Önce dinle ve anla
Toplum/Yaşam Haberleri —

Hannah Arendt ve Gershom Scholem
- Eleştiriyi dinlemek, anlamaya çalışmak ve kendi pozisyonunu açıkça savunmak ama aynı zamanda karşısındakine saygı göstermek mümkün mü?
- Arendt’in, Scholem ile mektuplaşması ve benzer örnekler, bu diyalog türünün ne kadar zor ama bir o kadar da gerekli olduğunu gösteriyor.
Hannah Arendt, çağdaş düşüncenin en önemli isimlerinden biri olmasının yanı sıra özellikle Yahudi kimliği, Siyonizm ve Eichmann davası gibi konularda, hem hayranlık uyandırdı hem de sert eleştiriler aldı. Juliana de Albuquerque, geçen hafta Folha de S.Paulo'daki yazısında, Arendt'in farklılıklarla diyalog kurma konusunda eşsiz bir örnek oluşunu tekrar hatırlattı; özellikle Gershom Scholem ile 1963 ve 1964 yılları arasında sürdürdüğü mektuplaşmalara işaret etti.
Filozof ve siyaset teorisyeni Hannah Arendt (1906-1975), totalitarizm, kötülük ve insanlık durumu üzerine eserleriyle tanınır. Gershom Scholem (1897-1982) ise Yahudi mistisizmi ve Kabala üzerine önde gelen bir tarihçi ve entelektüeldir. İkisinin dostluğu, 1930’larda Paris’te başladı ve 1939’dan 1964’e kadar süren mektuplaşmaları, Yahudi kimliği, Siyonizm, felsefe ve özellikle 1963’te Arendt’in “Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Bir Rapor” üzerine yoğun bir tartışmayı kapsar. Arendt’in kitabı, Nazi subayı Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki davasını izleyerek yazılmış ve “kötülüğün sıradanlığı” kavramını ortaya atmıştı. Arendt, Eichmann’ı ideolojik bir canavar yerine, bürokratik bir “sıradan insan” olarak tanımladı ve Yahudi konseylerinin (Judenrat) Nazi politikalarına istemeden katkıda bulunduğunu öne sürdü. Bu tezler, Yahudi cemaatinde ve entelektüel çevrelerde büyük bir tepkiyle karşılandı. Scholem, Arendt’in bu görüşlerini sert bir şekilde eleştirdi ve 1963’te yazdığı bir mektupta, Yahudi halkına “yeterince sevgi” göstermemekle itham etti. Arendt ise bu eleştirilere rasyonel ve argüman odaklı bir yanıt verdi, duygusal değil, analitik bir yaklaşımı savundu.
Albuquerque, Arendt ve Scholem’in mektuplaşmalarını, farklılıklarla diyalog kurmanın bir modeli olarak sunuyor. 25 yıl süren bu yazışmalar, siyasi ve felsefi anlaşmazlıklara rağmen dostluklarını koruyan iki entelektüelin entelektüel cesaretini ve karşılıklı saygısını yansıtıyor. Scholem’in eleştirileri, Yahudi kimliğine ve Siyonizme derin bir bağlılıktan kaynaklanırken, Arendt’in yanıtları, evrensel ahlaki ve siyasi ilkeleri vurguluyor. Albuquerque, bu diyaloğun, farklılıkların çatışma değil, yapıcı bir tartışma zemini yaratabileceğini gösterdiğini belirtiyor. Arendt, Scholem’in eleştirilerini kişisel bir saldırı olarak görmek yerine, bunları ciddiye aldı ve kendi pozisyonunu açık bir şekilde savundu. Arendt, Yahudi kimliğiyle ilgili olarak kendini “Yahudi” olarak tanımlamayı reddetmedi, ancak bu kimliği bir “inanç” ya da “ideoloji” olarak değil, bir “gerçeklik” olarak gördüğünü belirtti. Ona göre Yahudi olmak, bir insanın doğuştan gelen bir özelliğiydi ve bu, ne övünülecek ne de utanılacak bir şeydi.
