşı karşıtları], şu anda karşı karşıya olduğumuz sorunların – pandemi, küresel ısınma ve toplumsal huzursuzluk – yaşam biçimimizi sona erdireceğini kabul edemiyorlar. Hayatta kalabilmek için düzenli diyalize ihtiyaç duyan insanlar genellikle kendileri için en travmatik şeyin hayatta kalmalarının bu proteze bağlı olduğunu kabul etmek olduğunu iddia ederler: Orada, önümde büyük bir makine var ve benim bedensel işleyişim onun düzenli kullanımına ve sorunsuz çalışmasına bağlı. Aşı olma olasılığı da bizi aynı sarsıcı deneyimle karşı karşıya bırakıyor: Hayatta kalmam, tekrar tekrar aşı olmama bağlı.

Popülist sağ ve liberter solun ortaklaştığı nokta, tüm kamu otoriteleri alanına olan güvensizlikleridir: polis düzenlemeleri, sağlık denetimi ve tıp ve ilaç kurumları, büyük şirketler ve bankalar tarafından konulan düzenlemeler. Bir özgürlük alanı sağlamak için bu baskıya direnmek istiyorlar.

Sol -eğer hâlâ bu ismi hak ediyorsa- burada bundan bir adım daha ileri atmalıdır: Daha otantik bir varoluş biçimi adına düzen olarak algıladığımız her şeye direnmek yeterli değildir: “Eleştirinin eleştirisi” mekanizmasını da harekete geçirmek ve uğruna direndiğimiz “otantik” konumu da sorunsallaştırmak gerekir.

ABD’de aşıya karşı popülist direnişin, yaygın bireyciliği, kamusal alanda silah taşıması, ırkçılığı vb. ile “Amerikan yaşam tarzını” savunmak için hareket ettiğini ayırt etmek kolay.

Aşı şüphecilerini hitap edebilecek olan sol görüş, kural olarak, yabancılaşmış güç merkezlerinin olmadığı şeffaf bir toplumda yaşamak isteyen küçük grupların doğrudan demokrasisidir. Taliban vizyonunun sorunlu doğası ortada.

Dolayısıyla paradoks, dış tehdidi (küreselci tahakküm) yenmek için, tehdit altında olduğunu hissettiğimiz şeyi [özgürlük] feda etmemizin gerekmesidir.

Bilime güvenmeyi öğrenmeliyiz: (diğer şeylerin yanı sıra, iktidarın hizmetindeki bilimin neden olduğu) sorunlarımızın üstesinden yine de ancak bilimin yardımıyla gelebiliriz.

Kamu otoritesine güvenmeyi öğrenmeliyiz: Pandemi ve çevresel felaketler gibi tehlikelerle gerekli önlemleri alarak yüzleşmeyi yine de ancak böyle bir otorite mümkün kılar. Temel değerler ortak alanına yani “büyük Öteki”ne güvenmeyi öğrenmeliyiz: Dayanışma, onsuz mümkün değildir.

Farklı olma özgürlüğüne ihtiyacımız yok, yeni bir şekilde nasıl aynı olacağımızı seçme özgürlüğüne ihtiyacımız var. Ve belki de en zoru, yaşam tarzımızı oluşturan yaygın inanış ve uygulamaların birçoğunu terk etmeye hazır olmalıyız.

Bugün gerçek anlamda muhafazakar olmak, geleneklerimizde kurtarılmaya değer şeyler için savaşmak, radikal bir değişime girmek demektir. “Her şeyin aynı kalması için bazı şeyler değişmeli” şeklindeki eski muhafazakar motto, bugün yeni bir ağırlık kazandı: insan kalmamız için birçok şeyin kökten değişmesi gerekecek. Taliban’ın ve yeni popülistlerimizin yaptıkları ancak ve ancak gerçek anlamda insan sonrası bir toplum getirir.

Tekrar tekrar duyduğumuz eleştiri, Batı’nın Afganistan’da başarısız olduğu, çünkü belirli yerel koşulları ve gelenekleri göz ardı ederek kendi demokrasi ve özgürlük fikrini orada uygulamaya çalıştığı yönünde.

Bununla birlikte, daha yakından bakıldığında, Batı’nın yapmaya çalıştığı şeyin tam da yerel oluşumlarla bağlantılar kurmak olduğu ve bunun sonucun ise yerel savaş ağaları vb. ile yapılan anlaşmalardan başka bir şey olmadığı görülebilir.

Bu tür girişimlerin uzun vadeli sonucu, Türkiye’de gördüğümüz gibi, yalnızca küresel kapitalizm ve yerel milliyetçiliğin birleşimi olabilir. Taliban’ın Türk hükümetiyle iyi ilişkileri olmasına şaşmamalı. Afganistan pek bir modernlik kazanmadı. Modernitemizde yanlış giden ne varsa (Sovyet işgali de dahil) hepsini aldı.

Alman filozof Jurgen Habermas’ın onlarca yıl önce söylediği gibi, ‘modernite bitmemiş bir projedir’ ve Taliban bunun kanıtıdır.
*www.rt.com. Çeviri Serap Güneş

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.