Ağaçlar aynı, meyveler farklı!

  • Alcarràs’taki aile de kendi üretimini yapan bir çiftçi ama üretim ilişkilerinin onları getirdiği sorgulama biçimi “uhrevi” değil. Aksine onları köklerinde söküp atmaya çalışan kapitalizme karşı hayatlarındaki değişim. 

 

SUZAN DEMİR

 

Bu yazı benzer bir temayı farklı işleyen iki filmi konu alacak. İlki Türkiye’den Semih Kaplanoğlu’nun üçlemelerinden bir tanesi olan Bağlılık Hasan. Bir diğer film ise Katalan yönetmen Carla Simón'ın Alcarràs adlı filmi. Bu iki filmi ortak kılan şey ise iki çiftçi ailesini merceğe alması. Merceğe alınan kişilerin işleri aynı ama dertleri farklı. Peki, sahiden de farklı topraklardaki iki çiftçinin dertleri farklı mı? Yakından bakacağız.

Bağlılık Hasan, evinin yanındaki meyve ağaçları, tarlası, arazisi derken kendi yağının da “üstünde” kavrulan bir çiftçi olan Hasan ve eşi Emine’nin hikâyesini anlatıyor. Dışarıdan bakıldığında tarlasını biçen parasını kazanan bir çift bu. Hikâye ise çiftin hacca gitmeye karar vermesiyle başlıyor. Hasan ve Emine, hac ziyareti için gerekli maddi koşulları yerine getirirken dini görevlilerin onlara verdiği manevi ödevler için de kolları sıvıyor. Bu manevi görevlerin başında hacca “temiz” gitmek koşulu üst sırada, bunun için de gidecek kişilerin çevrelerinden “helallik” istemesi gerekiyor.

Hasan kendince bir liste yapıyor terziye, kunduracıya borç, ödenecekler derken yazdıkça günahları çoğalıyor. Bir zamanalar hırsızlıkla suçladığı çalışanıyla da barışmaya gidiyor. Sırada arazi kavgası yüzünden görmediği ağabeyi vardır. Hasan’ın bir bir listede işaretlediği “günahların” yükü ise günden güne artıyor. Hasan belli bir noktadan sonra hayatını belirleyen üretim ilişkileri içerisinde yaptığı her şey ile hesaplaşmaya giriyor. Hesaplaşma gerçek hayattan rüyalara imgelerle bezeniyor. Rüyasında ters bir ağaç gören Hasan “bağlarını” da bu listeye ekliyor.

Kendi Mahallesine “Hatırlatma”

Yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun epeydir “Saray” mahallesinden olduğu biliniyor. Bu durum da filmin hesaplaşma konusunda politik olarak nereye işaret ettiğini anlamakta zorluk yaşatmıyor. Zira bu film de bir taşra melankolisinden çok dindar bir erkeğin melankolisi. Kaplanoğlu’nun derdi de kendi mahallesine nazikçe hesaplaşmayı hatırlatması. Semih Kaplanoğlu filmde ağaçlara, doğaya, rüzgâra uhrevi tonlar, “kök” ve “pişmanlık” imgeleri yüklüyor. Kaplanoğlu her ne kadar derdini soyut bir hesaplaşmaya bağlasa da üretim biçimlerinin ve gündelik yaşamın etkilediği ve de bir şekilde dönüştürdüğü bir yaşama bakıyor. Sadece o hayatı sıradan bir faninin “uhrevi” hesaplaşmasına bağlıyor. 

Hal böyle olunca kendi tarlasına gözü gibi bakıp, icralık olan komşusunun tarlasını ucuza getiren bir adamın hikâyesinin politik olmadığını kim söyleyebilir? Ya da işçisini hırsızlıkla suçlamasının sınıfsal olmadığını? Hasan’ın derdi köklerinden mi kopmak yoksa içinde bulunduğu üretim ilişkilerine uygun mu davranmak? Ya da hesaplaşmanın sadece “uhrevi” alanda olacağını hatırlatmak mı? Kaplanoğlu’nun yarattığı karakterler evet, var ve yaşıyor. Hacca giderken “doların” fiyatından onlar da rahatsız. Ama hesap sadece mahşere mi kalıyor?

Güneş Panelleri ve Şeftali Ağaçları

Türkiye’nin herhangi bir bölgesinde küçük tarım üreticisi olmak artık ciddi bir külfet. Mazot, gübre fiyatları ve de elektrik faturaları Urfa’dan Karadeniz’e üreticiyi bitme noktasına getirdi. Tarım politikaları eskiden buğday deposu olan bu toprakları artık bu ihtiyacını dışarıdan karşılayacak duruma düşürdü. Evet, dediğimiz gibi Hasan ve Emine gerçek; ama gerçek olan başka bir şey daha var ki Katalan çiftçi ile bu topraklardaki çiftçinin derdinin çok da uzak olmayışı. İşte bu yüzden baştaki “Peki, sahiden de farklı topraklardaki iki çiftçinin dertleri farklı mı?” sorusunun cevabını bize Alcarràs filmi veriyor.

İlk uzun metraj filmi 93 Yazı’nı da Katalanca çeken Yönetmen Carla Simón'ın Alcarràs filmindeyiz şimdi. Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı alan Alcarràs da bir çiftçi ailesini anlatıyor. 