Mektuplaşmalar, 2017'de kitap olarak da yayımlandı. Kitap, 1939’daki dostluklarının başlangıcından 1964’teki Eichmann tartışmalarına kadar uzanıyor ve Yahudi diasporası, Siyonizm, kötülüğün doğası ve entelektüel sorumluluk gibi konuları ele alıyor.
Susturmak ve yok etmek yerine
Arendt’in Scholem ile diyaloğu, günümüzde de geçerli olan bir soruyu gündeme getiriyor; farklı fikirlerle karşılaştığımızda nasıl bir tutum sergilemeliyiz? Günümüz dünyasında, özellikle sanal medya çağında, farklı görüşler genellikle bir tartışma konusu olmaktan çok, bir savaş alanına dönüşüyor. İnsanlar, karşıt görüşleri susturmaya ya da yok etmeye çalışıyor. Arendt ise bize başka bir yol öneriyor; eleştiriyi dinlemek, anlamaya çalışmak ve kendi pozisyonunu açıkça savunmak ama aynı zamanda karşısındakine saygı göstermek. Arendt’in Scholem ile mektuplaşması, bu diyalog türünün ne kadar zor ama bir o kadar da gerekli olduğunu gösteriyor. Onlar, birbirlerini tamamen ikna etmeyi başaramadı, ancak bu diyalog sayesinde hem kendi fikirlerini daha iyi ifade ettiler hem de birbirlerinin pozisyonlarını daha iyi anladılar. Bu, gerçek bir diyaloğun amacıdır; mutlaka anlaşmak değil ama farklılıkları anlamak ve bu farklılıklar üzerinden düşünceyi geliştirmek.
Albuquerque, Arendt ve Scholem’in bıraktığı mirasın, özellikle kutuplaşmanın ve hoşgörüsüzlüğün arttığı bir dünyada büyük önemini vurguluyor. Onların mektupları, bize farklılıklarla diyalog kurmanın yalnızca mümkün olmadığını, aynı zamanda entelektüel ve ahlaki bir sorumluluk olduğunu hatırlatıyor. Arendt, “Düşünmek, tehlikeli bir iştir ama düşünmemek çok daha tehlikelidir” diyor. Farklılıklarla diyalog kurmak da aynı derecede tehlikeli ama bir o kadar da vazgeçilmez bir görevdir.
Scholem tartışmaktan sakınmadı
Elbette Gershom Scholem, 20. yüzyılın en önemli Yahudi entelektüellerinden biri olarak, sadece Hannah Arendt ile değil, dönemin birçok önde gelen düşünürü, yazarı ve akademisyeniyle zengin ve derin entelektüel diyaloglar kurdu. Bu diyaloglar, genellikle mektuplaşmalar, makaleler veya yüz yüze tartışmalar yoluyla gerçekleşti.
* Scholem’in en yakın dostlarından biri olan edebiyat eleştirmeni, filozof ve kültür teorisyeni Walter Benjamin ile tanışması, 1915’e uzanıyordu ve 1940’ta Benjamin’in intiharına kadar yoğun bir mektuplaşma ve entelektüel diyalogla sürdü. Mektuplaşmaları, Yahudi mistisizmi, Marksizm, edebiyat, tarih felsefesi, modernite ve sürgün gibi geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Scholem, Benjamin’i Kabala ve Yahudi mistisizmine yönlendirdi; Benjamin ise Scholem’i daha seküler ve Marksist bir perspektife yaklaştırdı. Scholem, Benjamin’in Marksizme olan ilgisini eleştirirken, Benjamin, Scholem’in Siyonist eğilimlerini sorguladı. Buna rağmen diyalogları her zaman saygılı ve yapıcı kaldı. Scholem’in Benjamin’e yazdığı mektuplarda, onun intihara eğilimli ruh halinden duyduğu endişe de açıkça görülüyor. Benjamin ile olan diyalog, Arendt ile olandan daha dostane ve uzun süreliydi.
* Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimlerinden Theodor W. Adorno da Scholem ile hem kişisel hem de entelektüel bir ilişki geliştirdi. Mektuplaşmaları, Benjamin’in mirası, Yahudi kimliği, kültür eleştirisi ve felsefe üzerine yoğunlaştı. Scholem, Benjamin’in Yahudi mistisizmiyle bağlantılı fikirlerini vurgularken, Adorno ise Benjamin’in Marksist ve materyalist yönlerine odaklandı. Bu, zaman zaman gerilim yarattı; Scholem, Adorno’nun Benjamin’in Arcades Projesi’ni yayımlama biçimini eleştirdi. Scholem, Adorno’nun Benjamin’in Yahudi kökenlerini yeterince öne çıkarmadığını düşünüyordu. Buna karşılık Adorno, Scholem’in mistisizme olan ilgisini fazla “metafizik” buluyordu.
* Yahudi filozof ve teolog Martin Buber, Scholem’in hem akıl hocası hem de entelektüel tartışma ortağıydı. İkisi, Yahudi mistisizmi, Hasidizm ve Siyonizm üzerine uzun yıllar boyunca diyalog kurdu. Scholem, Buber’in Hasidizm yorumlarını eleştirerek, onun romantik ve ahlaki bir çerçeveye sıkıştığını savundu. Buber ise Scholem’in Kabala’ya tarihsel ve filolojik yaklaşımını fazla akademik buluyordu. Ayrıca Scholem’in Siyonizme daha seküler yaklaşımı, Buber’in manevi Siyonizm anlayışıyla çatıştı. Scholem, Buber’e yazdığı mektuplarda ve makalelerde, onun mistisizmi “popülerleştirdiğini” öne sürdü, ancak bu eleştiriler her zaman saygılı bir tonda kaldı.
* Siyaset filozofu Leo Strauss, Scholem ile Yahudi felsefesi, modernite ve Siyonizm üzerine entelektüel bir diyalog geliştirdi. İkisi, özellikle 1930’larda ve 1940’larda, Yahudi düşüncesinin modern dünyadaki yeri üzerine yazışmalar ve tartışmalar yürüttü. Scholem, Yahudi mistisizmini tarihsel bir perspektiften ele alırken, Strauss ise Yahudi düşüncesini daha çok klasik felsefe ve siyaset teorisiyle ilişkilendirdi. Scholem’in Siyonizme tarihsel yaklaşımı, Strauss’un daha normatif ve teolojik bakış açısıyla zaman zaman çelişti. Strauss, Scholem’in Kabala’yı akademik bir disiplin olarak ele almasını takdir etse de moderniteye yönelik eleştirilerini fazla radikal buluyordu. Bu diyalog, mektuplaşmalar ve Scholem’in Strauss’un eserlerine yazdığı yorumlar aracılığıyla sürdü.
Gershom Scholem’in Walter Benjamin, Theodor W. Adorno, Martin Buber ve Leo Strauss ile diyalogları, Arendt ile olan mektuplaşmasına benzer şekilde entelektüel derinlik, farklılıklara saygı ve yapıcı eleştiri içeriyor.
* * *
Chomsky ile Foucault'nun 1971'deki tartışması
Arendt-Scholem mektuplaşmaları gibi Noam Chomsky ile Michel Foucault’nun 1971 tartışması da entelektüel cesaret, karşılıklı saygı ve farklılıklarla yapıcı bir şekilde yüzleşme temalarını somutlaştırıyor.
