Biyopolitika rejiminin nihai öznesi: Mülteciler
Forum Haberleri —

Yunanistan / foto: AFP
- Akdeniz’de boğularak ölen binlerce mülteci bedenine yönelik ''felaket" haberleri artık hiçbir infial etkisi yaratmıyor. Susan Sontag'ın tabiriyle "başkalarının acısının manzarası”, kimseyi dehşete düşürmüyor. “Uygar dünya” için de bir utanç veya sorumluluk konusu değiller artık.
ROJDA OĞUZ
Akdeniz’de boğularak ölen binlerce mülteci bedenine yönelik ''felaket" haberleri artık hiçbir infial etkisi yaratmıyor. Susan Sontag'ın tabiriyle "başkalarının acısının manzarası”, kimseyi dehşete düşürmüyor. “Uygar dünya” için de bir utanç veya sorumluluk konusu değiller artık. Dahası, bıkıp usanmadan insanlık felaketine yapılan bu vurgu, insancıl yardım çağrıları durumu ustaca depolitize etmektedir. Ne kadar özeleştirel görünürse de, bu insancıl tepki siyasal-ekonomik bir sorunu usulca ahlaki bir soruna, yani "mülteci krizi"ne veya "kurbanlara yardım''a dönüştürüyor. Sorunun siyasal-ekonomik boyutu, bu dışlayıcı vahşetin tarihsel kökenleri dikkate alınmadığı için haliyle mülteci figürüyle kurulan empati veya duygudaşlık da, ''masum kurbanlara” acımaktan öteye gitmiyor. Mladen Dolar’a göre: “Kurbanlarımızın masum olmasını seviyoruz, masum göründükleri sürece onlarla empati kuruyoruz, ama çok da sevimli olmayan bir özellik gösterdikleri anda (cinsel taciz, göçmenler arasındaki kavgalar, bazılarının ortaya çıkan mal varlıkları, ataerkil kültürleri, eğlenmeleri) bu anlayış sona eriyor. Mağduriyet dışında herhangi bir öznellik gösterdikleri takdirde, şüpheli, potansiyel terörist, ajan, ekonomik fayda peşinde koşan düzenbaz sığınmacılar veya kaynaklarımızı tüketen asalaklar haline geliyorlar" (Son Gerisayım: Avrupa, Mülteciler, Sol, Metis Yayınları, s.79).
Bu mağduriyetten türetilen siyasetin, bu paradigmanın elbette bir sağ-faşist versiyonu da mevcuttur. Avrupa’nın ve dünyanın dört bir yanında yükselen ırkçılığın, mülteci düşmanlığının duygu dünyasını bu çarpıtılmış temelsiz mağduriyet duygusu belirlemektedir. Bu ırkçı “mağduriyet” siyaseti, kendisini haklı bir konuma yerleştiren gerekçeleri kabaca şöyle sıralamaktadır: “Avrupa’yı kasıp kavuran barbar dalgasının mağdurlarıyız biz, İslamiyetin yayılışı Avrupa değerlerimizi ve yaşam tarzımızı tehlikeye atıyor, ekonomik kaynaklarımız üstünde ağır yük oluşturuyor bu insanlar; işimizi, servetimizi, keyfimizi çalıyorlar. Burada masum olan biziz, öteki en kıymetli geleneklerimize zorla sokuluyor; biz onları işgal etmedik, onlar bizi işgal ediyorlar” ( 2020: 79). 'Keyfimizi çalan öteki'' kalıbı her yerde ırkçılığın klasikleşmiş nüvesidir. Batı’nın Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu'daki sömürgeci askeri müdahalelerinin, çıkarları gereği yıllarca kimi vahşi cunta veya faşist rejimlere, köktenci örgütlere verdiği desteğin, küresel kapitalizmin dünya kaynaklarının dağılımı üzerindeki adaletsiz tahakkümünün bu “mülteci krizi”ndeki rolü elbette sorgulanmamakta, hatta popülist sağ siyasetler tarafından bu coğrafyaların insanları ve kültürü temel tehdit unsuru haline getirilmektedir.
