Uzun ince bir yolda: Sabahtan Akşama

Kültür/Sanat Haberleri —

Jon Fosse'nin

Jon Fosse'nin "Sabahtan Akşama" kitabı

  • Nedense hep kendini daha önce ölür sanmış Johannes. Arada bir sitem ediyor Erna’ya. Ölmesi ne kötü şeydi, diye düşünüyor. Sonra Peter var, en yakın arkadaşı. İşe bakın ki, o da ölmüş. Kimi aklına getirdiyse Johannes, hepsi kısa süre içinde ölüp gitmiş. Yapayalnız biri sanıyoruz. Neden sadece ölüleri düşünsün ki?

BİLGE AKSU

Varoluş üzerine düşünmek geçmişte bir modaydı, o dönemler geride kaldı. Ama tabii meselenin doğası gereği, böyle bir durumu rafa kaldırmak ve orada yıllanmasını beklemek imkansız. İnsan hayatının başı sonu belli bir çizgide ilerlediğinin var sayılması, ister istemez o sona geldiğimizde neyle karşılaşacağımızı düşündürüyor. Ve elbette edebiyat da bundan nasipleniyor. Sayısız eserde yaşam ve ölüm karşıtlığını ya da en düz haliyle, var olmanın neleri ihtiva ettiğini sorguluyoruz.

Bu yılın Nobelli yazarı Jon Fosse’yi ödülden önce okumayanlardandım. Haberi alınca en kolay ulaşılabilir metnine göz atma isteği duydum. Çeşitli sitelerde, en kolay ve ucuz yoldan ulaşılabilir eseri Sabahtan Akşama’da böyle karar kıldım. Girişte bahsini ettiğim meseleye dair bir kitap bu. Ve şunu söylemeliyim ki, bugüne değin gördüklerimin en etkili olanlarından.

Efsane dörtlü

Jon Fosse 1959 doğumlu, Norveçli bir yazar. Son dönemde yükselen Kuzey Avrupa ve Norveç Edebiyatında epey önemli bir isim olarak görülüyor. Bazı benzetmeler yapılmış bununla ilgili. Norveç’in öne çıkan dört yazarı Dag Solstad, Per Petterson, Karl Knausgaard ve Jon Fosse, efsane dörtlü Beatles üyelerine benzetilmiş. Solstad’ı deneyselliğiyle Lennon’a, Petterson’u sağlam duruşuyla Ringo’ya, Knausgaard’ı sevimliliğiyle Paul’a ve Fosse’yi sessiz ve mistik yapısıyla George Harrison’a benzetmişler.

Ölümden sonra ne var ne yok

Bu mistik duruş eskiden beri bulunan bir şeymiş Fosse’de ama yaklaşık 10 yıl önce hayatı boyu sürdürdüğü ateist düşüncelerini bir kenara bırakıp Katolikliğe geçtikten sonra biraz daha öne çıkmış. Eskiden beri bulunan bir şey diyorum çünkü benim okuduğum Sabahtan Akşama’yı 2000 yılında yazmış Fosse. Birazdan göreceğimiz üzere, kitap boyu sürdürülen tartışmalardan biri de buna dair. Ölümden sonra ne var ya da ne yok… Bunun dışında bir de hayatıyla ilgili bir anekdot söz konusu. Fosse henüz yedi yaşındayken geçirdiği bir kaza sonucu ölümün kıyısına gelmiş. Heyecanlı şekilde koşarak taşıdığı içki şişesi, ayağı kayıp yere düşünce bileğini öylesine derin kesmiş ki, kan kaybından gidiyormuş az daha. Nitekim bu deneyim, sonraki yıllarını baştan sona etkilemiş. Eserlerine dair konuşurken bu olaya sık sık atıfta bulunmuş, söz konusu olayı yaşamasaydı, bu eserleri belki de kaleme alamayacağını belirtmiş. Çünkü onun da aktardığı gibi, eserlerinin vazgeçilmez temalarından biri, hayat ile ölüm arasında duran insanların bakış açıları.

Hikayenin kısa özeti

Sabahtan Akşama, 103 sayfalık çok kısa bir roman. Hatta buna novella değil de bildiğimiz anlamda hikaye diyenler de var. Çünkü olay neredeyse tek bir gün içinde, kısıtlı bir mekanda ve çok az karakter arasında geçiyor. İlk bakışta pek öyle yan hikaye de göremiyorsunuz. Tüm olup biten, yaşlı bir balıkçının başından geçenler. Ama kitabın kurgusu ve satır aralarındaki ayrıntılar, bu eseri olduğundan çok daha hacimli, derin ve katmanlı hale getiriyor.

