'Söz ver bana bu ayakkabılar üzerine yazacaksın’

EYLEM XELÎKAN

 

Yükselen dumanlar gökyüzüne ulaşıp görüşümüzden çıkıyor… Uzaklaşınca unutuluyor mu? Bitiyor mu o an her şey? Kara dumanların ardından kalan; siyaha mahkûm edilmiş güzellikler, renk katili düşünceler... Dêrsim yanıyor, yakıyorlar Kürdistan’ın en güzel ormanlarını. Birer birer düşüyor kutsal meşeler, upuzun kavaklar boylu boyunca seriliveriyor yerlere. Peki, dişbudağın, huş ağacının kanayan gövdesine ne demeli? Yanan evlerinin verdiği acıya çığlıklarla karşılık veren canlılar… Feryadı, figanı hangi kulak duymaya dayanabilir? Çırpınışlara  hangi göz bakabilir, hangi yürek dayanabilir? Bu coğrafyayı karış karış adımlayan gerillalar her ağacın kovuğunda, her korulukta bir tarih oluşturdu, bir hazine biriktirdi. Kalın gövdeli ağaçlara şehit düşen yoldaşlarının isimlerini kazıdılar unutulmasınlar diye. Genç gerillalara, nice yiğitlerin hikâyelerinden, anılarından izler bıraktılar. Oysa şimdilerde Axpanos’ta, Rojdere’de, Afkasor’da bir kültür, bir tarih alev alev yanıyor. Bundan yirmi üç yıl önce de bağından, bahçesinden, çeşmesinden, köyünden koparılanlar görmüştü bu manzarayı. 1995’te köyler yakılmıştı. O evlerden geriye sadece birkaç taş parçası ve naylon ayakkabılar kaldı. Güz mevsiminde, güzün rengine bürünmüş gibi zamanlarda yürüdüğümüz her patikanın bastığımız her karış toprağı Jindar arkadaşta derin hisler uyandırmıştı. 

Hüzünlü Hazan 

Axpanos patikaları uzun oldukları kadar da güzeldir. O patikaları yürürken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyorduk. Patika boyunca akan masmavi sular ve karşıda zirveleri hafiften ağarmış koca dağların görüntüsü huzur veriyordu bize. Issızlık gibi bir izlenimi vardı o manzaranın ama hiç yalnız hissetmiyorduk kendimizi nedense. Axpanos köyünün karşısı Sultan Baba, yukarısında Birmanlar ve Yalmanlar, aşağısında da Munzur suyuyla birleşen Axpanos suyu. Cevizleri, şilanları, böğürtlenleri ve sarımsağının bolluğuyla ayrı bir bereket bahçesi gibi. Axpanos köyüne vardığımızda Jîndar arkadaş bana “Sessiz ol. Duyuyor musun çocukların, anaların sesini ve köydeki hayvan seslerini. Onları hissediyorum. Onlar şu anda yanımızdalar, buradalar. Bu köyün boş olduğunu, terk edildiğini düşünmüyorum. Düşünsem yaşayamam” dedi. “O insanları ait oldukları, huzur buldukları, kendi kültürleriyle yaşayacakları topraklara tekrar getirmeliyiz. Bunun için ne gerekiyorsa yapmalıyız, yapmalıyım.” 

