Pandemi Zayiatı: Gerçekliğin en yakıcı halleri

Kültür/Sanat Haberleri —

Pınar Öğünç

Pınar Öğünç

  • Tarihi kazananların yazmasının önüne geçmenin tek yolu, tarihin halihazırda yaşanıyor olduğunu herkese anlatmaktan geçiyor. Geçmişle bugünü ayrıştırmadan, hedefe odaklanarak örgütlendiğimizde zaten tarihi bizim yazacağımızı hepimiz biliyoruz sanırım.

BİLGE AKSU

 

Son dönemde epeyce izleyici bulan ve rağbet gören kısa ve etkili belgeselleri seversiniz sanıyorum. Çoğunluğu yabancı kaynaklı basın servislerinin oluşturduğu ve belli bir başlığa odaklanan bu 7-8 dakikalık yapımlarda, hayatın içinden bir sürü bilgi ve belgeyi hızlıca özümseyip bir diğer videoya geçer ve kısa sürede neler öğrendiğimizle övünür dururuz.

Ayakkabı boyayanlar, taksi şoförleri, kağıt toplayıcıları, makinistler, otogar çığırtkanları neler yaşıyormuş, mesleklerinin trajik ve komik yanları nelermiş gibi soruları, fonda orta tempoda rahatlatıcı bir müzikle izleyip gülümseyerek hayatımıza devam ederiz. Sanırım böyle bir üslupla konuya yaklaşılmasının en büyük sebebi, izleyicilerin içini karartmayıp her seferinde yeni videolarınızı izleyeceklerinden emin olmak. Neticede piyasaya, piyasa için iş yapmak bunu gerektirir.

Pınar Öğünç, salgının başından beri birçok meslek erbabıyla röportajlar yapıyor. Düzenli olarak yayımlanan bu röportajlar geçtiğimiz haftalarda bir kitapta toplandı ve okuyucu karşısına çıktı. İlk bakışta, birçok meslek grubundan insanın hayatına odaklanıyor gibi görünen bu diziyi yukarıda bahsettiğim mini belgesellerden ayıran şey, içimizin kararıp kararmadığıyla kimsenin ilgilenmiyor oluşu. Ne Pınar Öğünç’ün böyle bir hedefi var ne de röportajı yapılan kişilerin. Baştan sona gerçekliğin en yakıcı hallerini her bir konuşmada iliklerimize kadar hissedişimiz bundan.

Umursamayan hikayelere odaklanmak

Pandemi Zayiatı, çizimlerini Murat Başol’un yaptığı ve Koronavirüs salgınının doğrudan etkilediği otuz beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı bir kitap olarak, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Geçen yıl mart ayında başlayan ilk karantina önlemleriyle birlikte Öğünç bu röportajları Gazete Duvar’da yayımlamaya başlamış, toplumun büyük kısmını oluşturan emekçilerin dışarıdan bakınca pek de bilinmeyen ve maalesef yeterince umursanmayan hikayelerine odaklanmıştı. Özellikle evde kalma çağrılarının yapıldığı o dönemde birden yüklenilen online alışveriş ve online sipariş sektöründeki kuryeler, kargocular, depo elemanları ya da çağrı merkezi çalışanları eskiden beri sorunlu olan bu sistemde, salgınla birlikte iyiden iyiye ağırlaşan şartlarını içlerini dökerek anlatmışlardı. Büyük ses getiren bu röportajlar için Pınar Öğünç, 22 Mayıs 2020’de şöyle yazıyordu:

“Öyle de olabilirdi, ama yerli yerine koymak açısından söylemeli, bu yazı dizisi bir gazetecilik refleksiyle doğmadı. İlk vakaların açıklandığı günlerde evde kalabilmenin utancı ve ona eşlik eden öfke, ne yapabilirim diye sordurdu. Bu öfkeyi yazmak yerine, onu işlemeyi, iki ay süresince erişebildiğim kadar kişinin korona virüsüyle temas hikâyesine aracılık etmeyi istedim.” (Gazete Duvar, “Son Söz Niyetine”, 22 Mayıs 2020 Cuma)

 

Yılın yorgunluğu

Evde kalabilmenin utancı… Öğünç’ün bu ifadesi orta sınıf olarak tanımlanan şehirli ve vicdanlı birçok kişinin salgın sürecinde zaman zaman hissettiği bir duygu. Fakat aslında bunun hiçbir önemi yok. Bu bir boş gösteren. Yani işe yarar hiçbir anlam taşımıyor. Çünkü tekstil atölyesinde çalışanın, kargo elemanının, motokuryenin, metal işçisinin yaşadıklarına ya da hissettiklerine hiçbir katkısı yok. Pınar Öğünç de muhtemelen bu faydasızlığın farkına varıp harekete geçti ki çok iyi etti.

