Dil ne zaman ortaya çıktı?
Doğan Barış ABBASOĞLU yazdı —
- Bugünkü dillerin yapısına benzeyen, karmaşık konuşma sistemlerinin ne zaman ortaya çıktığını belirlememiz mümkün değil. Ancak arkeolojik kalıntılar, antropolojik incelemeler eğitimli tahminler yapmamıza olanak sağlıyor.
Antropologların önemli bir bölümü dilin ortaya çıkışının insan topluluklarının büyümesiyle ilişkili olduğunu söylüyor. Bu düşünceye göre insanlar, küçük gruplarda bedensel temas ve jestlerle iletişim kurabiliyordu, ancak gruplar büyüdükçe bu yöntemler yetersiz kaldı. Antropolog Robin Dunbar’ın “dedikodu teorisi” olarak bilinen görüşüne göre dil, sosyal bağları korumanın bir yolu olarak doğdu.
İletişim, insanın doğasında var olan toplumsallığın temelidir. Diğer canlılar da seslerle haberleşir, ancak insanın farkı bu sesleri sembollere, soyut kavramlara ve karmaşık yapılara dönüştürmesindedir. Dil bu anlamda evrimsel bir yetenek olarak kazanılmıştır ve insan beyni bu kapasiteyi doğuştan taşır.
Bugün saniyeler içinde dünyanın öteki ucuyla iletişim kurabiliyorsak, bunun kökeni yüz binlerce yıl öncesine, konuşmanın anatomik ve nörolojik temellerinin oluşmasına kadar uzanıyor.
Sesin bedendeki yolculuğu
Konuşma, basit gibi görünen ama son derece karmaşık bir biyomekanik süreçtir. Akciğerlerden çıkan hava, gırtlakta ses tellerini titreştirir, ağız ve burun boşluklarında biçimlenir ve sözcüklere dönüşür.
İnsan konuşmasını mümkün kılan en önemli anatomik fark gırtlağın diğer primatlara göre aşağıya yerleşmiş olmasıdır. Bu sayede daha geniş ve anlaşılır sesler üretilebilir. İnsan dudaklarının, dilinin ve dişlerinin esnekliği de ses çeşitliliğini artırır.
İnsan atalarının konuşma kapasitesi konusunda ise farklı görüşler vardır. Homo erectus’un nefes kontrolünün gelişmiş olduğu biliniyor, ancak konuşma için kritik olan gırtlak yapısı henüz sınırlıydı. Neandertallerde ise İsrail’de Kebara Mağarası’nda bulunan hyoid kemiği, onların insana yakın bir ses sistemine sahip olabileceğini gösterdi. Ancak bazı araştırmacılar, bu kemiğin benzerliğinin tek başına konuşmayı kanıtlamaya yetmediğini savunur.
Beyin de en az beden kadar önemlidir. Broca ve Wernicke alanları, konuşmanın motor planlanmasını ve anlamını düzenler. Nörolojik çalışmalar, bu bölgelerin Homo habilis’ten itibaren izlenebildiğini, Homo sapiens’te ise tam kapasiteye ulaştığını ortaya koyar.
Karmaşık dilin doğuşu
Konuşmanın ardından insanlık için asıl sıçrama noktası, karmaşık dilin doğuşudur. Dil yalnızca tehlikeyi haber vermek ya da basit talimat vermek için değil, plan yapmak, soyut fikirleri paylaşmak ve geleceği tartışmak için kullanılmaya başlandı.
Noam Chomsky, dilin kökenini açıklarken insan beyninde evrimsel olarak gelişmiş “evrensel dilbilgisi” kavramını ortaya attı. Ona göre tüm dillerin altında yatan ortak bir kurallar bütünü vardır ve bu, Homo sapiens’in bilişsel kapasitesinde evrimsel bir yenilik olarak ortaya çıkmıştır.
Tabii ki bundan 100 bin yıl önce insanların nasıl iletişim kurdukları konusunda kesin bir bilgimiz yok. Ancak arkeolojik bulgulardan hareket edebiliyoruz. Bugün en yaygın şekilde kabul gören düşünce bundan 70-100 bin yıl önce insan toplumlarının etkin bir iletişim içerisinde bulunduğunu ve bu anlamda karmaşık bir dilin oluşmuş olması gerektiğini savunuyor.
Bunun temel nedeni de bu dönemde kültürel bir patlama döneminin yaşanmış olması. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılar 70-100 bin yıl önce mağara resimleri, süs eşyaları ve komplike aletlerin yaygın bir şekilde görülmeye başladığını ortaya koyuyor. Örneğin Fransa’daki Chauvet Mağarası’ndaki 30 bin yıllık resimlerin yalnızca sanat değil, aynı zamanda kolektif bir dilin görsel uzantısı olduğu neredeyse kesin olarak kabul edilir. Bilim insanlarına göre bu resimler, dilin düşünceyi ve sembolizmi taşımadaki gücünü gösterir.
Yani bundan 30 bin yıl önce Chauvet mağarasındaki topluluğun kesinlikle karmaşık bir dil kullanmış olması gerekiyordu.
