Sûr’un Kanaslı fedaisi

  • Tılsımlı hikâyelerin yerini gerilla anıları almaya başladı. Bu, Sonay için yeni bir süreç, yeni bir başlangıçtı. Artık Kürt ve Kürdistan sorunlarını konuşmayı geride bırakıp pratik hizmet yaklaşımına geçti. 2004’te ağabeyi tahliye olunca artık onu kimse durduramadı.

DENİZ BABİR

Gür bir ses köy odasından yankılandı, duvarlara çarparak sözcükler oluşturdu. Odada oturan herkesin önüne Kürtlük, ulusallık gibi sözcükler, adeta yanan çıranın altından yuvarlanarak dökülüverdi. Birdenbire beliren bir sessizlik anından sonra tekrar başladı sıralamaya: “Köydeki evleri tek tek gezip dağıtacağız. Buradakiler de her ay dergisini bu odadan alacak” dedi. Hemen önünde duran siyah çantanın içinden dergileri çıkardı. Sonra minderlerde oturanların önüne birer dergi ve kitap koyarak, hafif bir gülümsemeyle yerinden kalktı, odadan çıktı… Bir saat sonra geri geldiğinde köyün yaşlılarının da “tamam” dediğini söyledi. “Köyün yaşlıları” derken ne kastettiğini merak edip sorduğumda “Köyü gezdim, yaşlılara da dergi ve kitapları verdim. Ama bir dahaki gelişinde getirdiğin dergi ve kitapların iki katını getir, bunlar yetmedi” dedi. Sonay ilişkilerini odanın dışına da çıkartarak köyün yaşlılarına da dergi ve gazete verirdi. Bu onun için en önemli değerdi. Yaklaşımı oldukça kazanımcıydı. Herkes onu sever, herkes onu dikkatle dinlerdi. Çok erken yaşta aldığı sorumluluk onda erken bir olgunlaşmayı da getirmişti.

Sur direniş şehitlerinden Sonay Engin’in (Nûcan Malatya) ağabeyi Naki Engin, onun çocukluk yıllarını ve mücadele içerisindeki çalışmalarını şöyle anlatıyor: “Sonay çocukluğundan beri çok asi, sabırlı ve bir o kadar da sempatikti. Biz köyden çok erken ayrılıp İstanbul’a yerleştik. Fakat Sonay, annem ve babamla beraber doğduğu Malatya’nın Yazıhan ilçesine bağlı Yukarı Boyaca köyünde kaldı. 90’lı yıllarda erkek kardeşim Metin tutuklanınca köydeki evin idaresinden tutalım annem ve babamla hep o ilgilendi. Erken yaşta sorumluluk aldı.”

Bir oda, bir komün

Sonay hiçbir zaman başkası olmadı, hep kendine has bir duruşu vardı. Aynı zamanda köyün gençleriyle oluşturduğu bir komün sistemi vardı. Herkes kendisini burada görebiliyordu. Köydeki odası tılsımlı hikâyelerin, stranların, ezgilerin sıklıkla anlatıldığı, çalındığı ve söylendiği bir mekandı. Naki Engin, Sonay’ın da içinde olduğu bu dönemi ‘oldukça örgütlü’ diye tanımlarken; “Hani eski köy ortamlarında annelerimizin anlattığı tılsımlı hikâyeler var ya, bir çıranın altında dinlerken insanı büyüleyen hikâyeler olur ya... Köydeki günlük işlerinin bittiği saatten sonra gençler Sonay’ın bizim evdeki odasında toplanırdı. Her şey bu odanın gizeminde saklıydı. Burada herkes bir anı, bir hikâye ile kendini anlatırdı. Öyle ki kış geceleri çok uzundu, bu uzun geceler onlar için dolu dolu geçerdi. Zamanın ne kadar değerli olduğunu ancak o zaman anlayabiliyordu insan. Benim için o oda hala çok değerlidir. Bu odada günümüze dek gelişen toplu katliamlardan tutalım, Terzi Cemal’in yarattığı tahribatlara kadar çok şey tartışılırdı. Ama tartışmalar ihanet çizgisine karşı bir öfke olarak odadakilerin yüzlerinde beliriyordu. Herkes bunları öğreniyordu ve merakla dinliyordu. Sonay daha çok anlatan konumdaydı ve anlatırken sevimli bir ifade ile her zaman yüzünde bir gülümseme belirirdi” ifadelerini kullanıyor. 