Chomsky ve Foucault’nun Hollanda’da, Eindhoven Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen tartışması, entelektüel tarihin en önemli karşılaşmalarından biridir. Televizyonda yayınlanan ve Fons Elders tarafından modere edilen bu tartışma, 'Felsefenin Geleceği' başlıklı bir etkinlik kapsamında düzenlendi. Vietnam Savaşı, öğrenci hareketleri, sivil haklar mücadeleleri ve Soğuk Savaş’ın yoğun olduğu bir dönemdi. Entelektüel tartışmalar, toplumsal değişim ve adalet gibi konuları merkeze alıyordu. Moderatör Fons Elders, tartışmayı evrenselcilik ve görelilik arasındaki bir karşılaşma olarak çerçeveledi. Tartışma yaklaşık bir saat sürdü ve iki ana tema etrafında şekillendi; insan doğası ve iktidar ile toplumsal değişim. Her düşünür, kendi felsefi çerçevesinden hareket ederek argümanlarını sundu, ardından karşılıklı eleştiriler ve yanıtlar geldi. Chomsky, dilbilimci ve anarşist bir aktivist olarak evrenselcilik ve rasyonalizmi savundu; Foucault, post-yapısalcı filozof olarak iktidar ve söylem ilişkilerine odaklandı.
Chomsky, insan doğasının evrensel ve biyolojik temellere dayandığını savundu. Dilbilim çalışmalarına dayanarak, tüm insanların doğuştan gelen bir dil öğrenme kapasitesine (evrensel gramer) sahip olduğunu belirtti. Bu, insan doğasının yaratıcı, rasyonel ve sabit özelliklere sahip olduğunu gösterir. İnsan doğasının bu evrensel özellikleri, ahlaki ve siyasi ilkelerin (örneğin, adalet, özgürlük, eşitlik) temelini oluşturur. Chomsky, bu ilkelerin bilimsel gözlemlerle desteklenebileceğini ve toplumsal düzenin bu doğrultuda şekillenmesi gerektiğini öne sürdü. İnsanlar, yaratıcı bir şekilde düşünme kapasitesine sahiptir. Bu, baskıcı sistemlere karşı evrensel bir mücadele potansiyelini içerir. Adalet, insan doğasının bu yapısından türetilebilir.
İnsan doğasına dair evrensel bir tanım yapmaya şüpheyle yaklaştı. Ona göre, “insan doğası” kavramı, tarihsel ve toplumsal söylemlerin bir ürünüdür. İktidar ilişkileri, hangi özelliklerin “doğal” kabul edileceğini belirler. Chomsky’nin evrensel ahlaki ilkelerine itiraz ederek, bu tür ilkelerin de iktidar tarafından şekillendirildiğini savundu. Örneğin, “adalet” veya “özgürlük” gibi kavramlar, belirli bir toplumun tarihsel koşulları ve iktidar yapıları içinde anlam kazanır. İnsan doğası, söylemsel pratiklerin ve iktidar ilişkilerinin bir sonucudur. Evrensel bir doğa varsaymak, tarihsel bağlamı ve iktidarın etkisini göz ardı etmektir. İnsan doğasını sabit bir gerçeklik olarak değil, değişken ve inşa edilmiş bir kategori olarak ele aldı.
Tartışmanın bu bölümü, Chomsky’nin optimist ve normatif yaklaşımı ile Foucault’nun şüpheci ve analitik yaklaşımı arasındaki temel farkı ortaya koydu. Örneğin, Chomsky, insan doğasının yaratıcı potansiyeline vurgu yaparken, Foucault, bu potansiyelin bile iktidar tarafından yönlendirildiğini savundu.
Tartışmanın ikinci bölümü, mevcut toplumsal düzenin adaletsizlikleri ve değişim olasılıkları üzerine odaklandı. Bu bölüm, Chomsky ve Foucault’nun siyasi duruşlarının ve pratik önerilerinin karşılaştırılmasını sağladı. Chomsky, mevcut toplumsal düzenin (kapitalizm, devlet otoritesi, emperyalizm) adaletsiz olduğunu ve köklü bir değişim gerektiğini savundu. Anarşist bir perspektiften, hiyerarşik yapılar yerine öz yönetime dayalı bir toplum önerdi. Toplumsal değişimin, insan doğasından türetilen evrensel ahlaki ilkeler (özgürlük, eşitlik, adalet) temelinde gerçekleşmesi gerektiğini vurguladı. Örneğin, Vietnam Savaşı’nı eleştirerek, ABD’nin emperyalist politikalarına karşı mücadele edilmesi gerektiğini belirtti. Devrimci bir dönüşümün mümkün olduğunu ve baskıcı kurumların ortadan kaldırılmasıyla insanların yaratıcı potansiyelinin özgürleşeceğini savundu. Toplumsal değişimi, ahlaki bir vizyonla yönlendirmeyi hedefledi.