Alcarràs’ta bir ailenin röntgenini çekiyor yönetmen. Tüm üyelerini sırasıyla taşranın gündelik kaygılarında resmediyor. Hiçbirine fazladan ya da daha az vakit harcamıyor. Hepsinin hikâyede yeri var. Buradaki hikâye ise zamanında toprak sahibinden ekmek/biçmek karşılığı “tapusuz” alınmış bir arazi ile ilgili. Bu arazide aile şeftali üreticiliği yaparak yaşamlarını idame ettiriyor. Tapusuz alınan arazinin gerçek sahibi ise bir gün gelip buraya yeni teknoloji olarak güneş panelleri yapılacağını söylüyor. Araziye güneş panellerinin dikilmesi ise ağaçların kesilmesi anlamına geliyor. Tüm yaşamını buradan kazanan aile ise araziden çıkmak istemiyor ama ellerinde hukuki bir dayanak olmadığı için başlarına gelecek sonu çok da değiştiremiyor.

Film ilk olarak ailenin minik çocuklarının hurda bir arabada oynadıkları oyunun yarıda kalmasıyla başlıyor. Çocuklar araba içinde oyunlarını oynarken bir iş makinesi gelip oyuncaklarını elinden alıyor. Sonrasında çocukların gözünden ailenin tartışmasını perdeye taşıyor yönetmen Carla Simón. İşleri yürüten ve ailenin de babası olan kişi kendi babasına bu araziyi nasıl tapusuz aldığına dair kızıyor.   

Marx’ın Hegel’i ayakları üstüne indirmesi gibi

Yaşanan bu gerilim aile üyelerinin neredeyse tümünün gündelik yaşamını etkiliyor. İlişkiler geriliyor, güneş panelinde çalışmayı tercih edenler ile kendi emeğine sahip çıkanların yolları ayrılıyor. “Hesaplaşma” evet burada da var; ama bu hesaplaşma hacca gitmek için manevi ödevlerini yapan bir adamınkiyle aynı değil. Tekelin ve de büyük şirketlerin canına okuduğu küçük çiftçilerin yaşadığı kaygılardan ileri geliyor. 

Filmde doğrudan arazisini korumaya çalışırken “mücadele” edenlerin anlatısı yok. Aksine bu durumun aile bireyleri üzerinde etkisi gözlemleniyor daha çok. Büyük slogan ya da “hesaplaşma” hikâyesinden çok hayatın ve taşranın rutinindeki bir hikâye bu. Ama bu hikâye içerisinde hükümetin tarım politikasını eleştirmek için “Bu meyvenin bir fiyatı var” pankartıyla direnen köylüler de kadrajda. Zaten Carla Simón gerçekçiliğini ve doğallığını tam da buradan alıyor. Hayatın doğal akışının içinde olanı gösteriyor. Zaten öyle yaşayıp bir anda “aydınlanan” birini değil.

Bu açıdan Carla Simón’ın Kaplanoğlu’nun rüya imgelerinde kullandığı o “ters ağacı” köklerinin üzerine oturttuğunu söylemek çok da imkânsız olmaz. Tıpkı Hegel’i ayakları üstüne indiren Marx gibi! Kaplanoğlu’nun dünya nimetlerinin “tamahına” ve bunun “uhrevi” sonuçlarına odaklandığı filmi aslında üretim ilişkileri ve oradaki gündelik yaşam kaygılarından mütevellit. Hasan hesaplaşmasını yapmadan önce de dindar bir adam ama üretim ilişkileri içerisinde sadece bir tüccar. Onu değiştiren şey ekmeğinin elinden alınacak olması değil, başkalarının elinden aldıklarını hatırlaması.

Alcarràs’taki aile de kendi üretimini yapan bir çiftçi ama üretim ilişkilerinin onları getirdiği sorgulama biçimi “uhrevi” değil. Aksine onları köklerinde söküp atmaya çalışan kapitalizme karşı hayatlarındaki değişim. 

Dertler aynı…

Gelelim Alcarràs’ın bu topraklardaki çiftçilerle dertlerinin ortaklığına. Yakın zamanda Karadeniz’de çay üreticileri özel şirketlere mahkûm olmamak için ÇAYKUR’dan yaş çayı en düşük 9 liradan alması için eylem yapmak istedi. Rize’nin daha girişinde oraya varmak isteyen üreticinin önüne kolluk dikildi. Bundan birkaç gün sonra ise AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, çayın fiyatı 7 lira diye müjdeledi. Oysaki üreticinin giderini 9 lira bile karşılamıyordu. Fırat Haber Ajansı’na konuşan Hopalı kadın çay üreticileri “Çay üretmenin zahmetini bilmeyenler kanun hazırlıyor” diyordu. Nitekim mazotu ya da gübreyi bile karşılamayan bu fiyat kabul edildiği gibi ÇAYKUR tüketici fiyatına da %43 gibi yüksek bir zam yaptı. 

Bu yaşananların örneklerinden bir tanesi de kooperatifleşme yasasına karşı çıkan Adıyamanlı çiftçilerin sesinde yankılandı daha geçtiğimiz yıl: “Tırşikçî kapitalistlere hayır!” Öte yandan elektrik dağıtım şirketi DEDAŞ’ın çiftçiyi ürününü sulayamaz hale getirmesine sebep olan faturalarını protesto eden Urfalı köylülere kadar uzanıyor örnekler. Bu örnekler “Bu meyvenin bir fiyatı var” diyen Alcarràslı çiftçiden farklı bir şey söylemiyor. Yani Kaplanoğlu illa “mahallesine” bir şeyleri hatırlatacaksa bunun farklı yolları da var.

Sonuç olarak Semih Kaplanoğlu’nun anlattığı hikâyedeki evin yanındaki meyve bahçesiyle Alcarràslı çiftçinin evi ilk bakışta benzer ama bu iki aile birbirine benzemez. Çünkü Kaplanoğlu’nun asıl evi o güneş panellerini yapanlarla aynı mahallede.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.