Türk devletinin faşist saldırganlığı nereye doğru gidiyor?

Forum Haberleri —

  • Her zamankinden daha fazla TC’nin PKK şahsında Kürtler başta olmak üzere Ortadoğu halklarına karşı yönelttiği saldırıları gündem oluşturmaya devam ediyor. BM’nin bugünlerde aldığı 90 günlük Küresel İnsani Ateşkes kararına rağmen Türk devletinin saldırılarında dur durak bilmiyor.

RENAS AMED

Dünya; ABD ile Çin arasında yaşanan ve giderek tırmanan gerginliği, öte yandan ABD ve İran arasında Venezuela’ya giden dört gemi üzerinden oluşan gerginliği, diğer yandan Olof Palme cinayetinde Başsavcının açıkladığı kararla 34 yıldır büyük bir haksızlığa uğrayan Kürtleri ve Kürt Özgürlük Hareketini tartışırken, TC’nin gündeminde uzun zamandan beridir bahsedilen Yeni Osmanlıcılık hülyalarıyla sürdürdüğü sınırsız saldırganlık var. Bu ortamda bir buçuk yıl önce Trump’ın ulusal güvenlik danışmanlığından istifa eden John Bolton’nun yazdığı “Olayın Olduğu Oda” adlı kitabı, TC’nin Yeni Osmanlıcılık hülyaları ve etrafındaki çıkar ilişkilerini biraz daha aralamış durumda. TC’nin bu faşist saldırganlığı giderek Ortadoğu sınırları dışına çıkarak Avrupa ve dünyanın başka yerlerinde de çirkin ve hunhar yüzünü gösterebilmektedir.

Yeni Osmanlıcılık olarak nitelediğimiz bu faşist saldırganlığın tarihsel bir arka planı olmakla birlikte günümüzde somut yansıma biçimlerini yoğun olarak işleme ihtiyacı vardır. Öncelikli olarak belirtmek gerekir ki bütün bu saldırganlığını PKK’ye bağlamaktadır. Bu büyük bir yalan ve zihinlere yapılan algı operasyonlarının sonuç alması için devreye konulan büyük bir manipülasyon harekatıdır. PKK’nin Kürtlere yöneltilen inkar ve imha saldırılarına karşı bir çıkış olduğu ve TC’yi muazzam düzeyde zorladığı bir gerçek. Türk devletinin Bakur’da, Irak ve Başûr’ya yönelttiği saldırılar, Suriye ve Rojava’ya yönelttiği saldırılar, Libya’da devreye koyduğu saldırılar gözler önündedir. Türkiye ve Bakur’da son olarak KCD’ye ve Rosa Kadın Derneğine baskın yaparak kapatması, Rojbin Çetin’e yapılan köpekli işkenceler bu genel stratejinin bir parçası ve uygulama biçimi oluyor. Burada kendilerine muhalefet eden herkesi susturma, bastırma, yıldırma, korkutma ve iradesizleştirme hedeflenmektedir.

Suriye ve Rojava’da başta Efrîn, Serêkaniyê ve Girê Spî olmak üzere işgal ettiği yerlerde Türk lirasını zorunlu hale getirmesi, Türk devletinin kurum ve kuruluşlarını açması, bayraklarını her yere asması, Kobanê, Tıl Temır, Tıl Rıfat gibi yerlere çeteler aracılığıyla ve doğrudan saldılar yapması, 23 Haziran’da Kobanê’de sivil halka ve Kongra Star üyelerine SİHA’larla saldırması bu sınırsız saldırganlığın uygulama örnekleriydi. Geçen aylarda İdlib’de yaşanan sıcak çatışmalar sonrası yapılan anlaşmayla birlikte Türk devleti askeri sevkiyatını hiç durdurmadı. Daha önce bu bölgelerde Türk devletine ait 12 askeri gözlem noktası varken, burada sağlanan ateşkes sonrasında bu askeri gözlem noktalarının sayısı 60 civarına çıkarıldı. Uzun ve geniş araçlarla, tüm dünyanın gözleri önünde ve alanen İdlib’e askeri sevkiyat yapıldı. Bu alana yaklaşık 30 bin Türk askerini kaydırdı. Peki bu savaş ya da ilhak değil de nedir?