Bu toplantılarda bir araya gelen gençlerin daha sonra bunu bir örgütlülüğe dönüştürerek, Kürt ulusal hareketinin ideolojilerini tartışmaya ve sempati duymaya başladıklarını söyleyen Naki, bu süreçlerin asla kırıcı tartışmalar şeklinde gelişmediğini belirtiyor.

Tılsımlı hikâyeler yerini gerilla anılarına bıraktı

Sonay ile yaşıt olan genç kızlar evlilik hazırlığı yaparken, o bohçasını hazırlayarak mücadeleye daha aktif katılmanın hazırlıklarını yapardı. 2001 ile 2004 yılları arasında Malatya’nın Yazıhan ilçesi, Yukarı Boyaca köyünde Özgür Halk dergisi ve Yeni Bakış gazetesini dağıttı. 2004’e ilk olarak Malatya’ya, sonra Amed’e geçti. Artık Sonay için yeni bir sayfa açılmıştı. 

“Sonay, 2000’li yıllarda sıklıkla Malatya’ya gitmeye başladı. Sonrasında Özgür Halk dergisiyle tanıştı ve her ay köye dergi ve kitaplar getirir, gençlere dağıtırdı. Burada da oda sohbetleri bitmemişti. Hatta daha da sık yapılan tartışmalarda eski hikâyelerin yerini gerilla anıları almaya başladı. Bu da bana göre Sonay için yeni bir süreç ve yeni bir başlangıçtı. Bu başlangıç daha politikti. Yürütülen tartışmalar da toplumsal sorunları içeren bir boyuta evriliyordu. Artık Kürt ve Kürdistan sorunlarını konuşmayı geride bırakıp pratik hizmet yaklaşımına geçti” diyerek Sonay’ın yaşamındaki bu dönemi anlatıyor. 

Kardeşinin köyden ayrılmasına rağmen sık sık Yağızan Köyü’ne dönüp şehit mezarlarını ziyaret ettiğini belirten Naki, “Bu şehadetler Sonay için farklı bir anlam taşıyordu. Aynı zamanda onun için ulusal çapta bir mücadelenin varlığını hissettiriyordu” diyerek Sonay’ın şehit ziyaretleriyle mücadeleye ve şehitlere bağlılığını hatırlatıyor. 

Dergi dağıtımcılığından özgürlük dağlarına

Devamla, “Sonay’ı aktifleşme sürecini biraz geciktiren cezaevinde olan erkek kardeşimdi. Onun tahliyesini bekliyordu, yoksa çoktan aktifleşecekti. 2004’te kardeşim tahliye olunca artık onu kimse durduramadı. Özgür Halk dergisinde çalıştığı dönemlerde Amed’in kavuran sıcağında sırtında dergi yüklü çantayla sokak sokak gezerdi. Genelde emekçi yönüyle bilinirdi. Bu süreçte İstanbul’a da geldi, orada da dergi çalışmalarında bulundu” diyerek Sonay’ın hayatının dönüm noktalarından birini yaşadığına dikkat çeken Naki Engin, “Daha sonra da ayrılık vakti geldi. Bir gün yanıma gelerek vedalaştı. Sonra Amed’e, oradan da özgürlük dağlarına gitti” diye aktarıyor. 

Amed Serhildanı’na da öncülük etti

Ben de Sonay ile 2001’in çetin kışlarından birinde tanışmıştım. Malatya’da Özgür Halk’la başlayan hikayesi Amed’de de devam etti. Amed’de bulunduğu yıllarda emek ve fedakarlık söz konusu olunca herkes Sonay’ı parmakla gösterirdi. Özgür Halk dergi çalışmalarını yürüttüğümüz sıralarda karşılık beklemeden bu zorlu süreçte emek ve fedakârlık gösteren Sonay heval, artık Kürdistan’ın kalbi olan Amed’de Özgür Halk dergisi dağıtarak daha aktif sorumluluk aldı. 
2006 Amed Serhildan’ında da yer aldı. Bir hafta boyunca Şehit Ergin Güven ile birlikte sokaklarda direndi ve serhildana öncülük etti. Kısa bir süre için İstanbul’a geçti. Orada da dergi çalışmalarında yer aldı. 

