Paris katliamlarının ideolojik esrarı

Toplum/Yaşam Haberleri —

27 Aralık 2022 Salı - 19:30

Mehmet Bayrak

Mehmet Bayrak

100 yıllık Türk-Fransız ilişkileri ve Paris katliamının hatırlattıkları...

  • 10 yıl arayla Fransa’nın başkenti Paris’te gerçekleştirilen Kürt katliamları, ister istemez insanı 100 yıl önceye tarihlenen Türk-Fransız gizli ilişkilerinin sorgulanmasına götürüyor. 

MEHMET BAYRAK 

Geçmişten bu yana birçok Batılı devlet ile siyasi ve diplomatik ilişkiler içinde bulunan Osmanlı Devleti, özellikle Tanzimat hareketinden ve Osmanlı’nın Fransız ve İngilizler’le birlikte Ruslar’a karşı giriştiği 1853-56 Kırım Harbi’nden sonra Fransa, Osmanlılar için başat ülke konumuna gelir. Özellikle Osmanlı Sultanı Abdülaziz’in 1860’lı yıllarda Fransa’yı ziyaret etmesiyle bu ilişki daha da güçlenir. Öyle ki, sadece ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkiler bağlamında değil; Doğu dillerinden sonra Fransızca da Osmanlıca’ya girmeye başlar. Zaten Osmanlı, üstteki harbi bu ülkelere borçlanarak finanse eder  ve böylece ortaya Düyûn-u Umumiye dediğimiz ve 1954’e kadar sürecek Devlet borçları çıkar.

Osmanlı, II. Abdülhamid dönemine gelince bu kez Alman İmparatorluğu ile yoğun ilişkilere başlar. Çünkü Almanya, kendisini Ortadoğu ve Uzakdoğu’daki sömürgelerin paylaşılmasında atlatılmış saymaktadır. Bu konuda, Anadolu- Bağdat Demiryolu, Almanya için önemli bir itme görevi yapar ve Ortadoğu’nun kapılarını açar. Bu nedenle, İmparator II. Wilhelm, birkaç kez İstanbul’u ve Ortadoğu’yu ziyaret ettiği gibi, Kürtler’e yaranmak için Selahaddin Eyyubi’nin Şam’daki mezarını da ziyaret eder.

Bu ilişki, II. Meşrutiyet’in ilanından ve İttihad- Terakki Hareketi’nin işbaşına geçmesinden sonra daha da güçlenir. Hareketin ilk kurucularından olan Dr. Abdullah Cevdet , Dr. İshak Sükuti ve İhsan Nuri gibi Kürt aydınları, özellikle 1912 Kongresiyle yönetim tümüyle Balkanlı ve Kafkaslı dönme ve devşirme Türk aydınlarının insiyatifine geçince, hareketten ayrılarak başkaca Kürt aydınlarıyla birlikte Kürt demokratik örgütlerine geçerler (Dr. Sükuti, zaten 1912’de vefat etmiştir).

19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, milliyetçilik rüzgârının esmesiyle önce Balkan, sonra da Ortadoğu halkları Osmanlı’dan ayrılmaya başlamışlardır.

İşte, 1913 Bab-ı Ali baskınıyla devlet yönetimi bütünüyle bu hareketin eline geçince; yeni yönetim, Alman militarizminin yedeğinde bu ayrışmayı durdurma ve Orta Asya’da yeni mevziler kazanma sevdasına düşmüş ancak “pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”la karşı karşıya kalmıştır...

Birinci Dünya Harbi ve din istismarı

Alman militarizminin yedeğinde I. Dünya Savaşı’na giren Türk-İslamcı İttihad ve Terakki yönetimi, bu emperyalist savaşı “Harb-ı Mukaddes” (Kutsal Savaş) ve “Cihad-ı Ekber” (Din Uğruna Büyük Savaş) olarak ilan etmiş , bu konuda fetva çıkarmış ve Fetva Emini tarafından meydanlarda ilan edilmişti.

Sonradan “İstiklâl Marşı” şairi Mehmet Akif gibi İslamcı aydınlar, Almanya’nın yönlendirmesiyle bu konuda çığırtkanlık yaparken; Tevfik Fikret gibi hümanist şairler, bu savaşın Osmanlı ülkeleri için bir yıkım olacağını bildikleri için şiddetle karşı çıkıyorlardı. Tevfik Fikret, daha 1915’te “Balkan Harbini yaptık, İtalya Harbini... Bunlar bitmeden, biz çoktan bittik. Şimdi bu harbe, Allah aşkına, niye girdik? Ben mi yanlış düşünüyorum? Niye susuyorsunuz?” diye haykırıyor ve bir kesitini ilk kez sosyalist yazar Sabiha Zekeriye Sertel’in, tamamını ise ilk kez bizim 1973’te çıkan ilk kitabımız “Tevfik Fikret ve Devrim”de yayımladığımız bu uzun şiirin nakaratında bu -sözde- Kutsal Savaşı şöyle lanetliyordu:

Lânet senet, lânet sana ey Harb-ı Mukaddes

Sensin bütün ekvânı eden böyle mülevves. (Age, 2. Bas. 1986, s.43-55)

Bilindiği gibi, bu uyarılara aldırmadan din istismarı temelinde Almanya’nın yedeğinde Fransa, İngiltere ve İtalya’ya karşı savaşa giren Osmanlı Devleti’nin âkibeti iki yıl içinde belli olduğu içindir ki, bu devletlerin Dışişleri yetkilileri daha 1916’da gizli Sykes- Picot Anlaşması’nı imzalamış ve bunu realize etmek için kolları sıvamışlardı...