Paris katliamlarının ideolojik esrarı

Toplum/Yaşam Haberleri —

Mehmet Bayrak

Mehmet Bayrak

100 yıllık Türk-Fransız ilişkileri ve Paris katliamının hatırlattıkları...

  • 10 yıl arayla Fransa’nın başkenti Paris’te gerçekleştirilen Kürt katliamları, ister istemez insanı 100 yıl önceye tarihlenen Türk-Fransız gizli ilişkilerinin sorgulanmasına götürüyor. 

MEHMET BAYRAK 

Geçmişten bu yana birçok Batılı devlet ile siyasi ve diplomatik ilişkiler içinde bulunan Osmanlı Devleti, özellikle Tanzimat hareketinden ve Osmanlı’nın Fransız ve İngilizler’le birlikte Ruslar’a karşı giriştiği 1853-56 Kırım Harbi’nden sonra Fransa, Osmanlılar için başat ülke konumuna gelir. Özellikle Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in 1860’lı yıllarda Fransa’yı ziyaret etmesiyle bu ilişki daha da güçlenir. Öyle ki, sadece ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler bağlamında değil; Doğu dillerinden sonra Fransızca da Osmanlıca’ya girmeye başlar. Zaten Osmanlı, üstteki harbi bu ülkelere borçlanarak finanse eder  ve böylece ortaya Düyûn-u Umumiye dediğimiz ve 1954’e kadar sürecek Devlet borçları çıkar.

Osmanlı, II. Abdülhamid dönemine gelince bu kez Alman İmparatorluğu ile yoğun ilişkilere başlar. Çünkü Almanya, kendisini Ortadoğu ve Uzakdoğu’daki sömürgelerin paylaşılmasında atlatılmış saymaktadır. Bu konuda, Anadolu- Bağdat Demiryolu, Almanya için önemli bir itme görevi yapar ve Ortadoğu’nun kapılarını açar. Bu nedenle, İmparator II. Wilhelm, birkaç kez İstanbul’u ve Ortadoğu’yu ziyaret ettiği gibi, Kürtler’e yaranmak için Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki mezarını da ziyaret eder.

Bu ilişki, II. Meşrutiyet’in ilanından ve İttihad- Terakki Hareketi’nin işbaşına geçmesinden sonra daha da güçlenir. Hareketin ilk kurucularından olan Dr. Abdullah Cevdet , Dr. İshak Sükuti ve İhsan Nuri gibi Kürt aydınları, özellikle 1912 Kongresiyle yönetim tümüyle Balkanlı ve Kafkaslı dönme ve devşirme Türk aydınlarının insiyatifine geçince, hareketten ayrılarak başkaca Kürt aydınlarıyla birlikte Kürt demokratik örgütlerine geçerler (Dr. Sükuti, zaten 1912’de vefat etmiştir).

19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, milliyetçilik rüzgârının esmesiyle önce Balkan, sonra da Ortadoğu halkları Osmanlı’dan ayrılmaya başlamışlardır.

İşte, 1913 Bab-ı Ali baskınıyla devlet yönetimi bütünüyle bu hareketin eline geçince; yeni yönetim, Alman militarizminin yedeğinde bu ayrışmayı durdurma ve Orta Asya’da yeni mevziler kazanma sevdasına düşmüş ancak “pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”la karşı karşıya kalmıştır...

Birinci Dünya Harbi ve din istismarı

Alman militarizminin yedeğinde I. Dünya Savaşı’na giren Türk-İslamcı İttihad ve Terakki yönetimi, bu emperyalist savaşı “Harb-ı Mukaddes” (Kutsal Savaş) ve “Cihad-ı Ekber” (Din Uğruna Büyük Savaş) olarak ilan etmiş , bu konuda fetva çıkarmış ve Fetva Emini tarafından meydanlarda ilan edilmişti.

