Edebiyatta delilik neye yarar?

Kültür/Sanat Haberleri —

KAFKA

KAFKA

  • Kafka’nın ‘anormal’ karakteri Gregor Samsa, böceğe dönüştüğünde sıradan yaşamına devam etmeye çalıştığı için gözümüzde biraz delirmiş haldeydi.

BİLGE AKSU

 

2019 yılında gösterime giren Joker filminin kahramanı Arthur Fleck, bir akşam vakti evinde zor anlar yaşarken eskiden tuttuğu günlüklere ve notlara baktığı sırada şöyle bir cümle ekrana yansır:

“Bir akıl hastası olmanın en kötü yanı, sanki sen öyle yapmıyormuşsun gibi, insanların senden normal davranmanı beklemesi…”

Arthur Fleck’in başına gelenleri, filmin izleyicileri biliyor. Bilmeyenler ise, ‘normal’ bir toplumda, ‘normal dışı’ davrananların başına nelerin gelebileceğini az çok tahmin ediyordur. Filmi ilk izlediğimde gözüme çarpan ve aklımdan bir daha çıkmayan bu cümle, bana toplumsal yaşamda nelere nasıl etiketler yapıştırdığımızı o günden beri sorgulatır. Arthur’un uyumsuzluğu, yersiz kahkahaları, sanrıları ve takıntıları, filmin evrenine kendini az çok hazırlamış seyirci topluluğuna bile acımasız gelmişti. Gerçekte onların neler yaşadığını bilmemize imkan yok sanırım.

Akıl hastalığı ya da toplumun tercih ettiği kullanımıyla delilik, eskiden beri ilgi çekici bir meseleydi. Edebi kurguda, sinemada, tiyatroda olduğu kadar, akademik çalışmalarda da üzerinde fazlaca duruldu, yazıldı ve çizildi. Psikolojinin eski dönemlerinde delilik, iyileştirilmesi gereken bir hastalık gibi görülür, bu yüzden hastalar, tımarhanelere yatırılırdı. Gerçi bugün de ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinde ‘tedavi’ edildikleri düşünülürse, bu hususta çok fazla şeyin değişmediği de bir gerçek. Toplum için norm dışı davranışlar ya da düşünme biçimleri sergileyen herkesin, tedavi edilerek normalleştirilmeye çalışıldığı sürecin içinde yaşamaya devam ediyoruz.

 

Kafka ya da Anayurt Oteli

Kurguda ise delilik, gerçek yaşamda korkup bir kenara ayırdığımız karakterlerden ötede bir yerde duruyor. Çoğunlukla toplum-birey çatışmasını ele alırken deliliğe başvuran yazarlar, bir bakıma gerçeğe denk düşen bu uyumsuzluk hakkında eleştirel bazı söylemler de geliştirebiliyorlar. Örneğin Kafka’nın ‘anormal’ karakteri Gregor Samsa, böceğe dönüştüğünde sıradan yaşamına devam etmeye çalıştığı için gözümüzde biraz delirmiş haldeydi. Ya da Anayurt Oteli’nin Zebercet’i, herkesin yaptığı gibi işinin başında dursa, hayırlısıyla bir kısmet bulsa ve kendine bir hayat kursa, elbette ona deli demeyecektik. Edebi kurguda işlevsel bir öğe olduğu için delilik birçok eserde karşımıza çıktı.

Fakat deliliği Gregor Samsa ya da Zebercet gibi varoluşsal problemlerin odağında yaşamaktan çok, Arthur Fleck gibi, gerçek anlamda akıl hastalığından muzdarip şekilde yaşayan bazı deliler de ortaya çıktı. Akla ilk gelen, Gogol’ün meşhur delisi Poprişçin. Rus bürokrasisinin içinde, derecesi kendinden menkul bir memuriyette sıradan biri olmaya çalışması en büyük problemi olsa da, Poprişçin’in gerçekten akıl sağlığında bir sıradışılık olduğunun farkındayız. Aşık olduğu burjuva kızının başka birine gönül vermesiyle yavaşça normalin dışına çıkıp, kendini kral zannetmesiyle zirveye varan bu delilik için Gogol’ün seçtiği isim de epey manidar. Poprişçin, Rusça’da iki ayrı kelimenin birleştirilmesiyle oluşmuş: Çıkıntı ve arzu. Bunlar birleşince de hırslı bir çıkıntılık meydana geliyor. Tam olarak, toplumun pürüzsüz varlığına gölge düşüren küçücük bir pürüz yani.

Bu yazıda elbette, edebiyatın bütün deli karakterleri üzerinde durmayacağım. Asıl amacım, bilimsel yöntemin çizdiği çerçevelere sığdırılmaya çalışılan gerçek akıl hastalarının yaşadıklarını, edebiyatta yazarların da yaşıyor olduğunu göstermek. Kimi zaman tehlikeli fikirleri, kimi zaman özgüvensiz cümleleri kolayca sunmak için başvurulan delilerin, zorunlu bir ihtiyaçtan doğup doğmadığını tartışmayı amaçlıyorum.

