Devletin kontrapolitik geleneği
Forum Haberleri —

Devlet
- Devletin norm dışı güç odaklarıyla kurduğu manipülatif ilişki, sadece Kürt halkının değil, bütün toplumun demokratik güvenini zedeliyor. Çünkü hukuk, iktidarın keyfine göre uygulanabiliyorsa, artık hukuk değil, araçsallaştırılmış iktidar teknolojisidir.
MEXEMET FARUQ
Selahattin Demirtaş’ın tahliye edilmemesi meselesi, Türkiye siyasetinin sadece güncel bir hukuk tartışması değil, çok daha derin, yapısal bir krizidir. Bu kriz, devletin hukukla kurduğu sorunlu ilişkiyi, demokratik temsilin içini boşaltan politik manipülasyon biçimlerini ve kamuoyunun yönlendirilme tarzlarını çıplak biçimde görünür kılıyor. Bugün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) açık ve bağlayıcı kararlarına rağmen Demirtaş hâlâ cezaevindeyse, bu durum basit bir “hukuki gecikme” değil, bilinçli bir norm dışı devletin kontrapolitik stratejisinin ürünüdür. Türkiye’nin itirazları, teknik hukuk gerekçeleri ya da “kararın kesinleşmemesi” gibi bahaneler, özü itibariyle devletin meşruiyet krizini gizlemeye dönük kalkanlardır. Asıl mesele, Demirtaş’ın şahsında somutlaşan Kürt siyasal temsilinin bastırılması ve bu bastırmanın kamuoyunda meşrulaştırılmasıdır.
Son günlerde medyada, siyasetçiler ve aydın çevrelerinde yapılan tartışmalar, bu meselenin özünün kavranmadığını; aksine, norm dışı devletin istediği yanlış zemine çekildiğini ortaya koyuyor.
Yandaş medya, konuyu “Öcalan istemiyor” türü sığ ve manipülatif bir anlatıya dönüştürerek hukuki ve siyasal bağlamdan koparıyor. Bu söylem, hem Kürt hareketinin tarihsel diyalektiğini çarpıtıyor hem de toplumsal bilinci yönlendirmek için kullanılan eski bir kontrapolitik yöntemi yeniden sahneye koyuyor. Böylece mesele, bir halkın demokratik temsil hakkı olmaktan çıkıp kişiye indirgeniyor. Geleneksel muhalefet ve bazı aydın çevreler ise bu saptırılmış zemine yeterince itiraz etmiyor; kimi zaman “hukuk işliyor” gibi yüzeysel yaklaşımlarla gerçeği perdeleyip sistemin içsel norm dışılığını görmezden geliyor. Kürt milliyetçi çizgideki bazı kesimler dahi, “Demirtaş tahliye edilmez çünkü Öcalan istemiyor” gibi söylemlerle norm dışı devletin ürettiği bu manipülasyonun bilinçli ya da bilinçsiz taşıyıcısı hâline geliyor. Çünkü bu söylem, 90’lardan bu yana değişen biçimlerle süren kontra faaliyetlerinin bugünkü dilsel versiyonundan başka bir şey değildir.
Kontrapolitik faaliyetler hiç eksik olmadı
Türkiye’nin Kürt meselesi tarihinde kontrapolitik faaliyetler her dönemde biçim değiştirerek varlığını sürdürdü. 1984’ten itibaren köy koruculuğu sistemi, devletin Kürt toplumu içinde kendi silahlı savunma hatlarını oluşturma girişimiydi; halkın bir kesimi devletle, diğer kesimi direnişle özdeşleştirildi. 1990’larda Hizbullah ve itirafçılar üzerinden yürütülen kirli savaş, bu defa dini söylemlerle Kürt kimliğini bölme girişimiydi. 2000’li yıllardan sonra bu faaliyetler fizikselden sembolik alana taşındı: Medya, yargı, sivil toplum ve siyasal temsil alanı üzerinden sürdürülen bir psikolojik savaş halini aldı. Bugün bu savaşın en görünür sahnesi, Demirtaş’ın tutukluluğudur. Kontra faaliyetler artık kurşunla değil, hukuk metinleriyle, manşetlerle ve söylemlerle yürütülüyor. Demirtaş’ın tahliye edilmemesi yalnızca bireysel bir adaletsizlik değil, demokratik siyasetin geleceği açısından da alarm verici bir göstergedir. Çünkü devlet, Demirtaş gibi bir figürün özgürlüğünü tahammül edemiyorsa, dağlarda yıllarca Kürt kimliği uğruna savaşan gerillaların onurlu bir biçimde siyasal yaşama katılacağı bir dönemi nasıl kaldırabilir? Bu sorunun yanıtı, Türkiye’nin “demokratikleşme” iddiasının içinin ne kadar boşaldığını gösteriyor. Demokratik toplum, demokratik cumhuriyet ve özgür siyaset iddiaları eğer temsilciler susturuluyor, seçilmişler cezaevinde tutuluyor ve uluslararası hukuk kararları yok sayılıyorsa, sadece retorikten ibarettir.
