Antik filozofların kozmik çoğulculuk arayışı

Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —

  • Bugün elimizde evreni açıklamak konusunda olağanüstü büyüklükte bir gözlem verisi var. Bu veriler her dönem gözlem araçlarındaki gelişmeye bağlı olarak büyüyüp yeni perspektifler önümüze koyuyor. Bundan 2 bin 500 sene kadar önce sadece çıplak göz ve mantık yürütme yöntemi ile Antik Yunan’daki bir dizi filozofun geliştirdiği düşünceler şaşırtıcı bir şekilde günümüzdeki bilimsel yaklaşımla örtüşüyor.

Antik Akdeniz dünyasının filozofları, göğe bakan ilk insanlar değildi; fakat gökyüzünün anlamına dair sistematik ve rasyonel açıklamalar geliştirmeye başlayanlar onlardı. Yeryüzünün altında ya da üstünde tanrıların, ruhların ve efsanevi yaratıkların bulunduğuna inanan mitolojik kültürlerden farklı olarak, Antik Yunan düşünürleri evreni mantık, gözlem ve akıl yürütme yoluyla kavramaya çalıştı. Bu çabanın sonucunda ortaya çıkan görüşler, yalnızca felsefenin değil, kozmoloji tarihinin de en erken çoklu dünya tartışmalarını oluşturdu.

Bir not olarak belirtmek gerekirse bu düşünürlerin yaptığı çok fazla hata da vardı. Bu yazıda bu hataları bir tarafa bırakıp günümüzle örtüşen söylemleri esas alacağız.

Bu tartışmaların başlangıç noktasını, MÖ 6. yüzyılda Batı Anadolu kıyılarındaki İyonya bölgesinde yer alan Miletos olarak gösterebiliriz. Miletos, o dönemde Doğu Akdeniz’in en önemli ticaret merkezlerinden biri olarak yalnızca zengin bir şehir değil, aynı zamanda entelektüel bir odak noktasıydı. Fenike, Mısır ve Mezopotamya ile kurduğu yoğun ilişki sayesinde astronomi, geometri ve doğa bilgisi açısından benzersiz bir kültürel birikim barındırıyordu.

Anaksimandros, bu kozmopolit ve merak dolu atmosferin ortasında yetişmiş, aynı zamanda “İyonya doğa filozofları” olarak bilinen okulun ikinci büyük temsilcisi olmuştu. Bu okulun kurucusu sayılan Thales’in hem öğrencisi hem de düşünsel takipçisi olarak yetişti; Thales’in doğayı mitlerden bağımsız açıklama çabasını daha da ileri götürdü. Thales’in elinde doğa, ilahi güçlerin alanından çıkarılarak gözlem ve akıl yürütmenin konusu haline gelmişti; Anaksimandros ise bu girişimi daha sistematik bir kozmolojiye dönüştürmeye çalıştı.

Boşlukta duran gezegen fikri

Anaksimandros, Dünyanın sonsuz bir boşlukta kendi kendine duran bir cisim olduğunu söyleyen ilk düşünürdü. Bu önerme, mitolojik dünya tasavvurunu kökten sarsan radikal bir fikirdi. Dünya’nın biçimi konusunda yanılıyor olsa da boşlukta askıda duran bir gezegen fikri o kadar ileri bir kozmolojik adımdı ki, benzeri düşünceler ancak bin yıl sonra yeniden ortaya çıkabildi.

Anaksimandros’un en önemli katkılarından biri, “apeiron” kavramıdır; her şeyin kaynağı, sınırsız, belirsiz ve tükenmez ilksel bir madde. Ona göre tüm varlıklar bu sonsuz maddeden ayrılarak ortaya çıkar, belli bir süre varlıklarını sürdürdükten sonra yeniden ona geri döner. Evrenin bu sürekli oluş ve bozuluş döngüsü, yalnızca dünyanın bir başlangıcı ve sonunun olduğunu değil, aynı zamanda başka dünyaların da meydana gelebileceğini ima eder. Bu nedenle Anaksimandros, bildiğimiz tarihte “dünyamızın evrendeki tek ve ayrıcalıklı varlık olmadığı” düşüncesini felsefi olarak dile getiren ilk kişi kabul edilir.

