Sinemamız evrensel olmalı

Dosya Haberleri —

Rêber Dosky

Rêber Dosky

  • Yönetmen Rêber Dosky: İnsanların Kürt sinemasını anlamaları için özellikle anlattığım hikayeleri evrensel boyutta seçiyorum. Kürtlerin sorunlarını ajitasyon yapmadan anlatmaya çalışıyorum. Neticede yaptığım sinema bir halkın acılarını, yoksulluğunu, toplumsal sorunlarını ele alıyor. Seyirciyi sıkmadan, bunaltmadan bunu yapmak bence çok önemlidir.

HAVAR DERYA

Bir toplumun dilini, kültürünü yansıtan, aynı zamanda yaşam biçimini, yaşadığı baskı ve zorlukları ele alan alanlardan biridir sinema. Bunu hayata geçirmek ise uygun koşullar ve özgürlükleri gerektirir. Bu da Kürt sineması açısından pek kolay olmuyor. Rêber Dosky üretken bir yönetmen. 1975 yılında Güney Kurdistan’ın Duhok kentinde dünyaya gelen Dosky, şimdiye kadar yaptığı filmlerle çok sayıda ödül aldı. Rêber Dosky, Kürtlerin hikayelerini sinemada evrensel bir çerçevede anlatamadığını düşünüyor ve ''hikaye anlatmak için iyi bir senaryonun olması şart çünkü senaryo filmin omurgasıdır'' diyor. Yakın zamanda bir film projesi için gittiği Mardin’de  gözaltına alınan Rêber Dosky, kötü muameleye maruz kaldıktan sonra sınır dışı edildi. Biz de Rêber Dosky ile Kürt sinemasını ve zorluklarını konuştuk.

Profesyonel anlamda sinema serüveniniz nasıl başladı?

Eskiden beri sinemaya ilgim vardı aslında. Fakat doğduğumuz coğrafyada maalesef imkânlarımız kısıtlıydı. Avrupa’ya çıktıktan sonra sinemaya ilgim profesyonel anlamda daha çok gelişti. 2009 yılında Amsterdam Film Akademisi'ne ön elemeler ile alındıktan sonra sinema hayatım gerçek anlamıyla başlamış oldu.

Kürt sinemasının geçmişi ve gelişimi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Aslında Kürt sinemasının geçmişinden bahsetmek biraz zor. Eskiden Kürtler üzerine yapılan bazı filmler olmuştur. Yılmaz Güney bunları yapanlardan birisidir. Bir Kürt olarak Kürtlerin acılarını, yaşamlarını sinemaya birkaç film ile yansıtmıştır ama ben bu filmleri başlı başına bir Kürt sineması olarak görmüyorum.

Neden?

Kürtleri ele almıştır demek bence daha mantıklı çünkü. Kürt sineması 90’lı yılların sonlarında iyi bir gelişme kaydetti. Güney’de oluşan yapılanma, özgürlük ateşi sinemaya da yansımış ve dışardan gelen Kürt yönetmenler gereken maddi desteği almış ve Kürt sineması için ciddi anlamda adımlar atılmıştır. Şu an Kurdistan’ın genelinde büyük ve profesyonel anlamda bir sinemaya sahip olduğumuza inanıyorum. Genç ve yetenekli insanlarımız bu işi en üst düzeyde anlamış ve pratiğe dökmüştür. Şu an yapmamız gereken bu işi bir endüstriye çevirmemiz.

Örnek verebilir misiniz?

Örneğin Kurdistan’ın her bir şehrinde sinema zincirleri kurulmalı. Yapımcı firmalar kurulmalı, dağıtım firmaları tesis edilmeli. Filme ilişkin her alanda ciddi anlamda adımlar atılmalı ki bu çark dönsün. Çünkü şu an çok sayıda film prodüksiyonları yapılıyor ama sadece festivallerde bu filmler izleniliyor, dolayısıyla halkın çoğunluğuna ulaşılmıyor.

Kürt kültürü ve kimliği, filmlerinizde nasıl bir rol oynuyor?

