Sanat tanıklık değil müdahaledir
Kültür/Sanat Haberleri —

Hogir Ar
- “Sanat, barış süreçlerinde yalnızca sembolik bir teselli değil, politik bir yüzleşme aracıdır. Acıların estetize edilmesi, yaşanan adaletsizlikleri görünmez kılar. Direniş alanında “güzelleştirme” yapamam.”
- “Sanat, rahatsız etmeli ve hesap sormalıdır. Barışın inşası unutmamakla ve yüzleşmekle mümkündür. Sanat da bu süreçte bir direniş aracı olarak, iktidarın unutturmaya ve örtbas etmeye çalıştığı gerçekleri açığa çıkarmalıdır.”
BARIŞ BALSEÇER
Kavramsal sanat, enstelasyon, heykel ve performans gibi disiplinlerde üretim yapan Hogir Ar, yalnızca estetik değil; tarihsel, politik ve kültürel hafızaya da müdahil olan bir anlatı kuruyor. Henüz 14 yaşında yayımladığı ilk kitabıyla sürgün, özlem ve kimlik arayışı temalarına adım atan Ar, bugün sanatını sözlü tarih, bastırılmış anlatılar ve toplumsal travma ekseninde konumlandırıyor. Kürt kimliği, diasporik yaşam deneyimi ve dengbêj geleneğiyle kurduğu ilişki, onun sanatını bir hafıza siyasetine dönüştürüyor. Hogir Ar’la konuştuk.
Sanatınızda estetik ile politik alan iç içe geçiyor. Bu bütünlük kişisel kimliğinizden mi besleniyor, tarihsel bir zorunluluk mu barındırıyor, yoksa bilinçli sanatsal tercih mi?
Sanatımda estetik ile politik olanın iç içe geçmesi, kişisel kimliğimin, tarihsel bağlamın ve bilinçli bir müdahale arzusunun kesişiminden doğuyor. Bu bütünlük, benim için ne soyut bir ifade biçimi ne de yalnızca biçimsel bir tercih. Estetik, tam da politikanın alanına doğrudan müdahale edebilmek, rahatsız edebilmek ve görünene karşı bir kırılma yaratabilmek için işlevsel hale geliyor.
Kürt kimliğim, modern devlet şiddeti, sınır politikaları ve asimilasyonla kuşatılmış bir gerçeklikten besleniyor. Bu kimlik, sanat pratiğimde politik olanı dolaylı değil; keskin ve kamusal bir biçimde kurma zorunluluğu doğuruyor.
Diasporik yaşamın getirdiği yerinden edilme hali ise sanatımda yalnızca hafızaya dair bir temsil olarak değil; mekanlara ve bedenlere yönelik doğrudan müdahale biçimlerinde karşılık buluyor. Estetik, burada sessizlikle değil; ses yükseltmekle, çatışmayı görünür kılmakla ve izleyicinin konforunu bozma cesaretiyle anlam kazanıyor. Politika ise işlerimde yalnızca bir konu değil; malzemenin doğrudanlığı, kamusal alandaki etkisi ve izleyiciyle kurduğu yüzleşmeye dayalı ilişki üzerinden inşa ediliyor.
Sanat pratiğinizi bir “direniş estetiği” olarak tanımlamak mümkün mü?
Sanatımı “direniş estetiği” olarak tanımlamak mümkün; ancak bu estetik, pasif ya da dolaylı bir temsilden değil, doğrudan müdahaleden, çarpıcılıktan ve rahatsız etme gücünden besleniyor. Benim için direniş, yalnızca içsel bir ihtiyaç değil; aynı zamanda bilinçli, kamusal ve etkili bir stratejidir. Sanat, mevcut normları estetize ederek değil, onları kesintiye uğratarak politik hale gelir.
Dolayısıyla işlerim, izleyiciyi konfor alanından çıkarmayı, sessizliği kırmayı ve yüzleşmeyi zorunlu kılmayı amaçlıyor. Estetik tercihlerim de tam olarak bu rahatsız edici politik alanı kurmak için var. Çünkü bastırılan, görünmeyen ya da dışlananla yüzleşmek ancak bu şekilde mümkün olabilir.
Kürt kimliğim ve diasporik konumum, yalnızca geçmişe dair bir hafızayı değil; bugünün devlet şiddetine, sınır rejimlerine ve kültürel inkara doğrudan temas eden bir pratiği zorunlu kılıyor. Bu bağlamda sanat, sadece temsil eden değil; kamusal alanda müdahale eden, kıran ve yeni alanlar açan bir direniş biçimi haline geliyor.
