Terörün kaynağı devlet pratikleri

Forum Haberleri —

Devlet ve terör/foto:AFP

Devlet ve terör/foto:AFP

Devlette terör: Anlam ve söylem -2-

  • Terörün kaynağını devlet pratiklerinden bağımsız düşünmek, yalnızca kavramsal bir eksiklik değil, aynı zamanda siyasal gerçekliği örtbas eden ideolojik bir tutumdur.

ERCAN JAN AKTAŞ

Devletin şiddet üretme kapasitesi/terör pratikleri, tarih boyunca yalnızca istisnai dönemlerle sınırlı kalmamış; aksine, siyasi iktidarın sürekliliğini sağlamak için kurumsallaşmış bir yönetim pratiği haline gelmiştir. Anarşist/feminist teori, bu durumu devletin varoluşsal bir niteliği olarak görür ve şiddeti onun ayrılmaz bir bileşeni olarak tanımlar. Emma Goldman’ın “Mutlak bir devlet kurmaya kararlı önemsiz bir azınlık, kaçınılmaz olarak baskı ve terörizme yönelir” sözünde olduğu gibi, devletin şiddeti tesadüfi değil, yapısal bir zorunluluktur.

20. yüzyılın totaliter rejimlerinden, post-kolonyal çatışmalara, Soğuk Savaş dönemi müdahalelerinden, günümüzün askeri işgallerine ve abluka politikalarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, devlet terörü kavramı yalnızca otoriter yönetimlere değil, “demokratik” olarak adlandırılan rejimlere de uygulanabilir. Bu bağlamda, devletin kendi iktidar alanını korumak adına sistematik şiddeti, zorla kaybetmeleri, işkenceyi, toplu infazları ve sivil hedeflere yönelik saldırıları meşrulaştırma kapasitesi, modern siyasal düzenin en çarpıcı ve en yıkıcı çelişkilerinden birini oluşturmaktadır.

Dünyada özellikle son bir yüzyıldaki devlet pratiklerine baktığımızda Goldman’ın ifade ettiği şiddet/terör pratiklerini bütün dünya karasında görmekteyiz. ‘Demokrasi ve özgürlüklerin beşiği Avrupa’ tarihinde devlet terörünün en yıkıcı örneklerinden biri Nazi Almanyası’dır. 1933–1945 yılları arasında Adolf Hitler liderliğinde, Gestapo ve SS aracılığıyla hem ülke içinde hem de işgal edilen bölgelerde toplama kampları, kitlesel infazlar ve Holokost gibi soykırım uygulamaları hayata geçirilmiştir. Sovyetler Birliği’nde ise Joseph Stalin döneminde özellikle 1930’larda gerçekleşen “Büyük Temizlik” (Great Purge), milyonlarca insanın infaz edilmesi, Gulag kamplarına gönderilmesi ve zorla sürgün edilmesiyle tarihe geçmiştir. Fransa, 1954–1962 yılları arasındaki Cezayir Savaşı sırasında bağımsızlık isteyen Cezayirlilere karşı yaygın işkence, toplu infaz ve zorla kaybetme politikaları uygulamış, bu dönem modern sömürgeci devlet terörünün tipik örneklerinden biri olarak anılmıştır.

Aynı şekilde İspanya, Portekiz ve İtalya otoriter yönetimlerin sistematik devlet terörü uygulamalarına sahne olmuştur. İspanya’da General Francisco Franco’nun 1936–1939 İç Savaşı’nı izleyen diktatörlük döneminde on binlerce cumhuriyetçi, sendikacı ve muhalif infaz edilmiş, toplama kamplarına gönderilmiş veya zorla sürgüne yollanmıştır, bu şiddet politikaları 1975’teki ölümüne kadar devam etmiştir. Portekiz’de António de Oliveira Salazar’ın 1933–1974 arasındaki Estado Novo rejimi, siyasi muhalefeti PIDE (Uluslararası ve Devlet Savunma Polisi) aracılığıyla bastırmış; yaygın işkence, sansür, zorla sürgün ve kolonilerdeki bağımsızlık hareketlerine karşı kitlesel katliamlar gerçekleştirmiştir. İtalya’da ise Benito Mussolini’nin 1922–1943 arasındaki faşist yönetimi, Kara Gömlekliler (Squadristi) ve devlet güvenlik aygıtı eliyle sosyalistlere, sendikalara, muhalif gazetecilere ve sömürgelerdeki halklara karşı sistematik terör uygulamış; özellikle Libya ve Etiyopya’daki işgal dönemlerinde sivillere yönelik katliamlar, zorla göç ettirme ve kimyasal silah kullanımı bu politikanın bir parçası olmuştur.