Biraz önce de değindiğim gibi Kürtler üzerine çok film yapılmış ama bu filmler Kürt kültürüne ve diline hizmet etmemiştir. Benim özellikle dikkat ettiğim nokta filmlerimde Kürtçenin konuşulması, Kürtçe yaşanılması vs. özellikle “Sıdık ve Panter”de Kürtlerin kültürel kıyafetlerini, dilini, yaşam tarzını, doğaya olan inancını beyaz perdeye yansıtmaya çalıştım. ‘Bizim için kutsal olan bu topraklara silahın dışında nasıl sahip çıkabiliriz’in fikrini bu filmimde özellikle seçtim. Çünkü günlük yaşantımız, siyasetimiz her şeyiyle düşmanın bizlere dayattığı siyasete odaklanmış durumda. Kürtlerin geneli ‘bizim ülkemiz yok’ burukluğuyla hareket etmektedir. Oysa ben bunun tam tersini düşünüyorum. Benim ülkem var, ben özgürüm, dilim var, binlerce yıla dayanan bir kültürüm var. Ben bir Kürt bireyi olarak bunu nasıl koruyabilir ve filmlerimle bunu başkalarına nasıl aşılayabilirim diye düşünüyorum. Filmlerimi Kürtlerin perspektifinden ele alıyorum; dillerini, yaşam tarzlarını, yaşadıkları yerleri beyaz perdeye yansıtıyorum.

Son yıllarda Kürt sinemasında hangi türden yenilikler ve değişimler gözlemlediniz?

Son yıllarda göze çarpan yeniliklerden bir tanesi Avrupa’da Kürt film festivalinin yapılması. Her sene onlarca Kürt filmi piyasaya çıkıyor, insanlar da bu filmleri izlemek ve çevresiyle paylaşmak istiyor. Kürt sinemasında özellikle gözlemlediğim başka ilgi çekici bir yenilik de Başûr’da yapılan filmlerde daha çok toplumun sorunlarını ele alan konulara dikkat çekilmesi. Bildiğiniz gibi 1992 yılından bu yana bir özerk yapı var. İnsanlar özgürlüğün tadını çıkartmış, diğer üç parçaya nazaran bağımsızlık hazırlıklarına girilmiş. Başûrlu yapımcı ve yönetmenler ister istemez toplumda olan sorunlara yöneliyor. Diziler yapılıyor, eğlence içerikli yayın yapan TV’ler var artık. Rojava ve Rojhilat’tan gelen filmlerin hepsi siyasi içerikli; toplumun sorunlarından ziyade Kürtlerin o bölgelerde çektikleri acıları anlatıyor. Bakur’dan gelen filmlerin genelinde de bu hava var. Bunu kesinlikle anlayabiliyorum çünkü halkım acılar içerisindeyken, işkencelerden geçiriliyorken, aç iken sen kalkıp halka komedi sunamazsın. Sanatın toplumun sorunlarını, siyasi veya farklı boyutlarını anlatmalı diye düşünüyorum.

Filmlerinizde kadın temasını da çok işliyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?

Özellikle göze çarpan diğer bir yenilik de yavaş yavaş kadın oyuncularımızın öne plana çıkması. Bu konuda cesurca adımlar atılıyor. Bana göre Kürt sinemasının bugünden sonra kaydetmesi gereken şey kurumlaşmaya gitmesidir. Kürt siyasi güçleri, sinemaya desteklerini, sinemayı kurumlaştırarak yapmalıdır diye düşünüyorum.

Bir öneriniz var mı bu konuda?

Evet, örneğin belirli fonların kurulması, kurumların kurulması gibi. Genel bir film fonunun kurulması ve herkese açık olması gerektiğini düşünüyorum. Genç ve yetenekli film yapımcılarına destek olunmalı ve onlar için belirli hedeflerin olması gerektiğine inanıyorum. Bunun ötesinde her bir Kürt bölgesinde onlarca film akademilerinin açılmasından yanayım.

İnsanların Kürt sinemasını daha iyi anlamalarına yardımcı olmak için nasıl bir çaba içindesiniz?

