Bireyi ve toplumu kazanma yöntemleri

Dosya Haberleri —

AVREŞ JİYAN

Uygarlığın kişiyi ele geçirme yöntemlerinin başında gelen unsur cinselliktir. Cinsel haz ve içgüdü doyuruşlarıyla sözü edilen sistemin alt edemeyeceği hiçbir birey yok gibidir. Geliştirilen tüm seks ve porno sektörleri, bu işleve yönelik oluşturulmuş kurumlar gibi çalışırlar. Bu konu etraflıca bir analiz ve değerlendirmeyi gerektirmesine rağmen birkaç düşünür dışında yeterince aydınlatılamamıştır. Cinsel yaşam o denli sıradanlaşmıştır ki uygarlık hegemonyasına alternatif düşünce yapıları bile bu unsurun (cinsellik) yol açtığı sorunları tali sorunlar olarak karşılamış, üzerine eğilmeyi dahi gerekli görmemişlerdir. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bu konu daha kapsamlı ele alınmışsa da tarih ve politika zeminini aşamamıştır.

Avrupa pozitivizminin dışına çıkamayan Freud, psikanaliz yönteminin odak noktasına cinselliği koyarak bu sorunun daha çok psikolojik öğelerine yönelmiş, uygarlık ve kurumlarının cinsellik öğesini kullanma biçimlerine pek değinmemiştir. Biz bunu derinleştirerek tarihi ideolojik, sosyolojik ve psikolojik bağıntılarıyla gözlemleyerek sürdüreceğiz. Dilerseniz öncelikle Freud’un cinselliğe yaklaşım biçimleriyle konumuza başladıktan sonra cinsellikle ilgili bazı durumların uygarlık çıkarlarıyla örtüşen taraflarını ele alalım.

Freud, insanı bir cinsel varlık olarak değerlendirirken bilinçaltı (bilinç ötesi) unsurların içgüdüsel olarak her zaman kendilerini dayattıklarından söz eder. Yaşam realitesi ve mantığın dış baskılar diye tanımladığımız yaptırımları sonucu, ötelediğimiz veya ertelediğimiz istek ve arzuların hiçbir vakit yok olmadığını, tersine bilinçaltımızın derinliklerinde hüküm sürdüğünü, bu durumun sonraki yetişkinlik yıllarında libidonun (cinsel şehvet ve haz) dayatmalarıyla içgüdüsel cinsel sapkınlıklara dönüşebildiğini vurgular. Burada elbette Freud her isteğimizi ve arzumuzu anında cevaplamalıyız, diye bir yargıya varmaz. Fakat cevaplanmayan, tatmin olunmayan arzu ve isteklerin aslında bireyde yok olmadığını, hayatının her anında onun davranışlarında belirleyici rol oynadığını söyler. Freud bu durumu şöyle açıklıyor:

“Cinsel isteklerin bireyin öz yaşamını sürdürme çabalarıyla uzlaşmaması belli bir hastalık grubu olan nevrozlarda gerçekleşiyor gibidir. Nevrozların oluşumuna yol açan ilk çatışma, ben’i ayakta tutan içgüdülerle cinsel içgüdüler arasında olup biter. Nevrozlar, cinselliği baskılama denemesinin başarısızlığa uğramasından sonra ben’in az ya da çok bu cinselliğin egemenliği altına girdiğini gösterir.”

Freud nevrozların nedenini ise bensel içgüdüler ile cinsel içgüdülerin arasındaki karşıtlık olarak tanımlar. Kısaca nevroz hastalığını tanımlarsak daha açıklayıcı olacaktır. Nevroz hastalığı diye tabir edilen psikolojik rahatsızlıklar, bireyin tanımını yapamadığı ruhsal çatışmaların kişinin toplumsal realiteye uymak istemiyle uymaya engel durumlar arasında doğan çelişik durumlardır. Öfke, saldırganlık, olgunlaşamama, abartılı davranış biçimleri ve düşünüş tarzı, cinsel ve işlevsel bozukluklar bu hastalığın belirtilerindendir. Psikanaliz bilimi, nevrozların yozlaşma belirtileriyle gözlenebileceğinden söz eder. Cinsel fonksiyonlarla iç içe gelişen bir hastalık türü olmasından kaynaklı bu hastalığa yol açan nedenlerin incelenmesi daha vahim durumları gözler önüne serer. Dilerseniz önce tarihsel nedenlerine bakalım.