Silah bırakma töreni gibi tarihsel gelişmeler uzun süredir sanatınızda işlediğiniz barış, travma ve hafıza temalarıyla nasıl kesişiyor?
Tüm bu saydığınız gelişmeler sanatımda ele aldığım temalarla doğrudan ilişkili. Bu süreçler, Kürt meselesinde yeni bir tarihsel dönemin kapısını aralarken, aynı zamanda toplumsal hafızanın yeniden inşası ve travmalarla yüzleşme zorunluluğunu da gündeme getiriyor. Sanat pratiğim, bu zorunlulukların politik ve etik izdüşümlerini açığa çıkarmak, geçmişin yaralarını görünür kılmak ve barış sürecinin toplumsal zeminde somutlaşmasına katkı sunmak amacıyla şekilleniyor.
Simgesel silah bırakma gibi politik jestler yalnızca sembolik adımlar değil; aynı zamanda tarihsel şiddetin sona erdirilmesine dair kolektif bir iradenin ifadesidir. Bu irade, sanatın taşıdığı dönüşüm potansiyeliyle birleştiğinde daha derin bir anlam kazanıyor. Dolayısıyla bu gelişmeler, hem sanat pratiğimin içeriksel odaklarını pekiştiriyor hem de politik mücadelenin tarihsel ve toplumsal bağlamdaki sürekliliğini bir kez daha görünür kılıyor.
“Silah yakma” gibi sembolik eylemler sizce sanatta nasıl karşılık bulabilir?
Silah yakma eylemi, savaşın ve devlet şiddetinin reddedilişinin en somut ve radikal ifadesidir. Sanat, bu tür sembolik adımları estetize edip güzelleştirmek yerine; taşıdığı öfke, direniş ve adanmışlığı kamusal alana güçlü ve rahatsız edici biçimlerde taşımak zorundadır. Sanat, yalnızca bu tarihsel anların görsel tanıklığını yapmakla yetinmemeli; aynı zamanda onları provoke eden, izleyiciyi pasiflikten çıkarıp politik bir özne haline getiren bir mücadele aracı olmalıdır. Bu tür anların anlatımı, savaşı dramatize etmeden, şiddetin kirli ve yıkıcı doğasını ifşa ederek, mevcut hegemonik düzenin meşruiyetini sarsmayı amaçlamalıdır.
Her soykırım, kitlesel şiddet ve devlet organizasyonlu yok oluş politikasının ardından geriye kalan yıkıntılar, objeler, giysiler, boşluklar ve izler; bazıları için hafıza mekanlarına ve sanatsal malzemelere dönüşebilir. Ancak bu materyalleri kültürel ya da estetik bir meta olarak dolaşıma sokanlar, yaşanmış felaketin üzerini estetikle örten aktörlere dönüşür. “Silah yakma” gibi tarihsel eylemler de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Çünkü bu tür anlar, kültürel çevrenin temsiliyet oyunlarına malzeme yapılabilecek “nötr” semboller değildir.
Mesele yalnızca bir “barış” temsili üretmek değil; o silahların taşıdığı tarihsel yükü, bu yükün kimlerin bedenlerinde ne tür izler bıraktığını açığa çıkaracak, anlatı düzenlerini bozan ve izleyiciyi yüzleşmeye zorlayan bir görsel dili kurabilmektir. Sanat, bu tür anlarda estetize etme tuzağına düşmeden; doğrudan, radikal ve rahatsız edici bir hafıza politikası geliştirmelidir. Çünkü bazı nesneler yalnızca bir dönemin değil, bir halkın taşıdığı tarihsel bedelin ve direniş hafızasının da taşıyıcılarıdır. Dolayısıyla “silah yakma” gibi eylemler, ancak tarihsel bağlam ve bedel gözetildiğinde sanatta anlamlı bir karşılık bulabilir. Ve bu karşılık yalnızca simgesel düzeyde değil; unutuşa direnen, inkarla hesaplaşan ve adaletin maddi koşullarıyla buluşmayı hedefleyen bir müdahale olmak zorundadır.
Hafıza ile kurulan her sanatsal ilişki, aynı zamanda etik, politik ve tarihsel bir pozisyon alıştır. Sanat bu tür eylemleri, politik ajansın ve toplumsal direnişin görünür kıldığı, çatışmanın ve dönüşümün aktif bir alanı olarak kabul etmelidir. Silah yakma, sanatta bir mitoloji ya da dekorasyon değil; kolektif hafızaya kazınan bir direniş ve özgürlük manifestosudur.
Militarizmi yalnızca bir iktidar biçimi değil, aynı zamanda “duygulanım rejimi” olarak ele alıyorsunuz. Bu bakış açısı işlerinize nasıl yansıyor?