Anlatı, Olai adlı bir balıkçının perspektifinde açılıyor. Karısı Marta bir doğum yapmak üzere, bu sebeple Ebe Anna’yla olan diyaloglarını görüyoruz. Genç baba oldukça heyecanlı. Erkek olacağından emin olduğu bu çocuğa, babası Johannes’in adını verecek. Onun da bir balıkçı olacağından ve güzel bir hayat yaşayacağından emin. Bu kısımlarda Olai’nin gözünden akan yoğun bilinç akışı söz konusu. Girişe serpiştirilen bu kısımda zorlanırsanız müsterih olun, gerisi su gibi akacak. Bilinç akışının yoğunluğunun azaldığı kısımlarda, Olai’nin çocuğa olan bakışını ve yaşama dair sorgularını okuyoruz. Bu küçücük canlı, karısı Marta’nın içinde büyümüş, canlanmış, elleri ve ayakları oluşmuş, beslenmiş; birazdan ondan ayrılacak ve nefes almaya, görmeye, dokunmaya, koklamaya başlayacak. Hayata başlangıcın ve hayat denen mucizenin en doğrudan anlatımı. Sonra düşünüyor Olai, bu canlı yürüyecek, konuşacak, sevecek, üzülecek; gün gelecek yuvadan ayrılacak, yetişecek ve yaşlanacak. Biraz önce yokluktan ibaretti, sonra yine yokluktan ibaret olacak. Bütün hikayenin, kısa bir özeti. Fakat ne olursa olsun diye düşünüyor Olai, bu çocuğu çok ama çok sevecek.

Bir cümlelik bir mesele

Böylesi bir giriş, Newton’un başına gelen şeyi gezegenlerin oluşumundan anlatmaya başlamak gibi görünebilir. Fakat Fosse’nin daha kitabın adında kurduğu imge çalışıyor aslında. Hayata gelişteki ulvi amaç ve sevinç, sonraları nedense hep şaşıyor. Hepimiz için böyle. Nitekim bu bölüm bitip de ikinci kısma, yani yaşlanmış Johannes’le karşılaştığımız kısma gelince anlıyoruz bazı şeyleri. Bir cümlelik bir mesele olarak Johannes, babası Olai ile aralarının nedense hiç de iyi olmadığını söyleyiveriyor. O kadar, basit ve sıradan bir cümle. Doğumdaki heyecan, onu sevme ve ömür boyu el üstünde tutma sözü bir anda yok oldu işte. Suçlu var mı, varsa kim bilmiyoruz. Önemi de yok. Johannes artık yaşlı, zayıf, yalnız bir adam. Bambaşka biri.

Neden sadece ölüleri düşünsün ki?

Bu ikinci bölüm, ilkine göre epey uzun. Zaten bu kısımla sona eriyor kitap. Johannes büyümüş, serpilmiş, Erna’yla evlenmiş, tamı tamına yedi çocuk babası olmuş ve gerçekten de hayatı boyunca hep balıkçılık yapmış. Fakat Erna artık yok, hiç beklemediği bir ölümmüş bu. Nedense hep kendini daha önce ölür sanmış Johannes. Arada bir sitem ediyor Erna’ya. Ölmesi ne kötü şeydi, diye düşünüyor. Sonra Peter var, en yakın arkadaşı. İşe bakın ki, o da ölmüş. Kimi aklına getirdiyse Johannes, hepsi kısa süre içinde ölüp gitmiş. Yapayalnız biri sanıyoruz. Neden sadece ölüleri düşünsün ki?

Fosse’nin kurgu ve dil oyunları işte buralarda ele geçiriyor bizi. Sabahleyin zorlukla yataktan çıkan ve günlük rutinlerini yerine getirmeye çalışan Johannes’in Peter’le karşılaşmasıyla başlıyor oyun. Peter ölmemiş miydi? Acaba bir anlık yanılsama mı yaşadı bu yaşlı zihin. Çünkü karşısında kanlı canlı duruyor, onunla konuşuyor. Hatta birlikte balığa çıkacaklar. Arada bir Peter’in görüntüsüne dair şeyler geçiyor zihninden, ne kadar da çökmüş ve zayıflamış olduğunu düşünüyor. Onlarca yıldır birbirlerinin saçlarını kesermiş bu ikili, yoksulluk öylesine derin ki berbere para vermeye gerek yok. Arada bir bunu düşünüyor, şunun saçlarını keseyim de biraz düzgün görünsün diyor.