Uygarlık kültü var olma aşamasında, varoluş sebebi olan ideolojik ve politik stratejisini başlangıçta da sıkça değindiğimiz üzere fantastik kurgu imgelemlerine dayandırmıştı. Nedir bu fantastik kurgular? En başta din unsurunu, yığınları kendi sistemine entegre (bütünleşme) edebilmek için değişik morfolojik katkılarla süsleyip insanlara sunmuştur. Kadın öğesini ta uygarlık aşamasının ilk şafağında cinsel istismara açık, arzu ve şehvetin bir aracı olarak erkeklere sunarak erkeğin istem ve mantıki yönlerini dejenere (yozlaşma) etmeyi başarmıştır. Devlet, bürokrasi ve şiddet unsurlarını hayatın değişmez realitesi gibi toplumlara sunmuş, sonunda da bu toplumların hiç sorgulamadan kabul etmenin ötesinde kutsallaştırarak taptığı bir sömürü sisteminin totemini yaratmakta başarılı olmuştur. Toplumları ayrıştırarak kolektif akıl ve irade unsurunu ortadan kaldırmış, en son olarak bilinçaltının yoğun cinsel istek ve arzularının yanında amansız şiddet yüklü, doğaya, hayvanlara, hemcinslerine yabancılaşmış, ne olduğu belirsiz bir insan tipini yaratmıştır.

M.Ö 4000-2000 Basra Körfezi’nin güney deltasında yeşeren Sümer uygarlık bilinci, din unsurunu çıkarları temelinde başarılı bir şekilde kullanmıştır. Devletin yönetim mekanizmasının en üst katmanında yer alan Zigurrat diye adlandırılan tapınaklar mitoloji, söylence, destan ve totemlerin yaratılıp topluma sunulmasının en verimli çalışma yerleri olarak işlev görmüştür. Kaleler, surlar düşman akınlarını önleme amacı olarak inşa edilmiş gibi gösterilse de biz toplumu baskı sisteminin içinde tutabilme yapıları olarak oluşturulduğunu anlayabiliyoruz. Yine sonraki dönemlerde kurumsallaşan İştar Tapınakları, özgür kadın topluluklarını devlet sistemi totemizminin devamı için bağımlılık yapma aracı gibi kullanarak ataerkil devlet sisteminin ayakta durmasının yegâne temelini oluşturmuş ve gelecekteki fuhuş kültürünün belki de ilk kurumları olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.

Anaerkil dönemin tanrıça versiyonları olan Sümerlerde İnanna, Akadlarda ise devamı niteliğinde İştar olarak adlandırılmıştır. İştar tapınakları erkeğin cinsel arzu ve isteklerinin doyurulma mekânları olmakla beraber aynı zamanda insanı, bireyi ve toplumu ele geçirme açısından tersine evrilme sürecini başlatmıştır. Uygarlık geliştikçe bu tip kurumlar belli ölçülerde değişime uğrayarak, devlet var olalı kesintisiz bu zamana dek toplumu düşürücü bir unsur olarak rol oynamıştır. Şimdiki genelev kültürü tarihsel serüveni bakımından şaşırtıcıdır ki bin yıllara dayanan bir mirasın devamıdır. Sonrasında bu tip kurumlara modern teknik çağlara doğru küresel sanal fuhuş yapıları eklenmiştir. Küresel porno sektörleri uygarlık tarafından her zaman ve her yönüyle desteklenerek “toplumun cinsel güdülerini ele geçiren, toplumu yönetir” şiarıyla profesyonel bir biçimde işlevini yerine getirmiştir. Bu konuyla ilintili olarak birkaç alt başlıkta uygarlığın bireyi kazanma yöntemlerinden olan cinsellik boyutunu daha detaylı inceleyelim.