Asıl olarak Libya’ya yönelik saldırıları bir çok gerçekliğin netleşmesini beraberinde getirdi. Suriye, Irak ve İran gibi yerlerde yaptığı saldırılara PKK’yi gerekçe olarak gösterebilir. Ama Libya’ya yönelik saldırılarını nasıl yorumlamak gerekiyor. Bu süreçte Libya’da yaşanan savaşta Türk devleti ve Fransa arasında gerginlik genel bir hal aldı. Türk devletinin şu ana kadar Libya’ya 15 binin üzerinde silahlı çete gönderdiği söylenmektedir. BM’nin Libya’ya yönelik silah ambargosu kararına rağmen Türk devleti Libya’ya aralıksız her türlü hafif ve ağır silahlar göndermeyi hiç durdurmadı. En son 10 Haziran’da Çirkin adlı Tanzanya bandıralı gemiye eşlik eden iki Türk fırkateyni ile Libya’ya yine yoğun ve yüklü silah götürme girişimi esnasında bölgede NATO görevi yürüten Fransa bu gemilere müdahale etmek istedi. Fransız Courbet savaş gemisinin yapmak isteği müdahale büyük bir gerginliğe neden oldu. Fransa ve Türk devleti fiili olarak savaşma noktasına geldi. Fransa bu durumu NATO gündemine taşıdı ve gerginlik sürüyor. Bu durum bile Türk devleti Libya ve Ortadoğu’ya yönelik gerçek niyetlerini açıkça ortaya koymuş oldu.

Irak ve Başûr’da daha tehlikeli bir süreç başlatılmış durumda. Özellikle içinde Hakan Fidan, Mevlüt Çavuşoğlu ve Hulusi Akar’ın yer aldığı Türk heyeti Irak’ın yeni Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir görüşme gerçekleştirdi. Fidan’ın 11 Haziran tarihinde Bağdat ziyaretinde Mustafa Kazımi ve Irak Ulusal Güvenlik Danışmanı Feyaz Felleh ile iki ayrı gizli görüşme yaptığı belirtiliyor. Bu görüşmelerde PKK’ye yönelik imha ve yok etme saldırılarında anlaşmaya varılmak istendiği belirtilebilir. Zaten bu görüşmeler sonrası 15 Haziran’da Şengal, Mexmûr ve Medya Savunma Alanlarına yönelik Türk devletinin itirafı ile üç filo uçakla yoğun ve kapsamlı hava saldırıları gerçekleşti. Hemen akabinde Türk devletinin Heftenîn saldırısı ve işgali gündeme geldi. 19 Haziran’da Dêreluk ve Şeladizê’de yapılan uçaklı saldırılarda 5 sivil genç şehit düştü. 25 Haziran’da ise Süleymaniye’nin Şarbajêr Bölgesinde Kunemasî adı verilen turistik köyde, halkın en yoğun olduğu bir zamanda bir hava saldırısı gerçekleşti. Sivil halk ciddi bir zarar gördü. Bu görüşmenin hemen ardından yapılan bu saldırılar oldukça düşündürücüdür.

Türk devletinin Heftenîn’e yönelik başlattığı askeri operasyon ise çok yönlü değerlendirmeyi gerektiriyor. Bu saldırının ABD’den kopuk olduğu düşünülemez. ABD’nin 2007 stratejisinin devrede olduğu söylenebilir. Türkiye, Irak ve Kürdistan bölgesindeki güçler PKK’ye karşı harekete geçirilmek isteniyor. Bu plan kademeli olarak geliştirilmek isteniyor. 6 Kasım 2018 yılında ABD’nin yaptığı açıklamalar ve Medya Savunma Alanlarının işgal edilmek istenmesi, Zini Wertê ve son olarak Heftenîn’e yönelik Türk devletinin başlattığı askeri operasyon bu planın aşamaları olarak belirtilebilir. Bu yolla Ortadoğu’nun stratejik değişim gücü olan Kürtler denetim altına alınmak isteniyor. ABD “olacaksa bir Kürtlük benim istediğim temelde olsun” yaklaşımında. Medya Savunma Alanları baştan başa denetime alınmak isteniyor. Heftenîn operasyonunda orada yaşayan halk ve özellikle de Asuri ve Keldaniler de yoğun zarar görüyor. “Heres Hudut” diye tanımlanan Irak’ın sınır birlikleri de Batufa alanına gelip konumlandı. Bölgenin Kürtlerinden oluşan bu Irak gücünün hareket tarzı dikkat çekicidir. Bu güç neden Türkiye ve Irak sınırlarına değil de Batufa’ya geldi. Bu durum daha önce Süleyman Demirel’in söylediği “Türkiye-Irak sınırları yanlış çizilmiş, dağlık bölge de Türkiye sınırları içinde olmalı” sözlerini akıllara getiriyor. Türk devletinin saldırılarına karşı Irak ve Kürdistan Bölge parlamentolarında bir hareketlilik görülüyor ama bunun nasıl sonuçlanacağı belli değil.

