Türkiye’de Kürtlere yönelik devlet terörü
Forum Haberleri —

Devlet terörü
- Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne Kürtlere yönelik devlet politikaları, yalnızca güvenlik stratejileri veya silahlı çatışma bağlamında değerlendirilemeyecek kadar köklü ve ideolojik bir nitelik taşımaktadır.
ERCAN JAN AKTAŞ
Türkiye’nin Kürtlere dönük terör eylem ve politikaları, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren süreklilik gösteren bir devlet pratiğinin parçasıdır. Erken dönemden itibaren Kürt kimliğinin inkârı, Kürtçe’nin yasaklanması, Kürt kolektif/ulusal taleplerinin şiddetle bastırılması (Koçgiri, Şeyh Said, Ağrı, Dersim vb.) ve kitlesel sürgün politikaları, bu pratiğin ilk örnekleridir. 1980’lerde ise bütün bu baskı, katliam ve yok sayma politikalarına karşı derimci direniş/özsavunma bağlamında başlayan PKK ile mücadele gerekçe gösterilerek, özellikle 1990’lı yıllarda köy boşaltmaları, zorunlu göçler, faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar ve sistematik işkence yaygın bir şekilde uygulanmıştır. İnsan Hakları Derneği ve uluslararası gözlem raporlarına göre yüzbinlerce Kürt, güvenlik gerekçesiyle köylerinden zorla çıkarılmış, binlerce köy yakılmış ya da yıkılmıştır.
2000’ler sonrası dönemde ise, "terörle mücadele" söylemi, Kürt siyasi hareketini hedef alan kitlesel gözaltılar, uzun tutukluluk süreleri, belediyelere kayyum atamaları ve yerel demokratik iradenin gasbı biçiminde sürmüştür. 2015 sonrası dönemde kent merkezlerinde ilan edilen aylarca süren sokağa çıkma yasakları (Cizre, Sur, Nusaybin vb.) sırasında ağır silahlar ve zırhlı araçlar kullanılarak sivil yerleşim yerleri yıkılmış, yüzlerce sivil hayatını kaybetmiştir. Bu süreçte ölülerin cenazelerine dahi haftalarca ulaşılmasına izin verilmemiştir. Tüm bu politikalar, yalnızca silahlı bir örgütle mücadele çerçevesinde değil, Kürt halkının kolektif hak taleplerini bastırmaya yönelik sistematik bir devlet terörü olarak okunmalıdır.
Dolayısıyla Türkiye’de "terör" söylemi, devletin kendi şiddetini görünmez kılarken, Kürtler başta olmak üzere cumhuriyetin ırkçı/militer karekterinden hareketle ‘tek’li kodları -tek millet, tek bayrak, tek vatan- üzerinden diğer halk ve inançların siyasal temsilini, kültürel haklarını ve varoluş biçimlerini kriminalize etmenin ideolojik ve hukuki zeminini oluşturmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde de "terör" söylemi, devletin güvenlik politikalarını meşrulaştıran merkezi bir araç olarak kullanılmaktadır. Bu söylem, yalnızca silahlı örgütlere değil, demokratik muhalefete, gazetecilere, akademisyenlere, insan hakları savunucularına ve hatta sosyal medya paylaşımları üzerinden eleştiri yapan yurttaşlara kadar genişleyen bir hedef yelpazesine yönelmektedir. "Terör" kavramı, hukuki ve siyasal düzlemde esnetilerek, toplumsal muhalefeti bastırmanın, örgütlenme hakkını sınırlamanın ve ifade özgürlüğünü daraltmanın meşru zemini haline getirilmektedir.
Özellikle Kürt illerinde ilan edilen uzun süreli sokağa çıkma yasakları, köy boşaltmaları, zorunlu göçler ve yargısız infazlar; devlet terörünün güncel biçimlerini ortaya koymaktadır. Böylece, "terörle mücadele" adı altında yürütülen politikalar, çoğu zaman sivil halkı hedef alan ve toplumun tamamında korku iklimi yaratan yöntemlerle iç içe geçmektedir. Bu durum, devlet şiddetinin "terör" tanımının dışında tutulmasının, aslında egemenlerin şiddet tekelini görünmez kılma stratejisinin bir parçası olduğunu bir kez daha göstermektedir.
Uluslararası hukuk ve insan hakları normları açısından bakıldığında, Türkiye’nin Kürtlere yönelik bu eylem ve politikalarının pek çoğu, "devlet terörü" veya "devletin terör eylemleri" tanımı içine girebilecek niteliktedir. 1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri ve ek protokolleri, sivillere yönelik doğrudan saldırıları, zorla yerinden etmeyi, cezalandırma amaçlı kolektif yaptırımları ve kültürel imhayı savaş suçu veya insanlığa karşı suç olarak tanımlar. Aynı şekilde Birleşmiş Milletler’in 1994 tarihli " Terörizmin Önlenmesi Bildirgesi "de, yalnızca devlet dışı aktörleri değil, devletlerin kendi halkına veya başka halklara karşı sistematik şiddet uygulamasını da terörizm kapsamına dahil etmektedir.
Türkiye’nin uyguladığı zorunlu göç, köy yakma, toplu cezalandırma, sokağa çıkma yasakları, uzun süreli keyfi gözaltılar, işkence ve yargısız infazlar; hem bu uluslararası sözleşmelere hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkı (Madde 2), işkence yasağı (Madde 3) ve ifade özgürlüğü (Madde 10) gibi temel maddelerine aykırıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 1990’lardan günümüze birçok davada Türkiye’yi bu ihlallerden dolayı mahkûm etmiştir. Ancak iç hukukta "terörle mücadele" çerçevesinde meşrulaştırılan bu politikalar, fiilen dokunulmazlık kalkanı altında yürütülmeye devam etmektedir.
PKK'ye karşı yürütülen uluslararası en büyük özel savaş kampanyasının kararı, hiç kuşkusuz buna karşı Almanya'da (1985) Gladio merkezinde alınmıştır. PKK, "terör" ile ilişkilendirilerek halklar nezdinde özgürlükçü, devrimci özünün görünmez kılınması ve karalanması amaçlanır. Oysa Öcalan, "ilk kurşun karanlığa sıkılmıştır" derken, daha en baştan "silahlı mücadelenin esas itibarıyla en büyük ideolojik yoğunlaşma" olduğunu ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne Kürtlere yönelik devlet politikaları, yalnızca güvenlik stratejileri veya silahlı çatışma bağlamında değerlendirilemeyecek kadar köklü ve ideolojik bir nitelik taşımaktadır. “Terör” söylemi, bu politikaların meşruiyet zırhı olarak işlev görürken, hem tarihsel hem de güncel pratiklerde, Kürt halkının siyasal, kültürel ve toplumsal varlığının bastırılmasını hedefleyen bir araç haline gelmiştir. Uluslararası hukuk ve insan hakları normlarının açıkça ihlal edildiği bu süreçte, devletin şiddet tekeli, yalnızca Kürtler üzerinde değil, tüm toplumsal muhalefet üzerinde bir baskı mekanizmasına dönüşmektedir. Dolayısıyla gerçek bir demokratikleşme ve barış perspektifi, devlet terörünün inkârı ya da görünmez kılınması değil, bu pratiklerin açıkça tanımlanması, sorumluların hesap vermesi ve halkların eşit, özgür ve adil bir gelecek inşasında yer almasıyla mümkün olacaktır.







