Berlin’de bir Kürt çağdaş sanat sergisi

  • Serginin çağdaş sanat alanındaki görünmez olan Kürt sanatçıları biraz görünür kılmak gibi kaygısı vardı. Ondan aslında, dengbêj kültürüyle birleştirerek, ikinci başlığa da “beklenmedik hikâye anlatıcıları” dedik. O beklenilmeyen hikayeciler, birden Deleuze ve Guattari’nin dediği gibi bir zombi gibi ortaya çıkıyor ve kendini göstermeye çalışıyor.

NİLGÜN YELPAZE

 

“Bê welat – the unexpected story tellers (beklenmedik hikâye anlatıcıları)” başlıklı sergi, Berlin’de bulunan nGbK’nin (neue Gesellschaft für bildende Kunst) sergi salonunda, 26 Haziran’da izleyicilerin ziyaretine açıldı. Sergi, 15 Ağustos tarihine kadar devam edecek. nGbK için projeyi gerçekleştiren grubun içinde Bilal Ata Aktaş, Elif Küçük, Duygu Örs, Şener Özmen ve Engin Sustam yer alıyor. Sergide 13 sanatçının işleri yer alırken aynı zamanda da çeşitli etkinliklerden oluşan bir program sergiye eşlik ediyor. 

Organizatörlüğünü Bilal Ata Aktaş’ın üstlendiği etkinlik programında müzik, tiyatro, film alanında çalışmalar yürüten Kürt sanatçılar yer alıyor. Mizgîn Müjde Arslan’ın “Ben Uçtum Sen Kaldın”, Ali Kemal Çınar’ın “Gênco”, Diako Yazdani’nin “Many Lives of Kojin” ve Soleen Yusef’in “Çatısız Ev” filmleri, bir ay süren etkinliklerin film programında yer alıyor. Bu seçki yeni kuşak Kürt yönetmenlerin farklı işlerini bir araya getirirken Özgür Çiçek’in moderatörliğini yaptığı “Filmlerle Katedilecek Yollar” başlıklı panele de Mizgîn Müjde Arslan ve Soleen Yusef katıldı. Panelde yol filmleri, Kürt kültüründe ve hakikatinde yolda olmanın ve yolun anlamı ile bunun sinemadaki karşılığı üzerinden tartışıldı. 

Tiyatro alanında uzun yıllardır Bakur başta olmak üzere çeşitli alanlarda önemli çalışmalar yürüten Berfin Zenderlioğlu ve Mîrza Metîn de iki farklı atölye ile etkinliklere dahil oldu. Hamburg’ta, sürgünde yaşayan Kürt kadın sanatçı Heja Netirk ise kadın dengbêjlerle ilgili bir performans sundu. Etkinliğin kısmen internet üzerinden, kısmen de fiziksel olarak gerçekleşen doğası ise farklı alanlardaki izleyici ve sanatçıların bir araya gelmesine olanak sunarken pandemi nedeniyle artan online etkinlikler silsilesi içerisinde kaybolma riski de bulunuyordu. 

Hem salonda açılan çağdaş sanat sergisini hem de etkinlikleri serginin küratörlerinden Engin Sustam ile konuştuk. 

nGbK’deki sergiyi düzenleyen bu ekip nasıl bir araya geldi, bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Aslında bu sergi grubu olarak öncelikle Şener Özmen’le Venedik Bienali için bir şeyler yapmak istiyorduk ama yetiştiremedik projeyi. Ben uzun süredir bu meseleler üzerine çalışıyorum; çağdaş sanat alanında da, diğer farklı sanatsal alanlarda da. Buna dair bir yayınım da oldu: “Kürt Madunluğu. Türkiye’de Şiddet ve Direniş Arasında Sanat”. Onun neredeyse üçte ikisi çağdaş sanat ile ilgiliydi ve Kürtlerde çağdaş sanatın hangi minvalde ilerlediğini anlatıyordu. Kavramsal olarak Kürtlerin fiziki yurtsuzluk durumu ile ontolojik yurtsuzluk durumunu sanat üzerinden nasıl işleyebiliriz, aslında soru buradan çıkmıştı. Ondan sonra tabii ki bunu genç kuşaktan sevgili Bilal Ata Aktaş ile konuştuk. Onlar daha önce İstanbul’da farklı kültürel etkinlikler yapıyorlardı, bunları yan yana getirmek istedik. Ondan sonra elbette Berlin konseptini düşünmeye başladık. Duygu Örs’le ilişkilendik. Almanya bağlamını iyi bilen, orada büyümüş, sanat camiasının içinde biri olarak sevgili Duygu ile tartışmaya başladık. Derken sanatçı olarak da Elif Küçük eklendi. 

Serginin, biliyorsun, 3 küratörü var: Ben, Duygu ve Elif. Buna eşlik eden etkinlik programını düzenleyen kişi ise Bilal Ata Aktaş idi. 

