Dışarıya hapsedilmek

Toplum/Yaşam Haberleri —

  • Felaketlere üzülmek ve yenilerinden korkmak hâlimizi artık, öfkemizi politikleştirip sevgiye zemin hâline getirmeye dönüştürmeliyiz. Aksi durumda hepimiz, bu dünyanın ne evi ne yolu kalmış mültecilerine dönüşeceğiz.

 

OSMAN OĞUZ

 

“fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz,
belki yıllarca sürecek savaşın sonunu”

Şarkı leylakların açtığını söylüyor ama gözümün önünde, ekranın üzerinde, koca bir uçağın altında koşturan insanlar. 

Uçağın üzerinde “US Airforce” yazıyor; olay, Kâbil’deki havalimanında geçiyor; birçoğu beyaz ihramları içinde Afganlar, atıldıkları cehennemden uçağın bir yerlerine tutunarak çekip gitmek istiyor.

Bu benim hayatımda gördüğüm en acıklı görüntülerden biri. Acıklı derken, ağlamaklı olmaktan bahsetmiyorum ama. Zavallılık bu; mahkum edildikleri hâlin en çarpıcı ifadelerinden biri. Keza acımak da çoğunlukla bir hiyerarşiyi çağırır. Acınan, aşağıda kalır, acıyana. Acıklı duruma düşmek, işte tam buradan konuşmaktır. İnsan en çok, bir kimsesi olmayana, bir de kendine bir ‘kimselik’ bulamayana acır. Dünyada kimsesizlik yeni boyutlar kazanırken ise kimseliklerimiz de içine kapanıyor, kendini korumak ile meşgul hâle geliyor.

Kimsesizliğin, başka bir deyişle dışarıya hapsedilmenin ifadeleri ise bitip tükenmiyor.

İrfan Aktan’ın sorularını yanıtlayan Afgan görevli Farhad Khurami, otoparkta öylece oturmuş bir adam görüp bir anda silah çektiğini anlatıyor. Sonra ruh sağlığını korumakta zorlandığını söylüyor ve ekliyor: “Ülkemizi cehenneme çevirdiler.”

***

Aynı röportajda Khurami, ülkesine bugün yaşananlara değin etki eden “su sorunundan” da bahsediyor. Batı Afganistan’da kapatılan barajların, İran kentlerinde nasıl bir isyanın fitilini ateşlediğinden.

Dünya, gözümüzün önünde kuruyor. İklim felaketi, giderek tüm deliklere sızan bir akıntıya dönüşüyor. Milyonlarca insan evini sırtlamış, yollara düşmüş ve bu sayının iklimimiz delirdikçe artacağı tahmin ediliyor. Susuzluk, dünyanın birçok bölgesinde hep bir meseleydi ama şimdi daha büyük bir meseleye dönüşüyor.

Bu sırada merkez, tekelleşmeyi sürdürüyor; çevresi işçileşiyor, cumhuriyetlerin yerine işgücü depoları açılıyor: Koca gezegen el ele vermiş, merkezi doyurmak için ter içinde kalıyor, kan döküyor.

Küçük bir gugıl araması da söyleyecektir: Dünyanın dört bir yanında duvarlar yükseliyor. İşçileşen ya da tümden değersizleşen çevreden içeriye doğru sızmalara karşı merkez, her gün yeni önlemler düşünüyor. Avrupalılar akıllı sınır diye bi’ şey bile icat ettiler, bu uğurda. En az bir tane de ‘smart’ diktatör.

Diktatörler, diktatörlerimiz. Onlar bu dünyanın yeni çavuşları. Sınır karakoluna çevirdikleri ve parsel parsel piyasaya devrettikleri ülkelerinde, ellerinde sopa insan güdüyorlar. Brezilya’daki diktatör mesela. İktidara gelmesinin üstünden daha yüz gün geçmeden, Avrupa Birliği’nde halen yasaklı 152 tarım zehirini serbest bırakan kararnameleri imzalıyor. Bunlar, ölümcül ilaçlar; hem insanı hem doğayı öldürüyor. Ama anlaşılan o ki, öldürdüklerinin yasını tutan kimse yok merkezde. Tişörtleri, telefonları ve avokadoları gelmeyi sürdürdükçe.