Sonay’ın en belirgin özelliği, yoldaşına değer veren ve asla yorulmak nedir bilmeyen bir emekçi olmasıydı. Kapı kapı dolaşarak dergi dağıtırdı. Bu yüzden aileler onu o kadar çok severlerdi ki Sonay’ı bir gün görmezlerse hemen dergiye gelir, onu sorarlardı. Yoldaşlığına en çok ihtiyaç duyduğum istisna arkadaşlardan biriydi. Ne zaman anlatmaya yeltensem sözcükler boğazımda düğümleniyor, sonrasını getiremiyorum. 

2009’da özgürlük saflarına katıldığında, küçüklüğünden beri düşleyerek beklediği anın bu olduğunu biliyordum. O da Ergin Güven Heval’in izinden gitti. Ergin de onun gibi cesur ve fedakârdı. Sonay ve Ergin dergi dağıtımından döndüklerinde sırtları adeta terden sırılsıklam olurdu. İkisi de hafif ve mütevazı şekilde gülümser, asla yorgun olduklarını dile getirmezlerdi.

DAİŞ’in korkulu rüyasıydı

Bir müddet gerillada kalan Heval Sonay, 2011’de Rojava’ya geçti. Burada da Nûcan Malatya ismiyle Rojava halkı onu yüreğine basmıştı. Artık Nûcan, cesur savaşçıların mevzisinde yer alıyordu. 2011’de başlayan Rojava direnişi ile beraber Sonay’ın mücadelenin en ön saflarındaki yerini aldığını belirten ağabeyi Naki de bu süreçle ilgili şunları aktarıyor: “Bu dönemlerde birkaç kez telefonla aradı, fakat imkansızlıklardan ötürü sıklıkla görüşemiyorduk. Daha sonra Rojava’da onu tanıyanlar anlattı. Ne kadar büyük bir direniş göstermiş, o kurak topraklarda DAİŞ’in korkulu rüyası olmuş meğer.”

Sûr’a Roza olarak döndü

Sonay, yani yeni ismiyle Nûcan, 2015 Kasımı’nda bir zamanlar sırtında dergi ve gazete dolu çantasıyla gezdiği Sûr sokaklarına direniş hazırlıkları için Roza olarak geri döndü. Burada yeni bir destan, yeni bir efsane yazılacaktı. Roza, bir avuç insanın 6 ay boyunca devletin en ağır silahlarına karşı büyük bir direniş sergileyerek tarihe adını yazdıracağı Sûr sokaklarında, “Son muhteşem olacak” sözünün sahibi komutan Çiyager ile sırt sırta verecekti. 

Direnişiyle efsane yarattı

Stalingrad kent direnişi, 2. Dünya Savaşı sırasında Alman-Sovyet savaşında psikolojik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Kürtler için de yeni bir sayfa açılıyordu. Rojava direnişi nasıl küresel boyutta birçok ulusu etkilediyse Sûr direnişi de şehir halkı için bir efsane olacaktı. Artık doğacak çocukların isimleri Roza ve Çiyager olacaktı.
Bu süreçte kardeşini görebilmek amacıyla Amed’e gelen Naki Engin, yaşananları; “2015’in Kasım ayında Sûr’da olduğunu duymuştum fakat bir süre sonra bundan tam emin oldum. Amed’e geldim ama sokağa çıkma yasağı nedeniyle onu bir türlü göremedim. Günler ilerledikçe saldırılarda yoğunlaşmıştı. Ben Amed’de olduğum hafta Sûr’un dört tarafı sarılmıştı. Şehrin surları öyle acımasızca dövülüyordu ki anlatamam. O an yaşananları hiç unutamadım; şehrin orta yerinde etrafı surlarla çevrili bir direniş ve şehirle hiç ilgisi olmayan bir dünya... İki ayrı dünya vardı: Biri yaşayarak, çatışarak teslim olmayanların, diğeri de yaşayan ölülerin dünyası…” sözleriyle anlatıyor. 

Sûr duvarlarının hemen yanı başında terk edilmiş bir Alman hastanesi vardı. Duvarları ağır silahlarla döven barbar Türk ordusu, bu terk edilmiş hastaneyi üs olarak kullanıyordu. Rivayete göre Şêx Seîd ve arkadaşları bu hastanenin arazisinde gömülü ve kim bu arazi üzerine yapı oluşturmuşsa ya ölmüş ya da başına bir bela açılmıştır. Burayı üs olarak kullanan devlet, Sûr direnişi karşısında her gün onlarca kayıp vererek gün be gün yenilgiye uğruyordu. Artık halk arasında Kanasçı Roza’nın direnişi kulaktan kulağa yayılıyor ve hastanede konaklayan askerlerin ölümlerini de bu kehanete bağlıyordu. 