Berlin, neredeyse Kürt diasporasının ana yurdu ve uzun süredir de burası çok belirleyici bir alan oldu, politik mücadele açısından da elbette, ama biz bunu sanat alanında çok fazla görmüyoruz. Bu toplama bir sergi değil, etnik bir sergi değil. Milliyetçi bir sergi de değil, böyle söyleyenler oldu: “Nasıl böyle bir etnik milliyetçi kimlik sergisi yapılıyor?” İşin içine Kürt kelimesi girdiği anda direkt hedefe oturuyorsunuz. Türk çağdaş sanatı adına uzun bir süre metinler yazıldı. Kimse kalkıp, “Bu kimlik sergisi” demedi. Alman çağdaş sanatı, Fransız çağdaş sanatı dediğinizde de milliyetçi bir sergi demiyor kimse. 

Serginin ilk başlığı “bê welat” ile ilgili hem ontolojik hem fiziksel bir yurtsuzluktan bahsettiniz. Açılıştaki fotoğraf da o başlığı veriyor gibi bir yandan (Şener Özmen’in dört erkeğin göndere çekilmiş bir bayrağa sakat boyunlarla bedensel form değişikliği ile baktırıldıkları fotoğrafı). Belki onu biraz daha açabilirsiniz. 

Serginin çağdaş sanat alanındaki görünmez olan Kürt sanatçıları biraz görünür kılmak gibi kaygısı vardı. Ondan aslında, dengbêj kültürüyle birleştirerek, ikinci başlığa da “beklenmedik hikâye anlatıcıları” dedik. O beklenilmeyen hikayeciler, birden Deleuze ve Guattari’nin dediği gibi bir zombi gibi ortaya çıkıyor ve kendini göstermeye çalışıyor. 

Çağdaş Kürt sanatı ya da çağdaş Kürt sanatçılar da diğer sanatçılar gibi buradalar, bu dünyanın dışında değiller ama birden sahneye çıkıyorlar. Şunu demeye çalıştık: Yurtsuzluk meselesi, uzun zamandır Kürtlerin halet-i ruhiyesini anlatan bir durum aslında. Dört farklı Kürdistan’da, diasporada sanatçılar birbirlerini çok iyi tanımıyor. Türkiye gibi, İran gibi, Amerika gibi değil. Bu anlamda çağdaş Kürt sanatçılar, sürgün edilmiş, sömürgeleştirilmiş bir toplumun ortak hafızasını taşıyor. Sanatı nasıl yapıyor bu arkadaşlar? Bizim derdimiz buydu. Erkeklik söylemi karşısında kadınların ve LGBTİ+ların kendini görünür kılması gibi, bir mücadele alanı aslında. Sürekli bir biçimde devam eden bir mücadele; bazen gergin, agresif, patolojik... 

Diyoruz ki, bir şiddet, çatışma, hapsetme, baskı, göç ve bir sürgün var; özellikle 2015 sonrası durumu görürsek kırık bir hafıza, yıkılmış bir hafıza var Kürt alanında; her alanda aslında ve bu kolektif yaralar, parçalanmış bilinç ve toplumsal beden, şiddet ve travma karşısında nasıl direnişle birlikte kendine bir strateji kuruyor ve sanat alanında nasıl kendini görünür kılmaya çalışıyor, bunu soruyoruz. O anlamda, o beklenmeyen hikayeciler, bir yandan kolektif ve yaratıcı faaliyetleri ortaya çıkarırken diğer taraftan da bir zombi gibi rahatsız edici olmasını sağlamak istedik. Kürtler de rahatsız etsin. Bundan birileri rahatsız oluyorsa olsun. Bunda benim açımdan hiçbir sorun yok. 

Hafıza ve travma meselesi baskın olarak tekrar ediyor sergide. Kürt çağdaş sanatında genel olarak tekrar eden bir tema mı hafıza ve travma meselesi? Yurtsuzluk kadar içkin bir şey mi, yoksa bu sergiye özel bu temaya yönelik işler mi bir araya getirildi?

Oradaki “yaralı bilinç” Kürtlerde yerleşik bir şey aslında. Bir hafıza aktarımı var ama bu hafıza aktarımının içine yerleşen bir yurtsuzluk anlatısı var. Her hikâye anlatıcısı, bir şekilde kendisini ontolojik bir temsil içerisine yerleştirmeye çalışıyor ve orada kendi toprağının yazgısının, kendi coğrafyasının yazgısının simgesel değerlerini kendi bedeni üzerinden bir şekilde kurmaya çalışıyor ve bu kendi eserlerine de, kendi estetik bakış açısına da yerleşiyor. Orada sözlü hafızanın mirası var, patolojinin yansımaları var. Hatta Şener Özmen’in İstanbul Bienali için yazdığı İstanbul Gaip diye bir kitabı vardı, orada “Çağdaş sanatın Kürt Don Kişotları” diye bir şey söylüyordu. Bizim sergiye de bu yansıdı. Bir yandan yurtsuzluk, bir yandan hafıza ve yaşanan kolektif travma, bu aktörleri politik aktörler gibi inşa ediyor. Hafıza ve travma, tekrar eden bir şey ama çatışma ve şiddet pratiği de, yok etme pratiği de, despotizm, militarizm de tekrar eden şeyler. Sanırım bu tekrar olmanın kendisi, sanatçıların hafızasına yerleşti. Kürt sanatçılardan Berat Işık şöyle demişti: Neden bizden HD kalitesinde işler yapmamız bekleniyor ki? Bu kadar korkunç; savaşın, şiddetin hayatlarımızı yıprattığı bir alanda biz, düşük çözünürlüklü işler yapıyoruz. Çünkü zaten hayatımızı düşük çözünürlüklü bir potansiyelin içerisinde yaşıyoruz. Ortada açıkça bir travma var, fiziki bir şeyden bahsediyoruz. Bütün hayatımızı etkileyen, bizim duygularımızı alt üst eden bir şey var. Bu, eserlere de öyle ya da böyle yansıyor. Biz projeyi yazarken bunun üzerinde durduk. O travmanın içinden gelen zombiler, rasyonel tahakküme karşı kendi ruhlarını göstermeye çalışıyor.