Foucault, iktidarın sadece devlet, kapitalizm veya ordu gibi görünür yapılarla sınırlı olmadığını, tüm toplumsal ilişkilerde (okullar, hastaneler, aile, bilim) mevcut olduğunu savundu. İktidar, bireylerin davranışlarını şekillendiren mikro düzeyde bir ağdır. Chomsky’nin devrimci değişim önerisine temkinli yaklaştı. Yeni bir düzenin de kendi iktidar ilişkilerini yaratacağını düşündü. Bunun yerine, yerel, spesifik ve sürekli direniş hareketlerini savundu. “Adalet” gibi evrensel kavramların, iktidar tarafından üretilen söylemler olduğunu öne sürdü. Örneğin, bir devrimin “adalet” adına yapılması, yeni bir baskı rejimi yaratabilir. İktidar her yerdedir ve tamamen ortadan kaldırılamaz. Önemli olan, onun nasıl işlediğini anlamak ve belirli bağlamlarda direniş geliştirmektir. Büyük ölçekli devrimler yerine, mikro düzeyde direniş ve eleştirel farkındalığı vurguladı.
Tartışmanın bu bölümü, Chomsky’nin idealist ve normatif yaklaşımı ile Foucault’nun pragmatik ve şüpheci yaklaşımı arasındaki gerilimi vurguladı. Chomsky, evrensel bir adalet vizyonu sunarken, Foucault, her türlü vizyonun tarihsel ve iktidar odaklı olduğunu öne sürdü.
Chomsky ve Foucault, birbirlerinin argümanlarını ciddiye alarak saygılı bir tartışma yürüttü. Argümanları keskin ve doğrudan oldu. Foucault, Chomsky’nin evrenselcilik varsayımını “naif” bulduğunu ima etti; Chomsky ise Foucault’nun görelilikçi yaklaşımını “ahlaki bir pusula eksikliği” olarak eleştirdi.
Tartışma boyunca iki düşünür de zaman zaman espri yaptı ve insani bir bağ kurdu. Tartışma, Chomsky ve Foucault’nun birbirini ikna etmesiyle sonuçlanmadı. Bu anlaşmazlık, insan doğası ve iktidar üzerine farklı yaklaşımların zenginliğini ortaya koydu. Tartışma, izleyicilere ve okuyuculara bu soruları kendi başlarına düşünme fırsatı sundu.
Chomsky ile Foucault tartışmasının linki: https://www.youtube.com/watch?v=_GHTXsER1zE&t=2410s
Farklı isimlerin benzer tartışmalarından bazı örnekler de şöyle:
Mill ve Taylor
İngiliz filozof John Stuart Mill, eşi Harriet Taylor ile uzun yıllar boyunca hem kişisel hem de entelektüel bir ortaklık sürdürdü. Mill’in “Özgürlük Üzerine” ve “Kadınların Boyunduruk Altına Alınması” gibi eserleri, Taylor ile yaptığı tartışmalardan büyük ölçüde etkilendi. Taylor, Mill’in bireysel özgürlük anlayışına katkıda bulunurken, özellikle kadın hakları ve toplumsal eşitlik konularında daha radikal bir perspektif sundu. Mill, Taylor’ın fikirlerini ciddiye aldı ve bazı noktalarda kendi görüşlerini revize etti. Örneğin, Taylor’ın feminizm konusundaki ısrarı, Mill’in kadınların oy hakkı savunuculuğunu güçlendirdi. Bu diyalog, entelektüel bir ortaklığın nasıl hem kişisel hem de kamusal düzeyde dönüştürücü olabileceğini gösteriyor.