O Malabadê’nin Rindêxanı’ydı

Sûr, Roza için kutsaldı ve burayı Kürdistan’ın kalbi sayıyordu. Devlet her sabah saat 5.00 sularında rutin top atışlarıyla Sur duvarlarını dövercesine bombalardı. Roza zalim ve gaddarca saldıran bu devlet güçlerine karşı Kanas’ıyla psikolojik üstünlük sağlamış, hastane morguna her gün 5-6 özel harekâtçının ölü bedenini gönderiyordu. O Malabadi’nin Rindêxan’ıydı ve tarih tekrar ediyordu. Sovyet Devrimi’nin Stalingrad’ı vardıysa, artık Kürtlerin de Sûr Direnişi vardı.

9 Aralık 2015’de Sûr direnişi devam ediyordu. O gün sömürge valisi bir açıklama yaptı ve Sûr’a giriş-çıkış yasağı birkaç saatliğine de olsa kalkmıştı. Devlet bunu fırsata çevirerek Sûr içinde direnenleri yutulabilecek bir lokmaya çevirmek istiyordu. Bir katliam hazırlığı yapılıyordu. 

Biz beş basın emekçisi Sûr’a girdik. Girmek bir hayli zordu. Onlarca kontrol noktasında duyduğumuz onca hakaretten belliydi ki o gece düşman için zor geçmişti. Psikolojileri çökmüş, adeta birer canavara dönüşmüş, zaman zaman Arapça konuşan zırhlı, miğferli asker ve polislerin elleri tetikteydi. Dört ayaklı minareden nihayet Sûr’a girdik. Tabii ki havuz medyası da bizimle beraber girdi. İlk gördüğümüz manzara biz hayli şaşırtmıştı. Sûr içinde yüzlerce parçaya bölünmüş ve direnişçiler tarafından yetmişe kadar numaralandırılmış bir zırhlı aracın parçalarını fotoğrafladık. 

Tarihi Kurşunlu Camisi helikopterle bombalandı

Yaklaşık 3 saat Sûr’u gezdik. Bu dönemde havuz medyası “Teröristler Kurşunlu Cami’yi bombaladı” diye haberler servis ediyordu.’Bunların dini imanı yok’ demeye getiriyorlardı. Bu sıralarda Azadiya Welat gazetesinden geldiğimi duyanlar oldu. Yanıma bir direnişçi yaklaşarak “Heval size bir görüntü vereceğiz, fakat beni takip etmeniz gerekir” dedi. Ben direnişçiyi takip ederek bir evin içine girdim. Evin içinden oyulmuş bir duvardan 10 ev öteye geçtik. Orada bir bilgisayarda helikopterden atılan roketlerle Kurşunlu Camisi’nin nasıl bombalandığını izledim. 

Görüntüyü bir diske yükleyerek bana verdiler. Ayrılırken Kervansaray kapısında, sokağın çıkışında bizi durdurdular. Sokağa çıkma yasağı başlamıştı ve bizi saat 17.00’a kadar orada tuttular. 

'Esir aldık, sıkıysa gelin alın'

Kervansaray sokağının Gazi Caddesine açılan tarafında bir düzine asker ve polis, başlarında miğferleriyle mevzilerde duruyorlardı. Bu sırada basın kartlarımızda Azadiya Welat ismini görünce mevzilerde bulunan bütün askerler bize yöneldi ve gözaltına aldılar. Fotoğraf makinesini inceleyip parçalanmış zırhlı aracın görüntülerini gördüler. Birdenbire üzerimize yürüdüler ve bizi bilerek sokağın içine çekmeye çalıştılar. Kaza süsü vererek bizden kurtulmak istiyorlardı. O sırada görüntülere bakan bir asker “komutanım, bu parçalar bizim zırhlı aracımızın parçaları” dedi. Bu esnada uzun sakallı ve gözleri çökük bir asker, YPS mevzisinin olduğu sokağa girerek küfürler savurmaya başladı. “Bakın arkadaşlarınızı esir aldık, sıkıysa gelin kurtarın” dediklerini duyduk. Gördüklerimiz, Türk asker ve polisiyle birlikte Kürt gençlerine, halkına karşı savaştırılanların arasında DAİŞ’in uzantısı Esedullah çetelerinin de olduğunu ispatlıyordu.