Pandemi nedeniyle etkinliklerin internet üzerinden gerçekleşmesi durumu olmasaydı ve bütün bu sanatçılar fiziksel olarak bir araya gelebilseydi nasıl olurdu? Bir yandan da Kürdistan’ın sınırlarla ilişkisi, sürgün meselesi, seyahat hakkı vb. açılardan bakarsak online etkinlik yeni bir alan açmış olabilir mi? Sınırlar veya pasaport nedeniyle bir araya gelemeyen Kürt sanatçıların bir araya gelmesinde internet etkinlikleri bir kapı açtı mı?

Dijital çağda, pandeminin tam da yerleştiği dönemde, ben bir akademisyen olarak internet üzerinden dersler, konferanslar konusuna ister istemez girdim. Daha önce Slavoj Žižek ile Rojava Üniversitesi’nde online bir etkinlik yaptık. Online etkinlikler çok imkan sunuyor ama fiziki alanda karşılaşmak benim için çok önemli. Bu sergi keşke fiziki olarak, karşılıklı alışverişin gerçekleşebileceği karşılaşmalar şeklinde olsaydı, çok daha etkili olurdu. Orada birbiriyle ilişki kurma, tartışma, birlikte eğlenme, tabii ki hoş olacaktı ama sonuçta pandeminin koşulları ile birlikte neredeyse biz bile Paris’ten Berlin’e gelemeyecektik. Sadece diasporada olan bir iki sanatçı dışında kimse gelemedi. Aslında neredeyse tamamen online olacaktı bu etkinlik ama virüsün Almanya’daki seyri nedeniyle son anda yarı online yarı fiziksel hale gelebildi. nGbK’de uzun bir süreden sonra fiziksel olarak açılan ilk sergi biz olduk. Açılışta davetliler beşer kişi halinde maske ile sergiyi gezebildi. Zehra Doğan gibi sanatçılar da açılışa katılabildi. Dijital ortamda da sergilenebilecek bir sanat önümüzdeki dönemde dünyaya damgasını vuracak gibi duruyor ancak pandeminin yarattığı kapanma da nevrotik bir hal getirdi, birçok insan da fiziksel olarak bir araya gelmek istiyor. 

Son olarak: Sergiyi dolaştıktan ve bütün işleri tek tek gördükten sonra bu sergi seyirciyi nereye davet ediyor diyebiliriz? Kürt çağdaş sanatına dair açılan bu kapıdan geçmek bizi nereye götürebilir? 

İlişkisel estetikten bahsederken sadece sanatçının kendi işleri arasında bir ilişkiden değil, farklı unsurlarla olan ilişkisinden de bahsediyordum. Burada bir sosyallik modeli inşa ediliyor; dolayısıyla bu sergi, beklenmedik hikâye anlatıcılarının hikayelerini ve işlerini anlatırken tamamıyla birbirimizle ilişkilenme adına bir sosyalleşme de getiriyor. Sanatçı ile izleyici arasında, eleştirmen arasında, kendi yapıtı arasında belli bağlamları bir şekilde etkileşime geçiriyor. Biz de bu etkileşimin farklı kuşakları bir araya getirdiğini görebiliyoruz: 70’ler kuşağından, ikinci üçüncü kuşaktan gelen Kürt diasporasını. Bir karşılaşmayı sağlamış oldu. Berlin’de olduğu için de Kürtlerin halet-i ruhiyesini gösteren, bir yandan sömürgeci modernitenin eleştirisini yapan, bir yandan dekolonyal bir anlatı kuran, farklı madunların yan yana gelmesini sağlayan bir alan oldu. Tam da merkezin ortasında, sanat dünyasının önemli merkezlerinden birinin içerisinde ütopik bir alan yarattı. Ayrık otlar gibi ayrık duran bizleri buluşturdu, yan yana getirdi ve oradan bir şenlik yarattı. Bugün Kürtlerin en çok ihtiyaç duyduğu bir şey de bu: Bu kadar üzerine gidilen bir halkın inanılmaz korkunç hafızasına rağmen bir karşılaşma yaratmak. Sanat belki de bu ruh halinden bizi kurtaracak en önemli şeylerden biri. Biz özellikle politik bir sergi yapmadık ama bütün sanat işleri zaten politiktir. Bir leke bırakmak istedik bu sergiyle.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.