Peter hayat dolu. Onlarca etli yengeç yakalayıp akşama satmayı ama en güzellerini Bayan Petterson’a hediye etmeyi kuruyor. Arada geçen diyaloglarda söz konusu Petterson’un da kısa süre önce öldüğü konuşulsa da bu iki yaşlı zihne güvenmek zor. Okumaya devam etmeli.

Olur böyle, yaşlı bir zihnin yansımaları…

Johannes’in yedi çocuğundan biri, Signe ona yakın oturuyor. Arada bir gelip kontrol ediyor babasını. Johannes’in için biraz rahat, eğer başına bir şey gelecek olursa Signe’nin ilgileneceği kesin. Hem daha Peter var, biraz çökmüşse de yanında işte. Her şey yolunda.

Peter’le olan diyaloglarında geçmişe dair çok şey öğreniyoruz. Mesela yengeçleri Bayan Petterson’a teslim etmek için bekledikleri sırada, iskeleye yaklaşan iki genç kız, Marta ve Erna. Kısa sürede tanışıyorlar, Peter Marta’yla, Johannes de Erna’yla iyi anlaşıyor. Belli ki evlenir bunlar. Fakat biraz önce Bayan Petterson’u bekliyorduk. Olur böyle, yaşlı bir zihnin yansımaları…

Günün sonunda hava kararınca herkes evine dönmeye karar veriyor. Peter Erna’ya selam yolluyor ve ayrılıyorlar. Johannes Peter’e verdiği sözü tutacak ama. Birazdan ona gidip saçlarını kesecek. Önce eve bir uğrasın, yorgunluğunu atsın. Fakat dışarısı hiç beklemediği kadar karanlık. Eve varınca Erna’yı mutfakta buluyor. Elini tutuyor, buz gibi. Belli ki epey üşümüş. Erna arada bir görünüp kayboluyor, Johannes çaresiz. Bir ara hiç geri dönmüyor Erna, o da eli mahkum evden çıkıyor. Yolda ona doğru gelen kızı Signe’yi görüyor. Sesleniyor, cevap yok. Yanına gidiyor, tepki yok. Nedense Signe, o seslendikçe biraz tedirgin oluyor ama hepsi bu kadar. Geri kalanını birazdan Signe’nin pespektifinde göreceğiz.

Geride kalanları selamlıyorız

Kitabın başı ve sonu, ismindeki karşıtlıktan ötürü az çok belli ama ben yine de son kısımlarını okumak isteyene engel olmayayım. Bu deneyimi yaşamak herkesin hakkı. Belli ki Johannes Peter’i ya da eşi Erna’yı boşuna görmüyor. Bir Altıncı His vakasıyla karşı karşıyayız. Bu noktada insanın aklından geçen tek şey, kitabın başına dönüp her şeyi bir de bu gözle okumak oluyor. Geciktirmeden yapıyoruz ve görüyoruz ki, her satırın arasında, her karşılaşma ve diyalogda ustaca kurgulanan bir gidişat bu. Jon Fosse’ye daha ilk okuduğumuz kitabıyla selam duruyoruz.

Yaşam ve ölüm arasındaki hikayeler, birçok mitolojinin mirası bize. Oraya da elbette büyük insanlık tarihinden hediye. Bizzat yaşadığımız ve kendimizi en çaresiz hissettiğimiz bu olgular, her seferinde şaşırtmaya devam ediyor bizi. Fosse’nin bu noktada Yunan Mitolojisindeki Kharoon’a selam durarak finale ilerlemesi de güzel bir ayrıntı. Peter’in kayığında bilinmeze ilerlerken, sonsuz dünyaya bir anda geçemeyecek kişileri alıştırmak için yapılan o kadim Yunan yolculuğunu hatırlıyoruz. Önce şöyle bir hatırlıyoruz bütün ömrümüzü, bazılarını capcanlı, bazılarını bölük pörçük. Bütün bu duyguları yavaşça soğuyarak ve etrafın karardığı bir düzlemde yeniden yaşıyoruz ve o sonsuz ülkeye varırken, yok olmaya hazır biçimde, geride kalanları selamlıyoruz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.