Kendilerini büsbütün her türlü hukuki korumanın dışında bulan bu insan grubu, haliyle tüm haklarından da mahrum hale gelmiş durumdadır. Devletsiz bir şahıs haline gelen ve böylece hukuki şahıs vasfını kaybeden mülteci, Antik Çağ'dan bu yana hukuksallığın son aracı ve son çaresi olarak görülmüş olan sığınma hakkından bile mahrum kalmaktadır. Hannah Arendt, Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunda birçok imparatorluğun parçalanması, yeni ulus-devletlerle birlikte sınırların değişmesi, milliyetçi nüfus planlamaları, tehcirler ve küçük mülk sahibi sınıfların kısa sürede mülksüzleşmesi neticesinde devasa bir devletsiz insan kitlesinin oluştuğuna ve uluslarası siyaset açısından baş edilemez sorunlar yarattığına dikkat çeker. Birinci Dünya Savaşı’nın en yıkıcı sonuçlarından biri de tarihte ilk defa muazzam sayıda bir insan topluluğunun devletsiz ve de mutlak bir hak yoksunluğu durumuna düşmesi oldu. Arendt'e göre bu savaş, "hiçbir yere kabul edilmeyen ve hiçbir yerde asimile olamayan gruplar yarattı. Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzdular; devletlerini bıraktıklarında artık devletsizdiler; insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızdılar, yeryüzünün posasıydılar'' (Totalitarizmin Kaynakları, İletişim Yayınları, s.256). Devredilemez diye düşünülen insan haklarını yitirmişlerdi ve üstelik kendilerini temsil edecek, koruyacak bir devletleri yoktu. Zalimlerin, istenmeyenler listesinin başında yer alıyorlardı, her yerde fiilen ''yeryüzünün posası'' muamelesi görmeye başladılar. Ulusal haklardan yoksun bırakma politikası, tamamen yeni ve daha önce görülmemiş bir şeydi. Bu hak-sız ve pay-sızların ilk yitirdikleri şey, yurtları oldu. Onları varlığına anlamına katan, onları değerli kılan bütün bir toplumsal dokuyu yitirmişlerdi artık. Hak-sızların uğradığı ikinci kayıp da, siyasi bir yönetimin korumasını yitirmiş olmalarıydı. Bu da hem kendi ülkelerinde hem de bütün ülkelerde yasal konumlarını yitirmeleri anlamına geliyordu. Siyasi bir yönetimin korumasını yitirmek de en az yurdu yitirmek kadar, daha önce görülmemiş bir şeydi. Elbette bu tarihten önce de kendi tiranlarının gazabına uğramış insanlar daha 'uygar ülkelere' sığınmışlardı, belli haklardan yararlanmışlardı. Burada yeni olan şey, istisnai durumlar için tasarlanmış resmi olmayan bir uygulamanın baş edemeyeceği devasa bir kitleyle karşı karşıya kalması ve ulus-devlet içinde bu çoğunluğu ulusal bir statüye geçirmenin zorluğu, hatta imkansızlığıydı. Haliyle her türlü haktan ve statüden yoksun kalan, lüzumsuz görülen bu insan grupları, ulusal polisin keyfi şiddetinin hedefi haline geldiler, toplama kamplarında, gözetim merkezlerinde, sınır boylarında, Avrupa'ya gelmemeleri için göç yolları üzerindeki ülkelerde parayla kontrol altında tutulan yarı tutsak bir yaşamın mahkumlarına dönüştüler. Arendt’in yerinde ifadesiyle, “siyasi topluluğu yitirmek, insanı beşeriyetin dışına sürer" (1996: 306). Günümüzde yeniden entegrasyon doğrultusunda belli meşru taleplere imkan sağlayacak bir kurum veya uluslararası bir hukuk da fiiliyatta maalesef kalmamıştır. Dolayısıyla insan hakları, yurttaşlık yapılarından ve bir ulus devletin yurttaşlarının haklarından koparıldığı anda kutsallığını ve devredilemezliğini kaybetmektedir. Slovaj Žižek’e göre mülteci figürü, evrenselliğin başarısızlığını cisimleştirmekte, mevcut evrensel sistemin yalanını temsil etmektedir. Çünkü mülteciler; “Piyasa sistemi içindedirler, ama kendilerini tüketimin mutlak keyfine bırakmaları mümkün değildir. Ulusun bir parçasıdırlar, ama yurttaşlık alanı dışında duran aşağılanma basamaklarına teslim edilirler. Son olarak, cumhuriyetin içindedirler, ama kanunda kutsanan haklardan yoksun bırakılırlar" (2020: 187). İnsan hakları, yurttaş olarak ulusal öznelere bahşedildiği için, her türlü siyasal niteliğinden arındırılmış, varoluşu çıplak yaşama indirgenmiş mülteci bu kategorinin dışında kalmaktadır. Özetle yurttaş olmayan mülteci figürü hak rejimlerine dışsaldır ve bu haliyle bir çıplak yaşam (homo sacer) figürüdür. Bu da onu her türlü şiddetin, tacizin, tecavüzün, kayıt dışı çalıştırmanın, en ucuz iş gücü deposu olmanın, gayrimeşru işler yaptırmanın nesnesi haline getirmektedir. Zaten Giorgio Agamben, mülteci figürünü biyopolitika rejiminin nihai öznesi olarak görüyordu. Çünkü devlet korumasının nesnesi olmaktan çıkan yurttaş, sahip olduğu tüm imtiyazları kaybeder ve doğruca çıplak insanlık olarak yeniden kayıt altına alınır. Uluslarası ilişkilerde yurttaşlık rejiminin merkeziliği ve kutsallığı, Agamben'in işaret ettiği gibi, Nazilerin "nihai çözüm" sürecinde sapkın bir şekilde açığa çıkmıştır; toplama kamplarında tutulan mülteciler, ancak vatandaşlıktan büsbütün çıkarıldıktan sonra imha kamplarına gönderilmiştir. Üst hukuki bir rejimin dışında kalan, çıplak insan yaşamına indirgenen bu insanları ceza almadan imha etmek fazlasıyla mümkündür ve faşist kamp deneyimleri bunun olabilirliğinin kanıtlarıyla doludur. Şimdi hepimiz çıplak yaşamız, mülteciyiz.