Sonradan “İstiklâl Marşı” şairi Mehmet Akif gibi İslamcı aydınlar, Almanya’nın yönlendirmesiyle bu konuda çığırtkanlık yaparken; Tevfik Fikret gibi hümanist şairler, bu savaşın Osmanlı ülkeleri için bir yıkım olacağını bildikleri için şiddetle karşı çıkıyorlardı. Tevfik Fikret, daha 1915’te “Balkan Harbini yaptık, İtalya Harbini... Bunlar bitmeden, biz çoktan bittik. Şimdi bu harbe, Allah aşkına, niye girdik? Ben mi yanlış düşünüyorum? Niye susuyorsunuz?” diye haykırıyor ve bir kesitini ilk kez sosyalist yazar Sabiha Zekeriye Sertel’in, tamamını ise ilk kez bizim 1973’te çıkan ilk kitabımız “Tevfik Fikret ve Devrim”de yayımladığımız bu uzun şiirin nakaratında bu -sözde- Kutsal Savaşı şöyle lanetliyordu:

Lânet senet, lânet sana ey Harb-ı Mukaddes

Sensin bütün ekvânı eden böyle mülevves. (Age, 2. Bas. 1986, s.43-55)

Bilindiği gibi, bu uyarılara aldırmadan din istismarı temelinde Almanya’nın yedeğinde Fransa, İngiltere ve İtalya’ya karşı savaşa giren Osmanlı Devleti’nin âkibeti iki yıl içinde belli olduğu içindir ki, bu devletlerin Dışişleri yetkilileri daha 1916’da gizli Sykes- Picot Anlaşması’nı imzalamış ve bunu realize etmek için kolları sıvamışlardı...

Sivas Kongresi’nde bir Fransız ajan

Eşi de ajan-gazeteci olup ittihatçılar döneminde İstanbul’da faaliyet yürüttükten sonra vefat eden Madam Gaulis, Sivas Kongresi’ni fırsat bilerek Sivas’a gider, Kongre aşamasında M. Kemal’le gizlice görüşerek çeşitli fotoğraflar çektikten sonra, Ankara’da ayrıntılı görüşme konusunda anlaşarak oradan ayrılır ve M. Kemal’in Hacıbektaş Postnişini Cemaleddin Çelebi’yi ziyaret ederek Ankara’ya dönmesiyle, ikili arasında görüşme trafiği yoğun biçimde devam eder. (Bu vesileyle belirtelim ki, Cemalettin Çelebi’nin çağrısı ve Vet. Dr. Nuri Dersimi’nin rehberliğinde Axuçan Piri Seyid Aziz, bu Kongrede M. Kemal’in yanında yer alıp baştacı edilirken; konuyla ilgili tüm resimlerde kimliği karartılıp sansüre uğratılarak İslam Şeyhi, İslam Kadısı gibi unvanlarla sunulur...)

1921’deki Koçgiri katliamı aşamasında halkının yanında yer aldığı için, 400 dolayında Dersim-Koçgirili ile birlikte Divan-ı Harb’de yargılanır ve idama mahkum edilir. Ancak o aşamada Millet Meclisi’ndeki Dersim ve diğer kesimlerden demokrat milletvekillerinin M. Kemal’i uyarması üzerine serbest bırakılarak, 1934 yılında hakka yürüyünceye kadar gözetim altında tutulur. Aynı biçimde Nuri Dersimî de tutuklanarak, Divriği Hapishanesi’nde zincire vurulur. Fakat  Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey’in devreye girmesi üstüne serbest bırakılır ve 1937’de Suriye’ye çıkıncaya kadar takibat altında tutulur.

Fransız ajan-gazeteci Madam Gaulis, Ankara’daki görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ve Mareşal Fevzi Çakmak gibi önemli şahsiyetleri fotoğrafladığı gibi, Fransa adına 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşması’nı imzalayan Fransız devlet adamı Henry Franklin Bouillon’u da Adana Valisi Hamit Bey gibi muhtelif Türk yetkililerle birlikte resmeder (Ocak- 1922). 