Cinselliğin köleliği

Biyolojik, fiziksel ve ruhsal (psikolojik) alt katmanlarda gizil (latent) bir güç olarak kendini hissettiren cinsellik güdüsü, birey hayatının her anında, davranışların belirleyiciliğinde önemli bir rol oynar. Cinsel istek ve arzuların dayatmasıyla, toplumsal realitenin sınırlayıcı, engelleyici ölçü ve ahlak yapısıyla ikilem yaşayan birey, çoğu zaman cinsel isteklerini baskılayarak bilinçaltına iter. Bilinçaltına itilen cinsel istekler, üzerindeki engellemenin neden olduğu baskılamayla orada büyür ve insana olur olmaz anlarda ahlaka ve toplumsal yaşam ölçülerine aykırı, sınırsız bir şehvet istemiyle kendini dayatır. Birey olup bitenlerin farkında bile değildir. Cinsel sapkınlıklar yeşerdiği bilincin en alt katmanlarında, sosyal ve toplumsal yaşamın en zayıf anlarını ve taraflarını kollayarak dışa açılabilme arayışını her zaman sürdürecektir. Tabi bu arada cinsel sapkınlık, sınırsız istem ve arzuların tatmin yolunu açan Uygarlık taktik ve politikaları devreye girecektir. Uygarlık projesi ve fantastik işlevselliği, insanın bu en zayıf, en kolay düşürülebilen tarafını hiçbir sınır koymadan hayata geçirmenin araçlarını geliştirmede muazzam bir çaba içinde bulunacaktır. Cinselliğin tatmin araçları olarak kadını birincil kaynak olarak kullanmanın yanında, hemcinslerarası sapkınlığı teşvik ederek bunu meşrulaştıracaktır. Yine bununla da yetinmeyen Uygarlık serüveni, çocuk ve ana faktörünü aile ahlakına aykırı bir biçimde cinsel fantezilere konu ederek pratik olarak kullanacaktır. Kökeni bin yıllara dayanan aile, toplum, gelenek ve kuralları kendi küresel porno organizasyonuyla yerle bir ederek cinsel haz ve şehvet istemini (talep) yaş farkı ve unvan gözetmeksizin yaygınlaştırmakta hiçbir sakınca görmeyecektir.

Toplumsal gelişmenin aşamaları olan aile ve akraba unsuru daha verimli ve işlevsel bir toplum yaratmak için gerekli görülmüştür. Bu durumu yadırgayamayız elbette. İlk kabile ve klanların düzensiz ve sistemsiz cinsel yaşamları sonrasında bir gelişme olarak gelenek ve törelerin yasa koyucu özellikleriyle beraber aile, akraba, sülale, sonunda da sülaleler birliği toplumsal ırksal şekilleniş bakımından önemli rol oynar. Söylenildiği gibi uygarlıkla beraber aile, akraba ve toplum etkileşimi inşa edilmemiştir. Neolitik (9000-5500) diye adlandırdığımız yeni taş devrinin tarım topluluklarına baktığımızda sistem ve töreler, gelenekler etrafında birlikte bir yaşam söz konusudur. Buna en güzel örnek olarak Urfa göbekli tepe kazı çalışmalarında ortaya çıkarılan töresel ayin mekânlarını gösterebiliriz. Sonraki bölümlerde daha çok üzerinde duracağımız 12 bin yaşına tarihlenen bu mekânlar, kutsama ve tapınma ihtiyacını karşılarken küçük insan gruplarının bir araya gelerek toplum olmanın ilk adımını atmalarını sağlayacaktır. Şu anki tarih ve antropoloji bilimini altüst eden ve tarihi farklı bir biçimde ele almayı gerektiren bu bulgular, aynı zamanda toplumsal düzen ve töresel birlikteliğin uygarlıktan çok önceleri var olduğunu gösteriyor. Öyleyse aile, akraba, sülale ve toplumsal düzenlenişin uygarlıkla birlikte değil, uygarlıktan çok önce insanlık neolitik döneme henüz varmadan inşa sürecine girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Uygarlık ise bu geleneksel ve töresel kültür birlikteliklerini yok etmek, bölmek, parçalamak, sonunda da sömürü ve istismara açık üçlü yasayla (din-devlet-kapitalizm) yönetilen bölük pörçük bir kurgu toplumu inşa etmek için çabalamıştır.