Devletin Türkçe bilmeyen çeteleri

Gazi Caddesine konuşlandırılmış onlarca mevzi içerisinde çok sayıda asker ve polis vardı. Sûr’a açılan sokakların hemen başındaki ön mevzilerde konuşlananlar kendi aralarında fısıldaşıyordu. Arka mevzidekiler ise, sadece Jandarma Özel Harekat ve Polis Özel Harekat timleriydi. 

Ön mevzilerden biri bize doğru geldi ve bozuk bir Türkçeyle hakaret etmeye başladı. Ardından mermiyi namluya sürüp silahını bize doğrultu. Ona direktif veren rütbeli bir askerin de onunla diyalog kurmakta bir hayli zorlandığını farkettik. Daha sonra silahı bize çevrili halde gerisin geriye mevzisine gitti. Mevzide ateşin başında burnuna birşeyler çekip, elleriyle tahrik hareketleri yaparak karşılık vermemizi bekliyordu. Karşılık verseydik oracıkta bize ateş edecekti. Bizi Diyarbakır TEM Şube Müdürlüğüne götürmek için gelen polis amiri, onların yanında adeta esas duruşa geçmişti. Zırhlı araca bindirildiğimizde TEM polisi ha bire Sûr dibinde olan bitenden konuşup küfrediyordu. Kendi aralarında; “Onlar da alıyor-vuruyor biz de, onlar bizden daha mı Müslüman kardeşim, şerefsiz bunlar” diye bağrışıyorlardı. 

Gözaltı sürecinde üzerimizdeki fotoğraflar ve Kurşunlu Camiye ait bombalama görüntüleri tutanaklara bile geçirilmedi. Hatta Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı Kenan Karaca, Sûr kapsamında gözaltına alınanlarla ilgileniyordu. Bütün dosyalar onun önüne gidiyordu. Devlet, Sûr işgali için kendisini özel olarak atamıştı. Duruşmaya çıkarıldığımızda Kenan Karaca üzerimizdeki görüntülerle ilgili bir soru bile sormadı. Mahkemede ben tutuklandım, diğer arkadaşlarım şartlı tahliye ile bırakıldı. 

Düşmanına korku saldı

Sonay; yeni adıyla Roza da buradaki Türk askerinin ve devletin topladığı çetelerin kabusu olmuş, son ana kadar bu barbarlığa karşı direnmişti. 30 Ocak 2016 tarihine kadar da düşmanın içine korku saldı.

Ayrılık, tarifi zor sözlerden ibarettir ve ayrılığı kabullenmek zordur. Sûr direnişi ise, hazır sözlerle süslenmedi ve duygularımıza tercüman olarak hislerimizi doğru şekilde yansıtabilmemizi sağladı. 

Mezarı bu yıl yapıldı

Kanasçı Roza adıyla düşmana korku salan Sonay’ın ağabeyi Naki Engin, kardeşinin şehadetini ve sonrasını ise şu sözlerle aktarıyor: "Sonay 30 Ocak 2016’da şehadete ulaştı. Şehadetinden sonra Amed’e döndüm, Sûr’a girmemize izin vermediler. 2 ay boyunca bekledik ve bu sırada aileden DNA testi istediler. Ben verdim, ‘Olmaz, anneden olması gerekir' dediler. Sonay, annemin öldüğünü hiçbir zaman öğrenemedi. Çünkü annem ona, o da anneme çok düşkündü. Rojava’da iken bazen arıyordu. Fakat ona bir türlü söyleyemedik. Sonra annemin mezarını açtık ve DNA testi aldık, öyle verdik. 2016 Mayısı’nda Sonay’ın naaşını aldık ve Malatya’ya götürdük. Köyde annemin yanında defnettik. Mezarını bu yıl yaptım. Mezar taşlarını kırarlar diye şimdiye kadar bir türlü yapamamıştık. 

Sonay’ın odası hep kilitli kaldı. Tavanı neredeyse çökmüştü. Anısına bağlı kalmak ve yaşatmak için odayı tadilattan geçirdim ve kapısını kilitledim. Oda hala kilitli…”

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.