Evreni bütüncül bir yapıda kavramak

Antik çağın en çarpıcı kozmik çoğulculuk düşüncelerinden biri, kökleri yine İyonya geleneğine uzanan atomcu filozoflar aracılığıyla şekillendi. Bu geleneğin ilk büyük temsilcisi olarak kabul edilen Leukippos, yaşamına ve kişisel tarihine dair elimizde çok az bilgi bulunan, fakat etkisi ölçülemeyecek kadar büyük olan bir düşünürdü. Bazı kaynaklar onun Miletos’ta yetiştiğini, bazıları ise Güney İtalya’daki Elea veya Abdera ile bağlantılı olduğunu söyler; fakat hangi şehirde yaşamış olursa olsun, Leukippos’un temel yaklaşımı İyonya’nın doğaya yönelik rasyonel açıklama geleneğini sürdürüyordu. Anaksimandros ve Anaksimenes’ten sonra gelen birçok düşünür doğanın gerçekliğini maddi süreçlerde ararken, Leukippos bu geleneği daha soyut bir düzeye taşıdı ve evrenin görülemeyen en küçük parçacıklardan, yani atomlardan oluştuğu fikrini ortaya attı. Onun asıl etkisi ise öğrencisi Demokritos ile birlikte açığa çıktı.

Demokritos, doğduğu yer olan Abdera’nın entelektüel atmosferinden ve halkının gözlemci, meraklı yapısından büyük ölçüde etkilenmişti. Varlıklı bir aileden geldiği için çok genç yaşta Mısır, Babil ve Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada öğrenim gördüğü söylenir. Bu yolculuklar, ona yalnızca farklı kültürlerin teknik bilgisini değil, aynı zamanda evreni bütüncül bir yapıda kavrama becerisini de kazandırdı.

Kopernik ilkesinin antik formu

Demokritos’un atomculuğu sistemleştirmesi, evrenin rastlantısal çarpışmalar sonucu oluşan atom hareketlerinden meydana geldiğini söylemesi, dönemin dinsel ve mitolojik evren tasavvuruna çok keskin bir karşı çıkış niteliği taşıyordu. Ona göre atomlar ezeli ve ebedidir; bir amaç doğrultusunda hareket etmez, herhangi bir tanrısal iradeye bağlı olmadan boşlukta yer değiştirirler. Dünya dahil tüm gök cisimleri, bu atomların çarpışıp birleşmesiyle kendiliğinden ortaya çıkar. Böyle bir kozmolojide evrenin herhangi bir bölümünün ayrıcalığı, özellikle de Dünya’nın özel bir konuma sahip olduğu düşüncesi tamamen anlamsız hale gelir.

Atomların sayısının sınırsız oluşu, doğal olarak dünyaların da sınırsız olabileceği fikrini doğuruyordu. Demokritos bu görüşü yalnızca teorik bir olasılık olarak değil, kozmik düzenin zorunlu bir sonucu olarak düşünmüştü. Onun öğrencilerinden Metrodoros, bu görüşü son derece çarpıcı bir benzetmeyle dile getirirken, İyonya düşüncesinde yer alan doğayı sıradanlaştırma yaklaşımını sürdürüyordu. “Geniş bir tarlada yalnızca tek bir başağın yetişmesi ne kadar saçmaysa, sonsuz bir evrende yalnızca tek bir dünyanın bulunması da en az o kadar saçmadır” sözleri, atomcu düşüncenin merkezinde yer alan eşitlik ve sıradanlık ilkesinin net bir ifadesidir. Bu benzetme, modern kozmolojide “Kopernik ilkesi” olarak bildiğimiz, Dünya’nın evrende herhangi bir ayrıcalığa sahip olmadığı görüşünün binlerce yıl önceki en yalın formudur.

Atomcuların bu yaklaşımının değeri yalnızca felsefi bir tez ileri sürmelerinden kaynaklanmıyordu; onları benzersiz kılan, evreni ilk kez mekanik süreçlerle açıklamalarıydı. Evrenin kendi kendine işleyen bir düzeni olduğu, doğaüstü güçlere başvurmadan da anlaşılabileceği fikri, bugün bilimin temel ilkeleri arasında yer alır. Leukippos ve Demokritos’un ortaya koyduğu bu mekanik kozmoloji, hem çoklu dünyaların mantıksal temelini atmış hem de insanlığın evrendeki konumuna dair kökten bir sorgulamayı başlatmıştır.

Günümüzde bilimin ulaştığı sonuçlarla şaşırtıcı derecede örtüşen bu yaklaşım, antik dünyanın düşünsel ufkunun ne kadar geniş olduğunu gösteriyor.

Sınırsız olasılıklarla, mekansal değil fiziki evren

Epikuros, atomcu geleneği yalnızca devralmakla kalmadı; onu hem felsefi derinlik hem de kozmolojik kapsam bakımından bambaşka bir boyuta taşıdı. M.Ö. 4. yüzyılın sonlarında Samos Adası’nda doğan ve genç yaşta Atina’ya yerleşen Epikuros, Leukippos ve Demokritos’un atomcu öğretisini kendi etik felsefesiyle birleştirerek düşünce tarihinin en özgün okullarından birini kurdu. “Kepos” adı verilen bahçede öğrencileriyle birlikte yaşadığı sade ve ortaklaşa hayat, onun bilgiye ve mutluluğa dair yaklaşımını somutlaştıran bir eğitim modeli haline gelmişti. Epikuros’un hedefi, insanın korkulardan özgürleşmesini sağlayacak bir dünya görüşü oluşturmaktı; bu korkular arasında tanrıların müdahalesi ve ölümün kendisi olduğu kadar, evrenin bilinmezliği de yer alıyordu.