Röportajların tamamı, aralarında yaklaşık bir yıllık bir sürenin ayırdığı iki farklı konuşmadan oluşuyor. Mart 2020’de, ilk ölümün açıklandığı gün konuşan Semra Hanım bir tekstil fabrikasında çalışıyor. Salgının henüz neye benzediğinin dahi bilinmediği bu dönemde toplumca yaşanan tedirginlik ve bilinmezin getirdiği korku satır aralarından adeta fışkırıyor. Asgari ücret ile çocuklarına bakmaya çalışan Semra Hanım ve eşinin en büyük dertleri o ana kadar çocuklarına iyi bir eğitim sağlayabilmekmiş. Bundan bir sene sonra konuştuklarında ise, geçirdikleri yılın yorgunluğunu okuyoruz. Hem kendi ifadelerinden hem de yine satır aralarından. İlk konuşmada 98 vaka ve 1 ölüm olduğu not düşülmüştü, son konuşmada ise vaka sayısı 2.492.977, ölü sayısı 26.237.

İşte bu tarzda, 2020 ve 2021’de ikişer kez konuşan tam otuz beş insanın yaşadıklarını okurken gözümüzde canlanan atölyeler, depolar, fabrikalar, otobüsler, okullar, servisler ve daha birçok mekan, hiçbir süslemeye ya da romantizme yer bırakmadan, ne olup bittiyse bir bir dökülüyor önümüze. Sendikal faaliyetlerin şeytanlaştırılması, kod-29 ile işinden ve kariyerinden edilmek istenen insanların şaşkınlıkları, asla durmaması salık verilen üretimin yöneticilerinin kayıtsızlıkları… Yaşadığımız düzene ilişkin düşünmekten kaçındığımız ne varsa önümüze seriliyor.

 

Yeterince vahşi değil mi?

Kapitalizmin belli dönemlerine çeşitli sıfatlar getirildiğini duymuşuzdur. Mesela Jack London’ın tasvir ettiği dönem için vahşi sıfatı çok yakıştırılır. Bunun sebebi, yirminci yüzyıl sendikal hareketlerinin ortaya çıkmasından önce çalışma saatlerinin, iş güvenliğinin, sağlık güvencesinin hiç dikkate alınmadan, çocuk, genç ya da yaşlı demeden birçok kişinin acımasızca çalıştırıldığı dönemlere işaret ediyor olmasıdır. On dokuzuncu yüzyıl sonlarını betimleyen birçok eserde ya da tarihsel belgede gördüğümüz üzere, yaşı on ikiyi bulan çocukların günde on altı saat çalıştırıldığı bir döneme işaret ettiği için bunu sorgulamayız da. Fakat vahşi sıfatını o dönemle ilişkilendirdiğimizde, geri kalan dönemlerde yaşananları hafifletmiyor muyuz sizce de? Örneğin salgın hastalığın kol gezdiği bir şehirde, her sabah tıklım tıklım metrobüslere binip yüzlerce kişiyle aynı atölyede akşama kadar çalıştırılan insanlara birer maske dahi verilmemesini düşünsek? Ya da o işçilerden birinin, maske istediği için kod-29 ile işten çıkarıldığını ve yalnızca işini kaybetmesinin değil, aynı zamanda başka işlere başvurmasının da engellenmesinin hedeflendiğini düşünsek? Yeterince vahşi gelmiyor mu?

 

Zulüm hikayeleri

Tarihin bazı dönemlerinde, bugünden baktığımızda aklımızın almadığı bir sürü zulüm hikayesi buluruz. ‘Böyle bir şeye nasıl göz yummuşlar’ diye sorguladığımız o hikayeler gerçekten de dehşet verici manzaralar sunar. Orta çağ karanlığında evlenmesi ya da çocuk doğurması bile izne tabi olan serfleri düşündüğümüzde böyle hissederiz mesela. Ya da gemilerle Amerika’ya taşınan Afrikalıların yaşadıklarını da hayretle okuruz. Bu hikayeler artık bize dokunmadığı için belki de vahşi tanımını kolaylıkla edinirler. Onların aldığı sıfatlar, bugünkü hikayelerden ayrışmalarını da kolaylaştırır hem. Fakat bugün yaşanan zulüm hikayelerini tanımlamaktan korkmamızı açıklamaya yeter mi bu? 

Pınar Öğünç, tarihte gördüğümüz zulüm hikayelerinin halihazırda yaşanmakta olduğunu anlatıyor bize. Otuz beş kişi, vakanüvislere, kelli felli tarihçilere aldırmadan, asıl tarihin nerede yaşandığını aktarıyor. Tarihi kazananların yazmasının önüne geçmenin tek yolu, tarihin halihazırda yaşanıyor olduğunu herkese anlatmaktan geçiyor. Geçmişle bugünü ayrıştırmadan, hedefe odaklanarak örgütlendiğimizde zaten tarihi bizim yazacağımızı hepimiz biliyoruz sanırım.

 

 

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.