Dilin tam ne zaman ortaya çıktığı konusunda kesin bir bilgimiz yok ama öngörülerimiz bu şekilde. En karamsar tahmin 30 bin yıl önce komplike bir konuşma dilinin varlığına işaret ediyor.
Dilin gelişimi ve toplumsal gelişim
Dil, plan yapmayı, görev paylaşımını ve toplumsal kurumların gelişmesini mümkün kıldı. Bir av grubunun günler öncesinden organize olması, avın nasıl gerçekleşeceğini tartışması, hatta paylaşımı planlaması dil olmadan düşünülemez.
Antropolog Terrence Deacon, “Sembolün Türü” adlı kitabında, dilin sadece bilgi aktarımı değil, aynı zamanda toplumsal bağların simgesel olarak güçlenmesini sağladığını öne sürüyor. Ona göre dil, toplulukların ortak değerler ve kurallar etrafında birleşmesinin aracıdır.
Yeni dil sayesinde yalnızca şimdiyi değil, geçmişi ve geleceği konuşabilen insanlar, ahlaki değerler geliştirdi, ritüeller oluşturdu ve toplulukları büyüttü. Böylece dil, insanın yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda toplumsal evriminin de anahtarı haline geldi.
Kolektif hafıza ve tecrübe aktarımı
Dilin en büyük katkılarından biri, bireysel deneyimleri kolektif bilgiye dönüştürmesidir. Bir kabile üyesi zehirli bir bitki yediğinde hasta oluyorsa, bu bilgi dil aracılığıyla başkalarına aktarılırdı. Böylece tehlike yalnızca bireyin değil tüm grubun deneyimi olurdu. Aynı şekilde başarılı bir av tekniği veya şifa veren bir yöntem, dil sayesinde tüm topluluğun ortak hafızasında yer edinirdi.
Evrimsel biyolog Richard Dawkins, kültürün biyolojiden bağımsız bir aktarım mekanizmasına sahip olduğunu ileri sürerek “meme” (kültürel birim) kavramını ortaya attı. Ona göre dil, bu kültürel birimlerin nesilden nesile geçmesini mümkün kıldı.
Sözlü kültür bu noktada merkezi bir rol oynadı. Masallar, mitler ve efsaneler yalnızca eğlence değil, aynı zamanda ahlaki öğretiler ve toplumsal hafızanın taşıyıcılarıydı. Mitlerin yalnızca geçmişin anlatısı değil, toplumsal düzeni ve düşünce biçimini de şekillendiren yapılardır da aynı zamanda...
Gerçekliği dille kurmak
Dil, yalnızca bilgi aktarımı değil, aynı zamanda gerçeklik inşa etme aracıdır. İnsanlar, dil sayesinde soyut kavramlar etrafında birleşir. “Adalet”, “kutsal” ya da “toprak” gibi kavramlar, fiziksel nesnelerden çok ortak anlamlara dayanır.
Hatta bazı araştırmacılar dili insanların milletler şeklinde ayrışmasının temel nedeni olarak ortaya koyar. Tarihçi Benedict Anderson’un “Hayali Cemaatler” adlı çalışması, milletlerin dil yoluyla kurulduğunu ileri sürer. Ona göre aynı dili konuşan, aynı hikayeleri paylaşan insanlar, birbirlerini hiç görmeseler bile aynı topluluğun parçası olduklarını hissederler.
Bu bakış açısı, dilin yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda insanlık tarihinin en güçlü toplumsal yapıştırıcısı olduğunu savunuyor.
Dil insanı biyolojik ve toplumsal anlamda inşa ediyor
İnsan, ne yalnızca anatomisinin ürünü ne de yalnızca toplumsal zorunlulukların dayatmasıdır. Dil, tam da bu iki düzlemin kesişiminde doğdu. Gırtlağın aşağıya inmesi, dudak ve dilin esnekleşmesi, nefesin denetlenebilir hale gelmesi konuşmayı mümkün kıldı. Ama bu biyolojik altyapı, tek başına dili yaratmazdı. Dilin asıl gerekçesi, büyüyen topluluklarda iletişimin artık jest ve mimiklerle taşınamayacak hale gelmesiydi. Yani dil, toplumsal yaşamın zorunluluğu olarak doğdu.
Bu doğuş, insan için yalnızca iletişim değil, kültürün taşınması anlamına geldi. Dil, bireysel deneyimi ortak hafızaya çeviren bir köprüye dönüştü. Masallar, mitler, ritüeller, atasözleri; hepsi insan topluluklarının kimliğini ve değerlerini yaşatan araçlardı. Böylece dil, kültürü yalnızca korumakla kalmadı, aynı zamanda onu sürekli yeniden kuran bir güç oldu.
Dil, anatomik uygunlukla açılan bir kapı, toplumsal zorunlulukla itilen bir eşik, kültürün taşınmasıyla genişleyen bir yol ve toplumsal bağların korunmasıyla kalıcı hale gelen bir yapı. Yani dil, insanı hem biyolojik hem de toplumsal anlamda inşa eden en temel olgulardan biri.