İki farklı dönem ve cinsellik

Toplumu ve bireyi kazanma yöntemlerinin başında gelen cinsellik boyutunun, derin tarihsel dönemler olan Paleolitik-Mezolitik-Neolitik ve devletli uygarlık arasındaki ikilemlerde daha çok belirginleştiğini görmek durumundayız. Uygarlığın ilkel topluluklar diye tanımladığı ve devletli uygarlık organizasyonundan çok önceleri var olan komünal (ortak üretim ve tüketim) küçük topluluk birimlerinin cinselliği kullanma biçimlerine baktığımızda, bu toplulukların cinselliği yaşayış biçimlerinin devletli uygarlık denilen sınırsız cinsellik ve fuhuş kültürüyle hiç örtüşmediği görülecektir. Devletli uygarlığın cinsellik kültürü, Paleolitik dönem olarak adlandırılan dönem insanının cinselliğe yaklaşım biçiminin dahi çok çok gerisinde, cinselliği salt şehvet ve arzuların sınırsız tatmini olarak işlevselleştirmiştir. 50-60 bin yıl önce avcı ve toplayıcı olarak tarih sahnesine çıkan insan büyükleri, hayvan doğasının cinselliğe yaklaşım biçimini özümsemişti. Oluşturulan ahlaki birliktelik, daha çok zor yaşam şartları karşısında ayakta kalabilme kurallarını belirlerken insanda gelişen doğayla barışık, üremeye dönük bir cinsellik algısı doğal evrimsel sürecin bir parçası olarak ortaya çıkacaktır.

Uygarlık, cinsellik biçimlenmesine oranla paleolitik insanı, cinselliği ve kadını sadece şehvet ve duyguların tatmin aracı olarak görmekten çok, soy yaşamını (filogonez) sürdürebilmek için tam da doğanın ve yaşamın realitesine başat, üretkenlik ve yaşamı sürdürücü bir etken olarak görmüştür. Aynı zamanda uygarlığın ilkel insanlar olarak tabir ettiği o küçük avcı ve toplayıcı gruplar, anaerkil ideoloji ve kültünü kadın nezdinde yaşamın müjdeleyicisi olarak kutsallaştırıp insanlık tarihinde bir ilk olan hümanist, üretken ve paylaşımcı bir dönemin oluşturulmasında belirleyici bir rol üstlenmiştir. Cinsellik faktörünü üretkenlik ve doğurganlık temelinde yaşamın realite ve diyalektiğine uygun yaşayan bu insan soydaşları tabiatla barışık yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Kapitalist uygarlık tarih bilinci yine tüm bu etmenleri görmezden gelerek ilkel gelişmişlik olarak etiketleyip, dar pozitivist ve maddeci bir anlayışla tarihi kategorize ve şematize etme yoluna gitmiştir. Dahası kapitalist uygarlık kendinden önceki çağları hep de karanlık çağlar olarak tanımlayıp en iyi, en gelişmiş ve en modern, insanlığın varması gereken son nokta olarak kendi uygarlık biçimlenmesini dayatmıştır. Yine sol sosyalist dünya görüşü buna bir zemin oluşturarak yaşamın diyalektik gidişatını kendi kurgu teoremleriyle şekillendirip insanlara sunarak dogmatik materyalist bir yaklaşımla insanlık serüvenini ideolojik kalıplar içinde sınıflandırmıştır. En basit örneğiyle ilkel komünal topluluklardan sonra devlet ve kapitalist uygarlığın gelişimi ardından varılan sürecin komünizm olduğu safsatasıyla insan düşüncesinin göreceli (rölativizm) ön görüsünü uzun yıllar zehirleyip kapitalist ve devletli toplumun gerekli bir aşama olduğunu vurgulamıştır. Zaten ataerkil düşünce sisteminden yakayı sıyıramamış sosyalist ufuk, yine bu nedenlerden kaynaklı kurguladığı eşitlikçi dünya düzenini oluşturmada başarılı olamayıp kapitalist ataerkil devletli dünya düzeni içinde erimiştir.