İnsanların Kürt sinemasını anlamaları için özellikle anlattığım hikayeleri evrensel boyutta seçiyorum. Kürtlerin sorunlarını ajitasyon yapmadan anlatmaya çalışıyorum. Bunu yaptığınızda filmleriniz daha çok izlenir, sevilir. Çünkü neticede yaptığım sinema bir halkın acılarını, yokluğunu, toplumsal sorunlarını ele alıyor. Seyirciyi sıkmadan, bunaltmadan bunu yapmak bence çok önemlidir. Bunu “Radio Kobanê”de özelikle korumaya çalıştım. Çünkü bulunduğun ortam bir savaş ortamı, insanlar acılar içinde, bütün şehir savaştan dolayı yağmalanmış, deyim yerindeyse taş üstünde taş kalmamış. Ben kalkıp bu kadar acının üzerine yeni bir ajitasyon yaratırsam insanlar ürker diye düşünüyorum. Bu sınırı her yönetmen düşünmeli ve korumalıdır. “Sıdık ve Panter” filmimde de yaptığım Kurdistan’ın güzel yanlarını seyirciye anlatmak idi. Çünkü insanların geneli Kurdistan’ı bir savaş alanı olarak biliyor. Bu bölgeyi haberlerden duyduğu kadarıyla tanıyor. Fakat filmi izleyenler, durumun hiç de öyle olmadığını fark ettiler. Filme gelen seyircilerin hepsi şaşkına dönmüş, Kurdistan’a gitme sözü vermişlerdi. Çünkü filmde görülen doğa onları bayağı şaşırtmıştı. Aslında bu film ile Kurdistan’ı tek yönüyle tanıyanlara verdiğim mesaj şuydu: Kurdistan için neden mücadele ettiğimizi şimdi daha iyi anlayabilirsiniz.

Filmlerinizde Kürt Êzîdî kadınları da çokça ön plana çıkarıyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?

“Daughters of the Sun” filmimde ana konu DAİŞ’in kaçırıp tecavüz ettiği, pazarlarda sattığı Kürt Êzîdî kadınlarının dramlarını anlatmaya çalıştım. Senelerce kaçırılmış, dinleri zorla değiştirilmiş, ruhlarına sahip olunmuş bu Kürt kadınları özgürlüklerine kavuştuklarında ve kendi evlerine döndüklerinde yeni bir yaşam kurabilirler mi? Siyasi temadan ziyade toplumda tabu haline gelmiş bazı konuları da ele alıyorum bu filmimde. Erkeğin egemen olduğu bir toplumda bu kadınlar tekrar topluma adapte olabilirler mi, tekrar evlenebilirler mi, tekrar Êzîdî toplumunun bir bireyi olabilirler mi? DAİŞ’in Kürt halkına saldırması bir tesadüf değildi. Bazı güçlerin desteğiyle Musul’dan çaldıkları silahlarla ilk önce Şengal’deki insanlarımıza saldırdılar. Burada büyük bir katliama tanıklık ettik.

Şengal’den sonra Kobanê’ye saldırıya başladılar. Burada da aynı katliamı yapmaya çalıştılar ama Kobanê’deki Kürt kadınları DAİŞ’in pratiklerinden haberdardı. Kobanê’deki kadınlar ellerine silah alıp bu erkek egemenliğine karşı savaşmaya başladılar. Kendilerini, kendi haklarını başarılı bir şekilde koruyabildiler. Kobanê’de savaşan kadınların çoğunluğu şunu diyordu: Din ve savaş, erkek tarafından insanlığa dayatılan prensiplerdir. Biz kadınlar doğanın gereği olarak bazı şeyleri kabul etmiş durumdayız ama bizim savaşamadığımızı kim söylemiş! Ortadoğu yeni bir yapılanmaya mecburdur bunu da kadınların liderliğinde yapmaya kararlıyız. Bu benim için Ortadoğu’nun en büyük sorunudur. Erkek hakimiyetinin hem din hem de siyasette dominant bir rolü var. Yüzlerce senedir Ortadoğu ve dünyanın birçok yerini cehenneme çeviren bu erkek egemenliğine son verilmedir. Kısa filmim “Meryem” de bunu ele alıyorum. Aslında ben toplumsal ve siyasi temaları kombinleyenlerden birisiyim.

Bütün bu anlattıklarınızdan yola çıkarak Kürt sinemasının uluslararası alanda daha geniş bir kitleye ulaşması için sizce neler yapılabilir?

Bence Kürt sinemasının uluslararası alanda daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için Kurdistan’da yapılacak hikayelerin evrensel bir çerçevede anlatılması gerekir. Bunu anlatmak için iyi bir senaryonun olması şart. Çünkü senaryo filmin omurgasıdır. Hollywood’daki filmler dünyanın dört bir yanından izleniyor. Bunu nasıl başarıyorlar? Neticede bunların kullandığı kamerayı biz de kullanıyoruz, kullandıkları mikrofonları bizler de kullanıyoruz. Türk dizileri bu son yıllarda neden bu kadar izleniyor? Bunlar bazı çerçeveleri aşmış durumda. İstanbul’da yaşanılan bir hikaye neden Küba’daki birini etkileyebiliyor. Bunun tartışmasını Kürt sinemacılar yapmalı artık.

