Soykırım ve Dersim’in Kara Günü: 4 Mayıs

Hasan Hayri ATEŞ yazdı —

  • Kültürel soykırımda amaç, bir milletin milli duygularını yıkmak, tarihini saptırmak, kültürel ve sosyal iç dinamiklerini bozmak, bu doğrultuda kendi etnik grubuna katılmasını sağlamaktır. Dersim’e yönelik bütün bu fillerin, Tanzimat’tan itibaren sistematik olarak işlendiği, çok açıktır.

4 Mayıs 1937’de Bakanlar Kurulu tarafından kararı alınan ve Reisi Cumhur Mustafa Kemal’in nihai onayıyla Dersim’e yönelik başlatılan askeri harekât, SOYKIRIM harekâtıdır. Bu soykırım, İttihatçıların Ermeni, Süryani, Keldani halklarına yönelik başlattığı, ardılı Türk ulus devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü soykırımlar sürecinin devamıdır.

Elbette Anadolu’nun Türkleştirilmesi kapsamında Rumların mübadele yoluyla topraklarından sürülmesi, Lazların, Gürcü ve Çerkeslerin ayağa kalkamayacak şekilde ağır bir asimilasyona maruz bırakılmalarını da belirtmek gerekiyor. Ancak “Şark Islahat Planı” ve “Zorunlu İskan Kanunu”yla çerçevesi çizilerek gerçekleştirilen Kürtlere yönelik tehcir, tenkil ve tedip sürecinin; yani cumhuriyetin, katliamlar ve soykırımlar döneminin en önemli halkasını, Dersim Soykırımı oluşturmaktadır.

Soykırım devam eden uzun vadeli bir süreçtir

Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından kavramsallaştırılan genocide (soykırım) nitelemesinin yeni olduğunu biliyoruz. Fakat, kavramsallaştırma yeni olsa da, Lemkin, soykırımın, tarih kadar eski olduğuna, geçmişte de pek çok örneğine rastlandığına dikkat çekmektedir. Evet, kavram yeni olsa da, soykırım tarihin her döneminde kaşılaşılmış olan bir olgudur. Nitekim Lemkin, kavramı Yahudi Soykırımı sonrasında geliştirse de, onu bu konuda düşündüren asıl olay, Ermenilerin yaşadıklarıdır. Fakat o dönemde henüz bunu soykırım olarak niteleyecek durumda değildir.

Lemkin tarafından hazırlanan “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”, 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilerek, 1951’de yürürlüğe girmiştir. Ne var ki sözleşme, Lemki’nin düşündüğü ve hazırladığı biçimiyle değil, devletlerin mutabakatıyla bir hayli budanarak ve beş kriter üzerinden tanımlanarak son halini almıştır. Lemkin’in bu kriterler üzerinden yapılan tanımlamaya da karşı çıktığını biliyoruz. En önemlisi de ABD, Sovyetler Birliği, Fransa ve İngiltere’nin itirazları sonucunda etnosit, yani kültürel soykırıma yönelik değerlendirmelerin dışta tutulmasıdır. Lemkin’in asıl itirazı da buna olmuştur.

Lemkin, öncelikle düzeyi ne olursa olsun, soykırım soykırımdır diyerek; milli, etnik veya ırki bir grubun imha edilmesine veye zayıflatılmasına yönelik koordine edilmiş bir planın varlığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla sorunu, devletlerin mutabakatıyla BM Sözleşmesinde belirtilen kriterlerle sınırlandırmamaktadır. Üstelik imha sadece derhal fiziki imha da değildir. Bunun yanı sıra, bir toplumun yaşam dinamiklerini, kültürel varlığını, dilini veya ekonomik varlığını tahrip ederek, söz konusu toplumun uzun vadede ortadan kaldırılmasını hedefleyen fiiller toplamıdır. Böylelikle tek bir katliamdan değil, uzun vadeli bir süreçtir bahsi edilen. Lemkin’in üzerinde durduğu en önemli boyut ise, ezen tarafın kendi milli dokusunu ezilen tarafa dayatması olarak nitelediği etnosittir.

Dersim Soykırımının arka planı

Lemkin’in, soykırımın tarih kadar eski olduğu tespiti ve diğer tesbitlerinden hareketle, Dersim’in soykırım kıskacına alınması, Tanzimatla birlikte idari olarak mutasarrıflık yapılmasıyla başladığını, özellikle belirtmek gerekiyor. Yeni idari yapılanma, Osmanlı devletinin, Dersim’in kültürel kimliğini biçimlendirme çalışması dahil, bütün yönleriyle hakim olma çabasıdır. Bunun önemli argümanlarından biri, yapılan kapsamlı askeri harekatların yanında, kimlik ve hafıza oluşturmaya yönelik çalışmalara da ağırlık verilmiş olmasıdır. 1896 yılında Müşir Zeki Paşa’dan başlayarak, 1935’te İsmet İnönü tarafından hazırlanan raporlar sürecine bakıldığında, ne yapılmak istendiği çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda uzun vadeli bir planın sistematik olarak işletilmesidir.

Jandarma Umum Kumandanlığınca, gizli ve zata mahsus olarak hazırlanan Dersim Raporu’nda, bu durumu kanıtlayacak hayli çarpıcı bilgiler mevcut.