Hukuk araçsallaştırılmış iktidar teknolojisidir
Devletin norm dışı güç odaklarıyla kurduğu bu manipülatif ilişki, sadece Kürt halkının değil, bütün toplumun demokratik güvenini zedeliyor. Çünkü hukuk, iktidarın keyfine göre uygulanabiliyorsa, artık hukuk değil, araçsallaştırılmış iktidar teknolojisidir. Kültürel ve sosyolojik düzlemde mesele daha da derindir. Kürt kimliği, Türkiye modernleşmesinin başından beri bastırılmış, inkâr edilmiş bir kimliktir. Bu bastırma yalnızca siyasal yasaklarla değil, toplumsal bilinçaltında üretilen korku ve aşağılanma imgeleriyle sürdürülmüştür. Dolayısıyla her yeni baskı, geçmiş travmaları yeniden canlandırır. Buna eşlik eden medya dili, bilgi dezenformasyonu ve korku sosyolojisi, kamuoyunu sahte gündemlerin peşinden sürükler. “Öcalan istemiyor” gibi dedikodusal anlatılar, insanların gerçek sorunu -devletin adaletsizliğini- konuşmasını engelleyen güvenli kaçış alanlarıdır. Bu, Foucault’nun deyimiyle iktidarın “söylemle yönetme” biçimidir; yani iktidar, doğrudan yasaklamak yerine neyin konuşulacağını, neyin konuşulmayacağını belirler. Bugün Türkiye’de iktidar, Demirtaş’ın durumunu konuşmamıza izin veriyor ama doğru yerden konuşmamıza izin vermiyor. Bu noktada siyaset felsefesi bize önemli bir perspektif sunar. John Rawls, adaletin sadece kanunların varlığıyla değil, bu kanunların tutarlı ve eşit biçimde uygulanmasıyla anlam kazandığını söyler. Devlet, hukuk normlarını seçici biçimde uygularsa meşruiyetini kaybeder. Hannah Arendt, siyasetin özünün eylem ve görünürlük olduğunu vurgular; Bir siyasetçi hapisteyse, o toplumda siyaset kısmen askıya alınmış demektir. Michel Foucault’ya göre iktidar, sadece bastırmakla değil, söylem üretmekle var olur; devlet, “terör”, “güvenlik”, “ulusal birlik” gibi kavramlarla bireyleri ve toplumları hizaya getirir. Bu bağlamda, Demirtaş’ın özgürlüğü meselesi bir güvenlik değil, bir meşruiyet meselesidir. Louis Henkin’in belirttiği gibi, uluslararası hukuka riayet etmeyen devletler, içeride ne kadar güçlü görünürse görünsün, dışarıda meşruiyet zeminini yitirir. Türkiye’nin AİHM kararına itirazı, egemenlik refleksinden çok, bu meşruiyet kaybını geciktirme çabasıdır.
Tutsaklığın siyasal kökleri teşhir edilmeli
Bugün yaşanan tartışmanın yanlış yönlendirilmiş olması, kamuoyunun kendi gündemini belirleyememesinden kaynaklanıyor. Basın, muhalefet ve bazı aydın çevreler, devletin belirlediği sınırlar içinde konuşmayı sürdürüyor. Oysa gerçek tartışma şu sorular etrafında dönmeli: Hukukun üstünlüğü neden sadece kâğıt üzerinde kaldı? Devlet, demokratik temsil hakkını neden sistematik biçimde bastırıyor? Kürt halkının meşru siyasetçileri neden sürekli olarak kriminalize ediliyor? Ve en önemlisi, bu durum sadece Kürtlerin değil, Türkiye’de demokrasiye inanan herkesin sorunu değil mi? Çünkü eğer bir toplumda adalet bir kesim için askıya alınabiliyorsa, aslında herkes için askıya alınmış demektir.
Bu nedenle, meseleye “kim kimi istemiyor” düzeyinde değil, siyasal sistemin yapısal işleyişi bağlamında bakmak gerekir. Devletin kontrapolitik geleneği, sadece Kürt hareketine değil, her türlü toplumsal muhalefete karşı geliştirilmiş bir refleks sistemidir. Bugün Demirtaş’ın tahliye edilmemesi, yarın başka bir muhalifin susturulmasının gerekçesi olacaktır -ki oldu; İmamoğlu, Özer vb. Eğer siyaset demokratikleşmiyorsa, özgürleşmiyorsa, sadece Kürt siyaseti değil, Türkiye’nin demokratik geleceği de inşa edilemez. Gerçek gündem, bu tutsaklığın hukuki değil, siyasal köklerini teşhir etmektir. Ve ancak o zaman, Arendt’in dediği gibi, “eylem” yeniden mümkün, yani siyaset yeniden gerçek olacaktır.