Cinsel istek ve arzularının şekillenmesinde kapitalist uygarlığın kadını ve cinselliği ele alma biçiminden çok uzak olmayan sol sosyalist ideoloji, dolayısıyla cinsellik unsurunun aşağılayıcı bir biçimde kullanılmasında da herhangi bir sakınca görmemiş, buna karşı ciddi bir tavır takınmamıştır. Rusya’da Lenin önderliğinde 17 Ekim Devrimi yaşanırken kadının özgürlük istemine yönelik hiçbir teori üretilmemiş, kadın da diğer tüm bireyler gibi kategorize edilerek proleter bir kimlik etrafında biçimlendirilmiştir. Sosyalizm düşüncesi, sığ ve dogmatik, kaba politikalarla topluma dayatılırken özgürlük, bireysel ifade gücü ve toplumsal mutabakat dediğimiz bireyin bir sistemi ikna yoluyla veya kendiliğinden özümseyip barışık üretime geçme durumu da gözardı edilmiştir. Kapitalist sistemin dayatması, yabancılaştırıcı cinsel istismarlar devrim gerçekleştikten sonra bile Lenin Rusyasında varlığını sürdürüp o kıtlık zamanlarında bir satış ve alış aracına dönüşerek yükselişe geçmiştir. Dolayısıyla tüm bu örnekler ve bulgulardan hareketle sosyalist dünya düşüncesinde de hem kadın hem de onurlu ve doğayla barışık bir cinsellik anlayışından söz etmek olanaksızdır.

Uygarlık paradigması cinsellik ve seks unsurlarını o denli sıradanlaştırıp toplumlarda meşrulaştırmıştır ki dünyada ister ulusal düzeyde ister küresel çapta kapitalizm karşıtı hiçbir düşünce, ideoloji veya paradigma insanlığı en çok yozlaştırıp kapitalist uygarlığa bağımlı hale getiren bu unsurlara ahlaki değerler bakımından bir cevap olamamıştır. Yine Stalin’in katı, devletçi, komünist Rusyasında sözde sosyalist terbiye gücüyle yetiştirilen Kızıl Ordu birlikleri düşmanlarına karşı kazandıkları her zaferden sonra savunmasız kadın yığınlarına karşı tecavüz, istismar ve yağmayı geliştirerek yukarıda sözünü ettiğimiz ve aslında kapitalist ataerkil fuhuş kültürünü normal karşılayan karşıt ideolojilerin iç yüzünü pratikte sergilemiştir.

Kadın ve cinselliğe yönelik olan, toplumun ve bireylerin iradi ve ahlaki değerlerini alaşağı eden etkilerin günümüz şartlarında farklı bir boyut aldığına şahit oluyoruz. Cinselliğin köleleştirici tahakküm gücünün uygarlık yönelimiyle kurumsal bir hal aldığını ve meşrulaştırıldığını hemen her anımızda gözlemleyebiliriz. Çocuk dünyaya gözlerini açtığında ailenin özellikle de babanın aile bireylerinin üzerindeki toplumsal entegrasyon ve bireşimleriyle (sentez) ataerkin sonsuz kudretinin büyülü ve mistik totemiyle karşılaşmakta, tüm morfolojik (biçimsel) kurgu toplumunun özgülüne ait değerlerin eğitimiyle sisteme ve uygarlık bilincine entegre (bütünleşme) edilmektedir. Çocuk dünyaya gözlerini açtığında uygarlığın kurgusal olarak oluşturduğu toplumsal sistemin temelini oluşturan aile bağları zemininde kendini bulmakta; çocuk kadın ise uygarlığın kadın öğretilerinin denetiminde yoğunlaştırılıp biçimsel değişikliklerle sisteme yatkın bir birey olarak deformasyon sürecinden geçirilmekte; çocuk erkek ise yine uygarlığın bireşimlerinin ata-erk kültünün yoğunlaştırılmış deformasyon etkilerinin aileye uyarlanmasıyla erkeğin aşırı abartılı gücünü kutsayarak tersine evrilme veya yozlaşma (dejenerasyon) sürecine girmektedir. Burada anlaşıldığı üzere çocuğun yaşam diyalektiğiyle barışık işleyen bilinç yapısı ve istem gücü, daha sonraki uygarlık eğitimi şekillenişi ile eritilerek yabancılaşma sürecine girmektedir. Bundan sonra çocuğun kadın-erkek, devlet-toplum, ekonomi-politika, yaşam–din vb. olgulara yaklaşım biçimi, kazanmış olduğu değer yargılarıyla belirlenecektir. Birey, özellikle cinsiyetçi bir yargıdan beslenen toplumsal bilincin tahakkümüyle çocukluktan kalma ve engelleyici etkenlerle bilinçaltına ittiği cinsel istekler ile toplumun ve din öğretilerinin oluşturduğu geleneksel ve töresel cinsel yargılar arasında ikileme düşüp zorunlu olarak toplumsal kural ve ölçülerin cinselliğe yaklaşım biçimini benimseyecektir. Uygarlığın modernist kültürünün sınırsız şehvet kurumları, bu sınırlamaya da baskın gelerek dıştan dayatmanın başka bir çeşidi olan küresel cinsellik ve seks aygıtlarıyla bireyin cinsel haz ve tutkularını ölçüsüz, unvansız bir şekilde pratiğe dökmesinin önünü açacaktır.