Bu nedenle evreni açıklama biçimi, yalnızca fiziksel bir kuram değil aynı zamanda ruhsal bir özgürleşme aracıydı. Ona göre evrenin temeli yine atomlardan ve boşluktan oluşur; ancak atomların birleşerek oluşturduğu dünyaların sayısı yalnızca çok olmakla kalmaz, nitelikleri bakımından da sınırsız çeşitlilik gösterebilirdi. Epikuros’un bu görüşü, atom modellerini soyut bir mekanik açıklamanın ötesine taşıyarak, kozmolojik çoğulculuğu sınırsız bir olasılıklar evreni haline getiriyordu. Mektuplarında, tıpkı bizim dünyamıza benzeyen gezegenlerin var olabileceğini söylediği gibi, hiçbir açıdan benzemeyen bambaşka oluşumların da mümkün olduğunu yazar. Onun evren tasarımında çeşitlilik yalnızca mekansal değil, aynı zamanda fiziksel ve yapısal bir gerçeklikti. Dünya’da geçerli olan süreçlerin başka yerlerde farklı bileşenlerle ortaya çıkabileceği düşüncesi, modern bilimin gezegen kimyasına ve yaşamın kökenine dair tartışmalarında temel kabul edilen bir varsayımla şaşırtıcı ölçüde örtüşür.

Epikuros’un iki bin üç yüz yıl önce dile getirdiği “dünyaların farklılığı” düşüncesi dikkat çekici bir öngörü gücü taşır. O, evreni insanların ihtiyaçları doğrultusunda yaratılmış özel bir mekan olmaktan çıkararak, kendi yasalarıyla işleyen ve sonsuz çeşitlilik barındıran bir doğa düzeni olarak görmüştü. Böylelikle atomcu felsefenin hem kozmolojik ufkunu genişletmiş hem de insanı evrendeki ayrıcalıklı konumundan uzaklaştıran ilk büyük düşünürlerden biri haline gelmişti.

Platon ve Aristotales etkisi

Atomculuğun bu rasyonel ve çoğulcu evren tasarımı, Antik Yunan’ın iki büyük filozofu olan Platon ve Aristoteles tarafından benimsenmemişti. Onların bakış açısı, doğayı açıklamak için maddi süreçlerden çok düzen, amaç ve birlik kavramlarına dayanıyordu. Platon, evrenin tek bir tanrısal akıl tarafından yaratıldığını düşündüğü için çoklu dünyalar fikrini kabul etmiyordu. Timaois’te evrenin “mükemmel bir bütün” olarak tek bir yaratım olduğunu ve yaratıcı tek olduğu için ortaya koyduğu dünyanın da zorunlu olarak tek olması gerektiğini savunur. Ona göre birden çok dünya fikri, kozmik düzenin uyumunu ve bütünlüğünü bozar; dolayısıyla felsefi olarak kabul edilemez.

Platon’un öğrencisi Aristoteles ise bu görüşü daha fiziksel bir temel üzerine oturtur. Onun evreni, doğal yerler ve doğal hareketler üzerine kurulu kapalı bir sistemdir. Göksel kürelerin hareketi bile tek bir “ilk hareket ettirici” tarafından sağlanır. Bu düzen içinde ikinci bir dünyanın varlığı, ikinci bir ilk hareket ettirici gerektireceği için Aristoteles’e göre mantıksal bir çelişki yaratır. Ayrıca evrenin sınırlı ve küresel bir yapı olduğu düşüncesi, çoklu dünyaların varlığını fiziksel olarak da imkansız kılıyordu.

Platon ve Aristoteles’in bu karşı çıkışları, antik dünyanın sonraki yüzyıllarında büyük etki yarattı. İki filozofun otoritesi, Orta Çağ boyunca çoklu dünya fikrinin çoğu kez hafife alınmasına, hatta kimi dönemlerde tamamen dışlanmasına yol açtı. Nihayetinde atomcu çoğulculuk geleneği, Epikuros ve Lucretius’un çizginin son temsilcileri olduğu Roma döneminin ardından uzun süre geri plana itildi. Yine de onların görüşleri, modern çağın bilimsel devrimlerinde yeniden keşfedilecek ve evrenin anlaşılmasında temel bir kaynak olarak yeniden önem kazanacaktı.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2025 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.