Neoliberal postmodernizmin başlangıç vaadi katı kimliklerin reddi idi. Tüm kimlikler esnek, akışkan, melez hale gelecekti. Avrupa ve ABD merkezli kimlik hiyerarşileri ve ayrıcalıklar yok olacak, farklı modernizmalar dünya tarihinin eş değer bir parçası haline gelecekti. Gelgelelim, neoliberal küreselleşme evrensellik idealinin tam zıddı bir doğrultuda ilerledi, Batı tikelci bir beyaz milliyetçiliğe doğru geri çekildi. Özgür dünyanın lideri olmak misyonu hızla terk edildi, gayet tikelci, duvar ve tel örgüleri sevici, suçluluk duygusundan uzak, beyaz bir Hıristiyan alemi tahayyülünün esir aldığı bir uygarlığa dönüştü. Liberal özgürlükler vaadi, sınırlarda yükselen duvarlar, tel örgüleri, gözetim ve kapatmanın norm haline geldiği bir dünyanın ayakları altında ezilip gitmektedir. Soğuk savaş döneminde liberal demokrasilerin küresel tehdit algısını oluşturan komünizm yerini medeniyetler savaşına bıraktı. Günümüzde Batı uygarlığının dışlama ve kapanmasını haklı gösteren iki tehdit figürü yaratıldı: Aç yığınlar ve Batı değerlerine yönelik kültürel- dinsel saldırı. Irksallaştırılmış kapitalizmin siyasal egemenlik sahası içindeki her türlü eşitsizlikten (sınıfsal, ırksal, etnik, cinsel) kaynaklanan siyasal öfke günümüzde dışarıya yani mülteci figürüne yönlendirilmiş durumda. Mülteci, bir anlamda 21. yüzyılın Yahudisi (en büyük günah keçisi) konumunda. Siyaseten doğrucu söz dağarcıkları oluşturmak, mağdur kimliklerin haklarını savunmak için harcanan siyasal enerji, mevcut kapitalist düzende ve neo-liberal demokrasilerin işleyişinde en ufak bir pürüz yaratmamaktadır. Gerçek bir siyasal strateji veya alternatif üretmekten aciz Avrupa solu da, ahlaki üstünlüğünü korumaya, refah devletinin süratle ortadan kaybolan kalıntılarını muhafaza etmeye çalışmakta veya konforlu bir mesafeden, yoksul ve çaresiz kitlelerin günün birinde devrimin failleri haline geleceğini hayal etmektedir.
İstesek istemesek de gerçek anlamda Tek Bir Dünya'da yaşamaya başladık ve birbirimize ulaşamadığımız, birbirimizden etkilenmediğimiz tek bir ücra nokta kalmadı. Siyaset dediğimiz şey de, örgütlenme yoluyla eşitliği gerçekleştirebileceğimiz bir kolektif idealdir. İnsan ancak eşitleriyle birlikte müşterek bir dünyada eyleyebilir, onu dönüştürebilir ve yeniden kurabilir. Ya yeni barbarlarla birlikte bu zalim ve adaletsiz dünyayı birlikte dönüştüreceğiz ya da istisnanın kural haline geldiği bir çağda hepimiz çıplak hayatın idaresi ve yönetiminin birer öznesi haline geleceğiz.