Fantastik, mitoloji, söylence ve imgeler üzerinde inşa edilmiş kapitalist uygarlığın bireyi önce cinsel haz ve istekler yoluyla yönlendirip yozlaştırdığını ardından kendi yarattığı kurgu toplumuyla ona alışkanlıklar kazandırdığını, sonrasında yoğun ucuz iş gücü metoduyla tam bir cinsel haz ve şehvet çemberinde ondan ücretli işçi statüsünde istismar ve sömürüye açık bir birey yarattığını şimdiden söylemek mümkündür.

Uygarlığın cinsel öğeleri kullanarak geliştirmeye çalıştığı istemsiz (iradesiz) insan tipini hem seküler (dünyacı dünya nimetlerine gözlerini diken) hem de ahiret inancı açısından incelemek çok farklı sonuçlar doğuracaktır. Cinselliğin sınırsız isteklerinin boyunduruğunda olan birey, her iki paradigma (dünyevi-dünyevi olmayan) arasında kalarak kendini bir illüzyon sahnesinde bulacaktır. Bu aşamadan sonra bireyin yoğun kişilik, karakter bozukluğu semptomlarıyla yaşamın artık doğrulardan ve tabii realiteden kopuk imgelemleri arasında öz benlik bilincini kaybettiğini gözlemlemek zor olmayacaktır. Uygarlık etrafında şekillenen dinlerin, bireyin cinsel yaşamına belirli sınırlamalar getirdiği doğrudur. Fakat kadına yüklediği sorumluluklara baktığımızda kocasını tatmin eden, çocuk yapan ve aile birliğini koruyan bir konum dışında farklı bir sorumluk bilincinden söz etmek olanaksızdır. Hemen her dinde kadın, kocasının denetiminde cinsel güdülerin tatmin aracı ve doğurganlığın sembolü olarak yaşamın diğer yanlarından dışlanmıştır. Ahiret ve cennet inancına baktığımızda ilk göze çarpan şey cennetteki huri kılığındaki kadınlardır. Bu kadınlar erkek dininin cariyeleri, cinsel arzu ve isteklerinin tatmin aracı konumundadırlar. Kadın dünyevi olarak her türlü cinsel sapkınlığın yegâne tatmin gücü olduğu gibi ahirette bile fahişe konumundan yakayı kurtaramamıştır. Erkek egemen dinlerin tümüne baktığımızda bu durumu görmek mümkündür. Kadın her iki paradigmada da (dünyevi ve dünyevi olmayan seküler-ahret, inancı) erkek yığınlarını el altında tutmanın cinsel yabancılaştırma aracını temsil eder.

Tüm düşünce boyutlarını (din, felsefe, mitoloji, psikoloji vs.) tekelinde tutan uygarlık ideolojisi ise kendisiyle aynı işlevi gören dinsel dogma ve yaptırımlara farklı bir boyut getirerek seküler (dünyevi) bireyciliğin totemini (kutsallık) oluşturmuştur. Burada insan artık cinselliğin ve birçok düşürücü isteğinin boyunduruğundadır. İçgüdülerin ve libidonun yönlendirmeleriyle hareket eden, mantık değerlerini rafa kaldırmış, yaşamın dokusuna aykırı bir konumdadır. Bilinçaltına ötelenmiş çocukluk dönemlerine ait cinsel istekler din, toplum ve uygarlık paradigmaları (değerlerin tümü) tarafından baskı altına alınıp biçimlendirilerek yeniden bireye sunulmuş, insan evriminin tabii oluşumu bir kenara itilerek çocukluğun cinselliğe yöneliş biçimi olan libido (haz-şehvet) görevleri kurumsallaştırılıp meşrulaştırılmış ve saldırgan sapkınlıklar şeklinde bireyde dışa açılıp çok rahat tatmin bulma olanaklarına kavuşmuştur.

* Gelecek bölümde uygarlığın kazanma yöntemleri analizimizi sürdüreceğiz.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.