“Yavuz Sultan Selim’in gazabı olmasaydı, bugün güzel Türkiye’mizde tek bir Sünnü’ye tesadüf etmek belki de mümkün olamayacaktı. Eğer Yavuz’un gazabı Dersim’in yalçın dağları içine girebilmiş olsaydı, herhalde Dersim’i de, bugün maddi ve manevi başka bir yol üzerinde görürdük.”

Raporun daha başlarında yapılan bu tespit, aslında murad edileni ortaya koyarken, Tanzimatla birlikte buna uygun bir faaliyet yürütüldüğü de hazırlanan raporlardan anlaşılmaktadır. Daha ortada ulus devlet yokken, Türkleştirme faaliyeti kesintisiz sürdürülmüştür. Bu yanıyla ulus devlet kurucularının Osmanlı’dan devraldığı ve istikrarlı bir süreklilik içinde devam ettirdiği istisna politikalardan biridir. Cumhuriyet birçok yanıyla Osmanlı’dan bir kopuş olsa da, Dersim meselesinde, bu, söz konusu değildir.

Dersim’in nasıl adım adım kültürel soykırım kıskacına alındığının en önemli göstergesi ise, gerek etnik, gerekse inanç zemininde köken belirleme ve bunun toplumda karşılık üretmesi için yapılan çalışmalardır.

Bahsi edilen raporda, “Dersimlilerin ırki vaziyetlerini tespit hayli müşkil bir iştir” denmektedir. Devamla, “Bugünün Dersim halkından Garbi Dersim’i işgal edenler, kendilerinin Horasan’dan gelmiş olduklarını müttefikan beyan ederler. Şarki Dersim’de böyle bir iddia henüz görülmemiştir. Garbi Dersimlilerin iddiaları yakın bir tarihe ait olduğundan, Dersim’in bunlara tekaddüm eden (önce gelen) sakinleri olmak lazım gelir. Bu hakiki sakinler tespit olunduktan sonradır ki, Dersim’in ve Dersimlilerin ırki vaziyetini tespit, bir dereceye kadar mümkün olur.”

Görüldüğü üzere Dersimlilerin kökeni belirsizdir denilerek, özellikle inanç zemini üzerinden Türklükle ilişkilendirilmesine yönelik kesintisiz devam eden çalışmalar söz konusudur. Diğer yanıyla yukarıdaki değerlendirme, cumhuriyetin başından itibaren Fuat Köprülü ile başlayan akademik çalışmaların Alevi Kızılbaş itikadını, Horasan üzerinden Orta Asya’ya bağlama çabaları konusunda da önemli bir ip ucudur. Görülüyor ki, bu raporun hazırlandığı dönem itibariyle Kürdistan’da, Horasan-Orta Asya efsanesinin bir karşılığı yoktur. Hazırlanan raporlarda da itiraf edildiği üzere, şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Rea Haq itikadının serçeşmesi olan Dersim’de 1800’lerin ortasına kadar, inancın kaynaklarını Orta Asya ve Türklük zemininde arama söz konusu değildir. Bunu iddia edenlerin söylemleri de yakın döneme aittir ve inanç temelli bir misyonerlik faaliyetiyle geliştirildiği açıktır. Bu ilişkilendirme çabaları Osmanlı’ya uzansa da, cumhuriyetle birlikte, bir bütün devletin ideolojik aygıtları seferber edilerek, daha ileri bir aşamaya taşınmıştır. Özellikle inanç zemininde küçümsenemez bir mesafe alındığı da bir gerçekliktir.

Elbette İttihatçılıkla başlayan bu süreç, cumhuriyetle birlikte Kürdistan ve Anadolu’nun Türkleştirilmesi planının harfiyen devam ettirilmesidir. Fakat Kürdistan’da bir kültürel havza olan kadim Dersim’in, bu süreçten en ağır biçimiyle etkilendiği ve zaman içinde toparlanamayacak düzeyde yıkıma uğradığı, ayrı bir hakikattir. Elbette kadim Dersim, bugün ki Mameki (Tunceli) çevresiyle sınırlı değildir. Bu kültürel havza batıda Koçgiri, doğuda Gimgim(Varto); bugünkü Erzincan’ın kuzey hattı ve güneyde Çarsancak-Çemişgezek bölgesini içermektedir. Dersim yaşlılarının, buraya Gola Desim dediklerini biliyoruz. Gola Desim havzası Malatya, Maraş ve Adıyaman bölgesiyle de Ocak-Mürşit-Pir-Talip ilişkisiyle, sürekli ve dinamik bir ilişki içinde olmuştur. Bu havzada yaşanan sarsıcı yıkımda, kültürel kimliğin kendine özgü yanlarıyla büyük oranda itikat zemini üzerinden şekillenmiş olması, en önemli etken olmuştur.

Kültürel soykırımda amaç, bir milletin milli duygularını yıkmak, tarihini saptırmak, kültürel ve sosyal iç dinamiklerini bozmak, bu doğrultuda kendi etnik grubuna katılmasını sağlamaktır. Dersim’e yönelik bütün bu fillerin, Tanzimat’tan itibaren sistematik olarak işlendiği, çok açıktır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.