Son olarak varsa yeni projeleriniz hakkında okuyucularımızı bilgilendirir misiniz? İleriki süreçlerde İzleyicilere neler sunmayı planlıyorsunuz?

Şu an çalıştığım bir belgesel film var. Bu belgesel filmin her bir bölümünü Kurdistan’ın Başûr, Bakur, Rojava ve Rojhilat bölgelerinde çekeceğim. Bir bölümünü Ermenistan’da olan Kürt bölgesinde çekeceğim. Son bölümünü de Avrupa’daki Kürtleri yani diasporayı çekeceğim. Bu belgesel Human Hollanda Televizyonu’nun talebi üzerine altı bölümden oluşuyor. Belgeseli 2024 yılında çekmeyi düşünüyorum.

* * * 

Türk devleti sanatımın önünü kesti!

Kısa bir süre önce bir film projeniz için Türkiye’ye gelmiştiniz ancak gözaltına alınıp sınır dışı edildiniz. Neden sınırdaşı edildiniz?

Halen de niye gözaltına alındığımı bilmiyorum. Mardin Havalimanı’nda gözaltına alındım. Beni Kızıltepe Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Orada parmak izlerim ve ifadem alındıktan sonra Mardin İl Göç İdaresi’ne götürüldüm. Daha sonra beni Mardin’den Urfa il Göç İdaresi’ne gönderdiler. Urfa İl Göç İdaresi’nden güvenlik görevlileri tarafından ince aranmaya maruz bırakıldım. İçeride 18 kişi ile aynı odada kaldım. Burası benim için insanlığın öldüğü bir yerdi. Burada gördüğüm kadarıyla mültecilere kesinlikle insan gözüyle bakılmıyor. İnsanlar hasta fakat doktora götürülmüyorlar. Verilen yemeklerde kurtçuklar vardı. İnsanlar vitaminsiz. Tuvalet ve banyolar hiçbir zaman temizlenmiyor. Kadın ve çocuklar orada gözaltında tutuluyor. Kendime ilk olarak bu çocukların burada ne işlerinin olduğunu sordum. Orada çalışan polisler ve askerler mültecilere işkence ediyorlar. Üçüncü günün sonrasında Türkiye hükümeti tarafından sınır dışı edildim. Bu da seneye yapmayı düşündüğüm filmi artık Mardin’de yapamayacağımı gösteriyordu. Bu benim için büyük bir engel teşkil ediyor. Böylece sanatımın önünü kesmiş oldular. Ben ise Mardin’de bütün güzellikleri içeren bir film yapmak istiyordum. Orada yaşayan değişik halkları ele alan, kültürlerini, dinlerini, yaşam tarzlarını anlatacağım bir hikayenin önünü kestiler. Bu film Mardin’in kültürel dokusu ve turizmi alanında büyük bir olanak yaratacaktı. Maalesef buna engel oldular.

* * * 

Rêber Dosky’e dair...

Rêber Dosky ilk belgeseli 'The Call' (2013) ile Amsterdam Film Akademisi'nden mezun oldu. 'Kobanê'nin Keskin Nişancısı' (2015) adlı kısa filmi ile uluslararası alanda kapılar açıldı ve Hollanda’da “Tegel” en iyi gazetecilik ödülünü kazandı. İlk uzun metrajlı belgeseli 'Radyo Kobanê' (2016), En İyi Hollanda Belgeseli dalında IDFA Ödülü'nü kazandı. Yine 'Radyo Kobanê' dünya çapında onlarca ödül kazandı. 2017 yılında 'Meryem' adlı belgesel filmi Avrupa Film Ödülü'ne aday gösterildi. 'Sıdık ve Panter' ile 2019'da en iyi Hollanda Belgeseli dalında IDFA Ödülü'nü de kazandı. Son filmim “Êzîdî Kadınlar-Güneşin Kızları” Hollanda Film Festivali 2023'ün Altın Buzağı yarışmasına seçildi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.