1 Temmuz’da Erdoğan, Putin ve Ruhani üçlüsünün Astana toplantılarının devamı niteliğinde yaptığı video konferansla özellikle Rojava konusunda ortak hareket etmeye çalışmaları bu saldırganlığın cesaret almasına neden olabiliyor.

Bütün bu saldırılar ciddi bir ekonomiyi gerektiriyor. Bilindiği gibi R. T. Erdoğan 2 Temmuz’da Maliye Bakanı Berat Albayrak, Savunma Bakanı Hulusi Akar, İletişim Bakanı Fahrettin Altun, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın ve MİT Başkanı Hakan Fidan gibi geniş bir heyetle Katar’a ziyarette gitti. Dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alan Katar’ın ve Türk devletinin Ortadoğu’da radikal İslami grupları kullandıkları ve Müslüman Kardeşler örgütünü güçlendirdikleri biliniyor. R. T. Erdoğan koronavirüs sürecinde ilk yurt dışı gezisini geniş bir heyet ile Katar’a yaptı. Bu görüşmede iki ülke arasında tüm konuların görüşüldüğü söyleniyor. Özetle AKP – MHP faşist kliğinin Pan-Türkist, Pan İslamist, katliamcı cihadist yürüttüğü bu geniş saldırılarda parası kalmadı. Libya’ya gönderdiği 15 bin çetenin giderlerini, Kürdistan’da filolarla yaptığı saldırıların giderlerini Katar’dan almak istiyor. Bir dilenci gibi kapısını çaldığı Katar’ı ikna edebilmek için bu kadar geniş bir heyetle giderek Katar’a geniş bir rapor vereceği görülüyor.

Elbette bu geniş ve kapsamlı fetih saldırılarını sadece Kürtler görmüyor. Birleşik Arap Emirliği Dışişleri Bakanı Enver Gardaş, Fransa’nın Le Point dergisine yazdığı makalede bu saldırıları değerlendirmiştir. Yine eski Mısır dış işleri bakanı ve Arap Birliği Eski Genel Sekreteri Amir Musa, Türk devletinin Araplara saldırdığını, Araplara düşmanlık yaptığını, ordusuyla Irak, Suriye ve Libya’ya saldırdığını, Arap ülkelerini durmadan tehdit ettiğini, Türk devletinin Kürtlerin ve Arapların irade olmasını istemediğini ve Ortadoğu halklarının Türk devletine karşı birleşmesi gerektiğini söylemesi oldukça manidardır.

Türk devleti bu saldırılarda her türlü tekniği çekinmeden kullanıyor. İstihbarat elemanları Ortadoğunun tümünde cirit atıyor. Uzun yıllardır hedeflediği siviller yüzünden kendisinden hiç bir hesap sorulmadığı için sivilleri hedeflemeye devam ediyor. Sivillere karşı yöneltilen saldırılarda her türlü insani, hukuki ve meşru savunmanın zorunluluğu öne çıkıyor. Amir Musa, Hadi Amıri, Babil Keldanileri Patriği Louis Raphael Sako, Şanaz İbrahim, Hoşyar Zebari, gibi kişilerin yaptığı karşıt açıklamalar tepkilerin giderek büyüyeceğini gösteriyor. Bu saldırılara karşı Avrupa’nın bütün ülke ve şehirlerinde gelişen eylem ve yürüyüşler, Rojava’da halkın geliştirdiği serhıldanlar, başta Şeladizê halkı olmak üzere Başûr halkının bütün şehirlerde geliştirdiği kitlesel eylemler, HPG gerillalarının vurduğu darbeler, Türkiye ve Bakur’da Ateşin Çocukları, HBDH Milisleri ve İntikam Birimlerinin yaptığı eylemler bu saldırganlığın sonuç almayacağının birer ifadesi oluyor.

Türk devletinin bu saldırıları karşısında ne yapılmalı sorusuna verilecek yanıt şöyle olmalı: Halk sürekli ve bütünlüklü bir direniş içinde tutulmalı, bu faşist saldırganlığa ezici darbeler vurulmalı ve çağrılar temelinde Demokratik Ulusal Cephenin gelişip güçlenmesi sağlanmalı. Böylece bu faşist saldırganlık durdurularak parçalanabilir.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.