***

Önümdeki ekran, bunları gösteriyor bana: Bu dünyanın arzuhali. 

Amerikan uçağının peşinde koşan Afganlar, bombalanan hastaneler, “Allahuekber” nidaları ile mahallelere saldıran Türkler, direnmenin binbir biçimini giyinen Kürtler, geçtiğimiz yıla göre altı kat fazla toprak işgal etmiş Mapuçe yerlileri, ellerindeki toprak işe yaramaz hale gelmiş Hindistanlı çiftçiler, toprakları da dudakları gibi susuzluktan çatlamış Sudanlı köylüler.

Bunların üzerine sonra: Kan ağlayan Kâbil’in bir lunaparkında atlı karıncaya binmiş İslamcıların ve servetini katlarken dünyanın ücra köşelerinde dahi dükkân batırmayı beceren Amazon patronu Jeff Bezos’un mutlu, sırıtkan yüzleri.

***

Bu yazının girişinde bir bölümü duran şiirinde Nâzım, “Bu dünya soğuyacak” deyip eklemişti: “şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden”.

Polen Ekoloji’den Cemil Aksu, Serap Şen’e verdiği röportajda, çok önemli bir soru soruyor: “Çoraklaşmış bir gezegende özgürlüğün ne anlamı kalır ki?”

Bu çoraklıkta üstelik, özgürlük ne anlama gelir?

Eritreli bir arkadaş, iyice sarhoş olduğumuz bir akşam, Libya sahilinde geçirdiği günleri anlatmıştı. 

“Bruder” demişti, belli ki Almancanın mahkeme duvarı soğukluğunu aşmak için: “Ben orada hırsızlık da yaptım, uyuşturucu da sattım. Kim suçlayabilir beni bunun için? Yoksa şebekenin parasını nasıl denk getirecektim?”

Suriye’nin mültecisi bir başka arkadaş, aklıma hafızasındaki bir sahneyi kazırken gülümsüyordu: “Sakız Adası’na ulaşabildiğimizde sahilden Akdeniz’e baktım. Çok güzeldi. Kendi kendime, ‘Bu dünya öyle büyük ve öyle güzel ama benim için bir küçük yer bile yok üzerinde’ dedim.”

Benzer bir yolculukla Almanya’ya ulaşmış başka bir Suriyeli arkadaş ise, tren istasyonunda, sarhoşlukları sayesinde içlerini daha cesur dökebilen iki Alman’ın saldırısına uğramıştı. Kafasında bira şişesi kırdılar, “Geldiğin cehenneme geri dön!” diye bağırdılar. Arkadaşım, durakta tramvay beklemekten başka şey yapmıyordu.

Bunlar, aynı çoraklığın sahneleri. Ülkelerimizi savaşlara, işçileşmeye, yoksullaşmaya mahkum edenlerin bizi sürüklediği. O çoraklığın failleri, Mars’a otobüs seferi düzenlemenin mümkün olup olmadığını tartışalım istiyorlar şimdi. İnsanlar canhıraş terk etmeye çalışırken, hapsedildikleri cehennemi. Gerekirse el yapımı botlarla, Akdeniz’den. Ormanlar içinde günlerce yürümek de olur, bir uçağın tekerleklerine tutunmak da. Bir vekâlet savaşında can vermeye ya da tekstil atölyesinde ömür tüketmeye yeğdir her şey.

***

Şarkı leylaklardan bahsetmeye devam ediyor ve başımı dışarıya uzatıyorum. Her şey yerli yerinde görünüyor. 

Bir ağaç vardı, budadılar, top hâlinde bir yaprak yığınına çevirdiler. Buralarda insan, elinin değmediği, hükmünün tesir etmediği tek bi’ şey kalsın istemiyor. 