Ben, Jîndar, Sarya ve Evindar kış kampına girmemek için direnenlerdendik. En çok da Jîndar direniyordu çünkü Dêrsim’e yeni gelmişti. Dêrsim’in her karış toprağını doya doya gezmek, dolaşmak istiyordu. Kendi topraklarıyla buluşmanın sevinci onu günden güne güzelleştiriyordu. Gerçek olanla, gerçek olması gerekenle, yani aşkla buluşmuştu. Soğuk sonbahara aldırış etmeden Axpanos köyünün çeşmesine upuzun saçlarını bırakmıştı. “Saçlarım bu suya değmeli, yüz sürmeli bu kutsallığa, ona kavuşmalı” diyordu. Köyde kaldığımız saatler boyunca, çıkmadığı ceviz ağacı kalmamıştı. Kış kampında yoğunlaşıp pratiğe hazırlanmak bizim için fırsattır ama hareketsiz olmaya alışmadığımız için doğadan az bir zaman bile olsa kopmak bize zindan gibi geliyordu. O yüzden bizim grup kampa gitme işini ha bire geciktiriyor, her seferinde uğraşılacak bir iş çıkarıyorduk kendimize. En çok da Jîndar için istemiyordum gitmeyi. Bir insan bu kadar mı aşık olur doğaya ve yaşama? Bu kadar mı yaşadığı her anı anlama ve doya doya yaşama dönüştürür? Dêrsim’in sularına, yeşiline, dağlarına, her karış toprağına aşık bir gerillaydı Jîndar. Axpanos’a daha önceleri de geldiğimiz için Jîndar’a rehberlik ediyorduk. Köyün her tarafını gezdik birlikte.  Gezdiğimiz sırada Jîndar’ın soruları bitmek bilmiyordu. “Kimler kaldı? Burada kaç kişilerdi? Ne zaman gittiler? Şimdi neredeler? Köprüyü nerde yaptılar? Buralara nasıl yol getirdiler? Erzaklarını nasıl getirdiler? Kışın nasıl yaşadılar...?  Dinmek bilmeyen bir soru yağmuru ve Jîndar’ın meraklı yaklaşımlarının altında bir baktık ki akşam olmuş. O gece, boşaltılmış bir evin içinde bir yağmurluk ve kefiyelerimizin korumasında sabaha kadar sohbet ettik.

 

Sabah erkenden yaprakların hışırtısıyla uyandım. Rüzgâr, tüm kuru yaprakları üzerimize savurmuştu. Hava soğuktu ama Jîndar arkadaşın sıcak sohbeti ve sımsıkı sarılmaları sayesinde hiç hissetmedim soğuğu. Hissettirmek de istemezdim çünkü Axpanos köyünde kalışımızın onun ısrarından dolayı olduğunu düşünsün istemedim. Kefiyemi kaldırdığımda Jîndar yoktu. Henüz güneş doğmamıştı. Hemen bağladım kefiyemi ve gözlerimle araziyi süzerek Jîndar’ı aradım. Çok erken kalkmıştı. 

Köyün hemen yukarısındaki alçak bir tepede gözlerini kapatmış, güneşin doğmasını bekliyordu. Duruyordu öylece. Yanına varıp “Ne yapıyorsun?” diye sordum. “Güneşin doğuşunu bekliyorum” dedi “İlk ışıkları yüzüme vurmalı ki günüm güzel ve güneşli geçsin.”

 Güneş doğduktan sonra Jîndar küçük ve dumansız bir gerilla ateşi yaktı. Sarya arkadaşla çayımızı hemen kaynattık. Çay kaynayana kadar Jîndar, bize Şahê Bedo’nun “Çavreşa min” stranını söyledi. Biz de ona takılmadan edemedik. 

-Hayrola, nerden esti bu parça? 

-Ne bileyim seviyorum işte.” 

Bir parça ekmek ve biraz zeytinle kahvaltımızı yaptık.

Gitmemiz gereken yere doğru gitmeye hazırlanırken Jîndar “Bu en sondaki eve bakmadık. Oraya da bakıp öyle gidelim” dedi. Çökmüş evin yanında ezilmiş, toza batmış bir çift naylon ayakkabı gördük. Yıkadık onları. Jîndar arkadaş, iki teki yan yana koyup fotoğraflarını çekti. “Acaba kime ait bunlar. Kaçarlarken mi düştü ayaklarından? Yaşama gözlerini yumarken mi arkalarında kaldı bu ayakkabılar?” diye konuşurken kendi kendine bana döndü, “Söz ver bana” dedi, “Bu ayakkabılar üzerine yazacaksın.” 

O ayakkabılarda bir Kürdün değil, on binlerce Kürdün hikayesi var. Kiminin kaçarken düştüler ayaklarından, kiminin ölüsünün ardından kaldılar. Toprağın örttüğü ayakkabıların, her birinin ayrı bir hikayesi var. Saklı ama anlatılmayı bekleyen hikayeler… 

 

 

*Bu yazı 15 Ağustos 2018 tarihinde Dersim’de şehit düşen Jindar Ezgi’nin anısına aynı yılda yazılmıştır.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.