Popper ve Kuhn
Bilim felsefesinin iki ismi Karl Popper ve Thomas Kuhn, bilimin nasıl ilerlediği konusunda önemli bir entelektüel tartışma yürüttü. Popper, “yanlışlanabilirlik” ilkesini savunurken, Kuhn, “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı eserinde bilimsel paradigmalardaki değişimleri vurguladı. Popper, bilimin nesnel ve mantıksal bir süreç olduğunu öne sürdü; Kuhn, bilimin toplumsal ve tarihsel bağlamlara bağlı olduğunu savundu. 1965’te Londra’da düzenlenen bir sempozyumda bu farklılıklar açıkça ortaya çıktı. Tartışma, zaman zaman sertleşse bile iki filozof da birbirlerinin argümanlarını ciddiye aldı ve eleştirilerini yapıcı bir şekilde sundu.
Fransız varoluşçular
Fransız varoluşçu filozoflar Simone de Beauvoir ve Maurice Merleau-Ponty, Les Temps Modernes dergisinin editörleri ve yakın dostlar olarak uzun yıllar diyalog halindeydi. Kore Savaşı ve komünizm konusundaki farklı görüşleri, ilişkilerini gerdi. Merleau-Ponty, başlangıçta Marksizmi savunurken, Beauvoir ve Sartre daha eleştirel bir duruş sergiledi. Merleau-Ponty’nin 1955’te yayımladığı eseri, Sartre ve Beauvoir ile olan anlaşmazlıklarını açıkça ortaya koydu. Beauvoir, buna yanıt olarak Merleau-Ponty’nin fikirlerini eleştirdi, ancak tartışma kişisel bir düşmanlığa dönüşmedi. Bu diyalog, varoluşçuluğun siyasi boyutlarını ve entelektüel sorumluluğu tartışmak için bir zemin sağladı. Beauvoir ve Merleau-Ponty, farklılıklarına rağmen birbirlerinin fikirlerini ciddiye alarak entelektüel bir miras bıraktılar.
Snow ve Leavis
İngiliz bilim insanı ve yazar C.P. Snow, 1959’da verdiği “İki Kültür” konferansında, bilim ile beşeri bilimler arasındaki kopukluğu eleştirdi. Edebiyat eleştirmeni F.R. Leavis, Snow’un bu tezine sert bir şekilde karşı çıktı ve 1962’de yayımladığı bir makaleyle Snow’u eleştirdi. Snow, bilimsel ve edebi kültürlerin birleşmesi gerektiğini savundu; Leavis, Snow’un edebiyatı ve beşeri bilimleri yeterince anlamadığını iddia etti. Tartışma, oldukça polemik bir hal aldı, ancak her iki taraf da argümanlarını kamusal alanda açıkça savundu ve entelektüel bir tartışma zemini oluşturdu. Bu tartışma, bilim ve beşeri bilimler arasındaki ilişkiyi sorgulayan önemli bir moment olarak kabul edilir.
Said ve Lewis
Edebiyat teorisyeni Edward Said, 1978’de yayımladığı “Oryantalizm” adlı eserinde, Batı’nın Doğu’yu temsil etme biçimlerini eleştirdi. Bu, Ortadoğu tarihçisi Bernard Lewis ile arasında uzun bir entelektüel tartışmayı tetikledi. Lewis, Said’in oryantalizm eleştirisini aşırı genelleyici ve tarihsel bağlamdan yoksun buldu; Said, Lewis’in çalışmalarını Batı merkezci ve kolonyalist bir bakış açısını yansıttığını savundu. Tartışma, makaleler ve kamuoyu önünde yapılan konuşmalar yoluyla sürdü. Her iki taraf da birbirlerinin argümanlarını ciddiye aldı ve yanıtlarını ayrıntılı bir şekilde sundu. Bu diyalog, postkolonyal çalışmalar ve Ortadoğu’nun temsili üzerine derin etkiler yarattı. Said ve Lewis, tamamen farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da entelektüel bir tartışma zemini oluşturarak akademik düşünceye katkı sağladılar.