Latin Amerika, 20. yüzyılın ikinci yarısında devlet terörünün en yoğun yaşandığı bölgelerden biri olmuştur. Arjantin’de 1976–1983 yılları arasında süren askeri diktatörlük döneminde “Kirli Savaş” (Guerra Sucia) kapsamında yaklaşık 30 bin muhalif zorla kaybedilmiş veya öldürülmüş, işkence, kitlesel gözaltılar ve yargısız infazlar sistematik hale gelmiştir. Şili’de 1973–1990 arasında General Augusto Pinochet’nin askeri diktatörlüğü, darbeyle iktidara gelir gelmez binlerce kişiyi infaz etmiş, işkence ve zorla kaybetmeleri kurumsallaştırmıştır. Guatemala’da ise 1980’lerde yerli Maya halkına karşı yürütülen askeri operasyonlar, on binlerce sivilin ölümüne yol açan soykırım niteliğinde bir devlet terörü pratiğidir.

ABD, özellikle Soğuk Savaş döneminden itibaren, kendi ulusal çıkarlarını koruma ve küresel hegemonyasını sürdürme amacıyla pek çok ülkede devlet terörü olarak tanımlanabilecek politikalar yürütmüştür. Latin Amerika’daki Condor Operasyonu (1970’ler–1980’ler) kapsamında, Şili, Arjantin, Uruguay ve Brezilya gibi ülkelerde sol muhalefet, sendikacılar ve insan hakları savunucuları sistematik biçimde kaçırılmış, işkenceye uğramış ve öldürülmüştür. ABD’nin doğrudan ya da dolaylı desteklediği bu operasyonlar, yerel diktatörlüklerin güvenlik aygıtlarını finanse ederek ve istihbarat desteği sağlayarak, kitlesel insan hakları ihlallerine yol açmıştır. 21. yüzyılda ise Afganistan ve Irak işgallerinde sivillerin hedef alınması, Guantánamo Körfezi ve Abu Ghraib Hapishanesi’nde işkence uygulamaları, ABD’nin devlet terörüne örnek teşkil eden modern pratikleridir.

İsrail’in Filistin’e yönelik politikaları, uluslararası hukuk ve insan hakları sözleşmeleri bağlamında sıklıkla “devlet terörü” olarak değerlendirilmiştir. 1948’den bu yana devam eden işgal ve yerleşim politikaları, Filistinlilerin zorla göç ettirilmesi, topraklarının el konulması ve apartheid benzeri ayrımcı yasalarla sistematik olarak haklarından mahrum bırakılmaları, bu pratiklerin merkezinde yer almaktadır. 2008’den günümüze Gazze’ye yönelik tekrarlayan askeri operasyonlar -Dökme Kurşun, Koruyucu Hat, Kararlı Kaya ve 2023 sonrası süren saldırılar- binlerce sivilin ölümüne ve altyapının kasıtlı olarak tahrip edilmesine neden olmuştur. Elektrik, su ve gıda gibi temel ihtiyaçların kesilmesi, toplu cezalandırma yöntemi olarak uygulanmakta; bu durum Birleşmiş Milletler raporlarında savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamına girmektedir.

Tüm bu örnekler, devlet terörünün yalnızca otoriter veya totaliter rejimlere özgü bir olgu olmadığını, demokratik söylemlerle kendini meşrulaştıran rejimlerde dahi süreklilik arz eden bir pratik olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tarihsel ve güncel veriler, devletlerin güvenlik, ulusal çıkar ya da terörle mücadele gibi gerekçelerle sistematik şiddeti kurumsallaştırabildiğini; zorla kaybetmelerden soykırıma, işkenceden toplu cezalandırmaya kadar uzanan geniş bir şiddet repertuarını “meşru güç kullanımı” kisvesi altında sürdürebildiğini göstermektedir.

Bu nedenle, terörün kaynağını devlet pratiklerinden bağımsız düşünmek, yalnızca kavramsal bir eksiklik değil, aynı zamanda siyasal gerçekliği örtbas eden ideolojik bir tutumdur. Gerçek bir barış ve adalet perspektifi, failin kimliğinden bağımsız olarak tüm şiddet biçimlerinin aynı ölçütlerle sorgulanmasını ve özellikle devletin şiddet tekelinin eleştirel mercek altına alınmasını gerektirir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.