Militarizmi yalnızca bir iktidar biçimi değil, aynı zamanda bir duygulanım rejimi olarak kavramak, sanatımda işgalin ve savaşın hayatın her hücresine nasıl sızdığını göstermek açısından kritik bir duruştur. Çünkü militarizm sadece silah, ordu ya da sınırla değil; hisler, duygular ve bedenler aracılığıyla da çalışır. Korku, şüphe, güvensizlik, utanç ve normalleşmiş şiddet algısı üzerinden toplumsal bedenleri şekillendirir.
“Anatomy of Occupation” adlı çalışmam da tam bu bağlamda, işgalin fiziksel sınırların ötesine geçen anatomisini açığa çıkarmayı amaçlıyor. İnsanların nasıl sürekli gözetlendiği, denetlendiği, kısıtlandığı ve aynı zamanda bu duruma nasıl alıştırıldığına odaklanıyor. İşgal, sadece bir durum değil, bir duygudur. Bu çalışmada da işte tam olarak bu hissin anatomisini ortaya koymak istedim: görünmeyen baskılar, içselleştirilmiş itaat, sessizlik, suçluluk duygusu ve güvenlik illüzyonu.
Judith Butler’ın “yaralanabilirlik” kavramı burada merkezi bir yerde duruyor. Çünkü militarist rejimler, kimin korunmaya değer olduğunu, kimin kaybedilebilir olduğunu belirler. Bazı hayatlar görünür ve yas tutulabilir kılınırken; diğerleri sessizlik ve yoklukla eşitlenir. Sanatımda bu eşitsizliği deşifre etmeye, görünmeyen şiddeti görsel bir dile dönüştürmeye çalışıyorum.
Sanat bu bağlamda yalnızca bir tanıklık değil; bir karşı duruş, bir teşhir ve politik bir müdahaledir. Militarizmin yalnızca tankla, tüfekle değil; hafıza, duygu ve gündelik hayatla kurduğu ilişkiyi bozmak, bu ilişkiyi rahatsız edici biçimlerde kamusal alana taşımak istiyorum.
* * *
“Güzelleştirme” yapamam
Sanatın barış süreçlerindeki rolü, salt estetik bir yüzleşme ya da sembolik bir onarım olmanın ötesinde, somut politik mücadelelerin bir parçası olarak görülmelidir. 17 bin faili meçhul cinayetin, soykırımların ya da katliamların estetikleştirilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir yaklaşım, yaşanan acıları hafifletmekten ziyade onların politik anlamını ve travmatik yükünü bulanıklaştırır. Ben direniş alanında “güzelleştirme” yapamam.
Barış, gerçek bir adalet ve hesap verebilirlik sağlanmadan; yaraların üzerini estetik bir örtüyle kapatmak, yalnızca yeniden yaralanma riskini artırır.
Sanat, bu karanlık gerçeklikleri görünür kılmalı, rahatsız etmeli ve hesap sormalıdır. Barışın inşası unutmamakla ve yüzleşmekle mümkündür. Sanat da bu süreçte bir direniş aracı olarak, iktidarın unutturmaya ve örtbas etmeye çalıştığı gerçekleri açığa çıkarmalıdır.
Dolayısıyla sanat, barış süreçlerinde acının ve adaletsizliğin sembolik tanıklığını yaparken, onları basitleştirmeden, estetize etmeden ve güçlü bir eleştirel bilinçle yaklaşmalıdır. Ancak bu şekilde bir sanat, hem tarihin hem de mücadelenin hak ettiği saygıyı gösterebilir.
* * *
Diaspora süreğen bir hal
Diaspora, benim için bir sonuç değil; süreğen bir hal. Yerinden edilmenin ve zorla koparılmanın yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel ve duygusal etkileri var. Bu kopuş, belleği kesintiye uğratırken aynı anda bir tür yeniden kurma çabasını da beraberinde getiriyor.
Parçalanmışlık, eksiklik ve sürgünlük hali, sanat üretimimin temel zeminlerinden biri haline geliyor. Ancak bu zemin yalnızca kaybın değil; aynı zamanda bir karşı anlatı kurmanın da alanı. Kendi coğrafyamda hedef aldığım iktidar yapıları, göçle birlikte yer değiştiriyor olsa da yaşadığım geniş coğrafyalarda birden fazla iktidar biçimini aynı anda hedef alma imkanı doğdu. Bu çoğul deneyim, yalnızca baskı biçimlerini değil, direniş imkanlarını da katmanlaştırdı.