Rojava ve Fransızlar

Bu aşamada, Fransızlar’la yapılan gizli anlaşmayı ve Güneybatı Kürdistan’ın şehir-şehir, köy-köy ortadan bölünerek Fransızlar’a teslim edildiğini haber alan Rojava-Çiyayê Kurdan (Kürtdağı) Kürtleri, Okçu İzzeddin Aşireti lideri Hacı Hannan Ağa öncülüğünde atlanıp Ankara’daki Meclis’in yolunu tutarlar. Ankara’da, Hakimiyet-i Milliye Matbaası’nda bastırdıkları “Mutalebât”ı tüm Milletvekillerine dağıtırlar. İlk kez, çevrim yazısını yaparak Kürdoloji Belgeleri-II’de (Ank. 2007) yayımladığımız Mutalebât, dönemi anlamak açısından son derece önemli bir belgedir. Burada M. Kemal Samsun’a çıkmadan çok önce İçtoroslar ve Rojava Kürtleri’nin, anti- işgalcı bir  dürtüyle Fransız işgaline karşı çıktıkları ve Fransızlar’la çeliştikleri özellikle vurgulanır. Tabii, Ankara Hükümeti inkâr yoluna sapar ancak Rojava sınırları çok küçük değişikliklerle Lozan’da kabul edilir. (Madam Gaulis’in, Kemalistler’le gizli çalışmaları konusunda bkz. M. Ertuğrul Düzdağ: Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler; ZVİ -Geyik yay. İst. 2004, s. 101- 145).

İşte, Lozan öncesi bu gizli antlaşma dolayısıyladır ki, Ahmet Kuyaş’ın deyimiyle “Tam 100 yıl önce Ankara Antlaşması’yla Fransızlar Güney Anadolu bölgesini boşaltmaya başladı; Adana, Antep, Kilis, Osmaniye, Nizip, Tarsus ve birçok yerleşimde Türk bayrağı dalgalanmaya başladı.” (bkz. // Tarih, Ocak- Şubat/ 2022, s. 14). 

Bu aşamada, Kemalistler’in vaadlerine kapılarak Kürt delegesi Şerif Paşa, Sevr Konferansı’ndan geri çağrılmış; İngilizler’le varılan mutabakattan sarfınazar edilirken; Kemalistler Şubat-1921’de Londra’da gizli anlaşma yapıyorlardı…

Paris katliamlarının düşündürdükleri

Gerek ülke içinde gerekse ülke dışında gerçekleştirilmiş cinayet ve katliamların hiç birinin TC Devleti’nden bağımsız yapıldığı düşünülemez. Gerek İttihat-Terakki gerekse bunun devamı niteliğindeki kemalist yönetim dönemlerinde, “etno-dinsel temizlik/ tek-tipleştirme/ Türk İslamlaştırma” ekseninde yapılan katliam ve soykırımların tümü, gizli bir devlet politikası olarak gerçekleştirilmiştir. Bu gerçekliği bilmek ve kavramak için kâhin olmaya gerek yok. Kemalist kadroların yüzde 90’ı eski İttihatçı geleneğin devamıdır.

Esasen, kongre belgelerinden başlayarak, Misak-ı Milli kararları, Ocak-1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası), 1922’de kabul edilen Muhtariyet (Özerklik) Kanunu, Lozan öncesi İstanbul gazetelerinin başyazarlarına verilen beyanatların tümü 1924 Anayasası ile rafa kaldırılıyor ve tam bir “red- inkâr ve imha” politikası başlatılıyordu. Zaten, 1925 Kürt Milli Direniş Hareketinden başlayarak; Şark Islahat Planı ile ikame edilen sonraki te’dib (askeri yöntemlerle hizaya getirme), tenkil (cezalandırma), taqtil (katletme), tehcir (sürme), temsil (asimile etme) ve temdin (medenileştirme adına Türk- İslamlaştırma) politikalarının tümü bu anlayışın ürünüydü...