Gökyüzü, haftalardır bulutlu. Bulutlar sanki her gün başka bir şey anlatmaya çalışıyor. İklim krizi, ağır bir iç sıkıntısı olarak da, giderek daha görünür oluyor.

İnsanlar pek de mutsuz sayılmaz ama. Dünyanın uzak yerlerindeki felaketlerin seyirci kitlesiyiz biz, burada. Kimimiz biraz daha üzülüyor, hepsi bu. 

Marketlerde hafta sonu yoğunluğu var. En ucuzlarını doldurup çıkıyor, birçoğumuz. Bir avokado ile cinayete ortaklık etmek arasında nasıl bir alaka olabilir? Bu dünya olduruyor. 

Afganistan’daki uçağın peşinde koşanları görünce ise bu kentin insanı, ilk olarak, “Acaba gelip de benim ekmeğimi tehdit ederler mi?” diye düşünüyor.

***

Evet, durum ne iyi ne de umutlu görünüyor. İklim krizinin, ilişki ve çelişkileri küresel düzeyde yeniden biçimlendireceği; göç akınlarının süreklileşeceği, duvarların giderek yükseleceği bir dünyaya gittiğimizi düşünmek için çok sebep var. Khurami’nin ülkesini cehenneme çevirenler, dünyamızı da cehenneme çeviriyor.

En umutsuz hâlin ama her zaman bir iyi yanı var: Köklü yıkımlara ve yeniden doğuşlara zemin sunuyor.

Öcalan, Kürdistan’daki köklü dönüşümün zeminlerini tartışırken, geleneğe hapsedilmiş insanın düştüğü sefaletten bahsediyor ama ekliyor: “Tam da bu noktada [...] bir şansı yakalamış oluyorum veya şanssızlığı şansa dönüştürüyorum. Büyük çaresizliği çareye dönüştürüyorum. Eminim ki, böyle aşırı bir çözülme veya çelişki olmasaydı, bu kadar büyük yeniliğe amansız atılamazdık.” (1)

Çözülme ve çelişki, yeni’nin zeminine ve toplumsal hareketlerin ihtiyaç duyduğu enerjiye de dönüşebiliyor ama bunu evvela başarmak gerekiyor.

Ne var ki, mekânla kurduğumuz ilişkinin bir yandan normalleşmeye başlayan göç gerçeğimiz ile, diğer yandan ise maruz kaldığımız bilgi bombardımanı ile dumura uğradığı şu günlerde bu zemini yeni bir enerji açığa çıkarmakta kullanmak, giderek daha da zorlaşıyor.

Kuşaklar arası açının da giderek büyüdüğü bu dünya bize, var kalabilmek için, hem söyleme ve eyleme hem de bağ kurma biçimlerimizde köklü bir yenilenmeyi şart koşuyor.

Dünya ‘güncellenir’, sermaye her gün yeni bir sahile yelken açar ve Amazon, Antep’teki züccaciyeciyi bile iflasa sürüklerken biz içimize kapanamayız. Açılmanın, birbirimizle konuşmanın, bir araya gelmenin kanallarını yaratmak zorundayız.

***

Leylaklı şarkının (2) giderek nostaljik bir tat vermeye başlayan umudu, bir zaman sonra, bugünlerde belki de sloganımıza dönebilecek bir cümleye sürükleniyor: “Ne bu dünya ziyan olacak, ne geçmiş heba olacak.”

Bu dünyada ve bugünlerde hem eksiğimiz ama hem de biriktirdiğimiz, öfke kadar sevgidir. Felaketlere üzülmek ve yenilerinden korkmak hâlimizi artık, öfkemizi politikleştirip sevgiye zemin hâline getirmeye dönüştürmeliyiz. Aksi durumda hepimiz, bu dünyanın ne evi ne yolu kalmış mültecilerine dönüşeceğiz.

(1) Kürt Aşkı, Abdullah Öcalan, Weşanên Serxwebûn, S. 64
(2) Hişt, Ezginin Günlüğü
 
paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.