Geçmişte bir değerlendirmemde; “Kürtler ilk defa Rojava’da kendileri için savaşıyor” demiştim. Bu, bir gerçekliktir. Çünkü, 1639’da Kasr-ı Şirin Anlaşması’yla ikiye bölünen Kürdistan; Lozan’la 4’e bölünüyor ve o tarihten bu yana her parçada bir “Kürt sorunu” bulunuyor. İşin ilginç yanı, her parçada “sömürge” konumuna düşürülen Kürt toplumu ve ülkesi karşısında bu 100 yıllık süre içinde tüm sömürgeci devletler rejimleri ne olursa olsun bir ittifak içerisindedirler. Sadabat Paktı’nda da bu sömürgeci devletler müttefik-üye, Amerika ve İngiltere “hâmi devletler”; Bağdat Paktı’nda da Merkezi Andlaşma Teşkilatı CENTO’da da... Kısaca, Kürtler’in en büyük handikapı, sırtlarını yaslayacakları sağlam ve güvenilir bir müttefik-komşularının bulunmamasıdır. 

1926’daki muhtıra

Oysa, keşke Kürt Aydınlanma ve Özgürlük Hareketi’nin, yaklaşık 100 yıl önce 20 Mayıs 1926’da yine diasporadan Başvekil İsmet Paşa’nın şahsında Hükümet’e verdiği muhtıraya kulak tıkanmasaydı. Ne deniyordu özetle bu muhtırada?

“Mevcut politikanın yürütülmesinde ve kalıcılaştırılmasında direnilirse, Kürtlük âleminden vazgeçmiş Türklüğün, yalnız bugün için değil yarın da güçlükler ve korkunç durumlar karşısında kalmayacağının güvencesini kim verebilir? (...) Eğer genç Türkiye Cumhuriyeti ve muhterem yöneticileri, Türk ve Kürtler’in bir arada yaşamasını gerçekten istiyor ve Kürtlüğün kuvvet ve kudretinden yararlanmayı ve Kürtlükten çok Türklüğün varlığını sağlamlaştırmak ve en azından Kürt milletini kazanmayı hedefliyorsa, tek çözüm yolu ve ilaç; 20. yüzyıl uygarlığının ulus ve özgürlük prensiplerine saygı ve uyma ile Kürtler’in yaşam hakkını kabullenmek ve bu suretle Avrupalılara, dost ve düşmana karşı olgunluğunu ve siyasi yeterliliğini göstermektir. (...) Aksi takdirde, mevcut politikanın ve durumun devam ettirilmesinde ısrar edilirse, Kürdistan veya Şarkî Anadolu kıtası büyük bir kin ve kırgınlık yuvasına dönecektir...” (Bkz. M. Bayrak: Ateş- Kan- Barut Günlerinde Kürt Diplomasisi; Özge yay. Ank. 2021, s. 251-262).

Bilmem, fazla söze gerek var mı?.. Ne diyordu, aydınlanmacı- hümanist şair Tevfik Fikret? “Hak ve hakikat her zaman kuvvetin, zorbalığın üzerindedir...”

O Fikret ki, tüm söylediklerinde haklı çıkmış ve M. Kemal, 1918’de, yanına Süleyman Nazif ve Faik Ali (Ozansoy) gibi iki Kürt şairini de alarak, onun müze haline getirilen Aşiyan’daki evini ziyaret etmiş ve anı defterine şunları yazmışlardır: “Tavaf-ı tahatturunda bulunmakla mübahi, perestişkâran-ı Fikret” yani “Anma ziyaretinde bulunmakla övünerek, Fikret’e tapanlar...”

Fikret’in ünlü bir sözü daha var: Diyor ki, “Hasarsız zafer olmaz...” Evet, ne yazık ki, hasarsız zafer olmuyor!.. İşte, Paris katliamlarının ideolojik esrarı. Ancak biliyoruz ki; toplumsal gelişme yasaları tüm yasaların üzerindedir...

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.