Murat Uyurkulak’ın ilk romanı Tol, bunu aklıma düşüren ilk eser olmuştu. Bir kere kitapta, akıl sağlığının yerinde olduğuna emin olabileceğimiz hiç kimse yoktu. Ve kitap, baştan sona bir delilik karnavalının temsili gibiydi.

Deliller geçidi

Murat Uyurkulak’ın ilk romanı Tol, bunu aklıma düşüren ilk eser olmuştu. Bir kere kitapta, akıl sağlığının yerinde olduğuna emin olabileceğimiz hiç kimse yoktu. Ve kitap, baştan sona bir delilik karnavalının temsili gibiydi. Kısaca hatırlamamız gerekirse, Türkiye’nin genel bir panoramasını gördüğümüz hikayede, 1960 ve 1971 darbelerini yaşamış sol eğilimli bir kuşağın, 80 darbesi sonrasında kontrollerini nasıl yitirdiklerini görüyoruz. Baş karakter Yusuf, Diyarbakır’a giden bir trende uyanıyor ve karşısında Şair lakabıyla bilinen, arada bir tek başına gittiği meyhaneden tanıdığı yarı deli bir adamı buluyor. Tren yolculuğu, metnin üst kurmacası olduğundan, sonraki bölümlerde Yusuf ve Şair’in yakınlaşmasını, Şair’in verdiği bir takım mektupları ya da günlükleri Yusuf’un çözümleme çabasını okuyoruz. Söz konusu mektuplar, Yusuf’un babasına ait. Kendisi yıllardır kayıp olan bu baba, kitabın başında Yusuf tarafından annesinden duyduğu kadarıyla tanıtılıyor. Anladığımız kadarıyla pek de ‘normal’ biri değilmiş. Tıpkı annesi gibi.

Yusuf’un babası, nam-ı diğer, Oğuz, yıllar evvel Canan’la evlenmiş ve devrimci arkadaşlarıyla bir evde yaşıyormuş. 60’ların sonunda yükselen toplumsal hareketle birlikte, hem umutlu hem de cesur insanlarmış bunlar. “Şehre inenlerin ya ölü ya deli döndüğü” o yıllarda bu gençler, paralarını kitaba ve şaraba yatırarak yaşayıp gitmekteymiş. Günün birinde, ufak bir gezintiye çıkıp geriye bir kişi eksik döndüklerinde işler çığrından çıkmaya başlamış. Gezi günü birini, bir süre sonra da diğerini yitirdikleri iki arkadaşlarından sonra Oğuz ve Canan, bunalım içinde yaşamaya devam ederken, bir sabah Oğuz, hamile karısına şarap şişesinin üstünde bir not bırakıp ortadan kaybolmuş. Notta, “İntikam alacağım ve döneceğim.” yazıyormuş.

 

“Bir akıl hastası olmanın en kötü yanı, sanki sen öyle yapmıyormuşsun gibi, insanların senden normal davranmanı beklemesi…”

Oğuz, asıl delimiz

Yıllar sonra Yusuf’un çıktığı bu tren yolculuğu, anlaşıldığı üzere Oğuz’u, yani babasını bulmaya yönelik bir yolculuk. Okuyucular olarak bu esnada geçmişi yavaş yavaş öğreniyor, günümüzün şartlarını ise özümsemeye çalışıyoruz. Metnin kilit noktalarındaki dönüşümlerin çoğu, akıl dışı kararların alınmasıyla yaşanıyor. Örneğin Şair, bir eylemde polisler baskısını iyice artırdığı sırada birden kahkahalar atarak dans etmeye başlıyor ve kurtuluyor. Ya da Oğuz, intikam için gittiği Diyarbakır’da akıl dışı bir karar verip, ona yardım edecek kişinin yanındaki kadına sarkıntılık edince dayak yiyip Ankara’ya dönüyor. Fakat Oğuz, asıl delimiz. Bu yüzden onun sınırı yok. Bir otele sığınıp günlerini orada sadece içerek geçirirken, günün birinde takım elbiseli adamların otelde toplantı yapacağı duyuluyor. Dedikodulardan anladığı kadarıyla, devrimcilerin korkulu rüyası İsmail’in başında bulunduğu bir takım devlet görevlileri bunlar. Oğuz’un asıl deliliği işte burada başlıyor. Bir yolunu bulup güvenliği atlatarak İsmail’in yanına sızıyor ve onu defalarca bıçakladıktan sonra “Topal Ahmet Efe ölmedi, yaşıyor, savaşıyor!” cümlesiyle yalnızca delirdiğini değil, artık kimlik değiştirdiğini de kabul ediyor. İsmail ise, trendeki Şair’in meşhur kabadayı ağabeyi. Kitapta, akıl sağlığı yerinde gibi görünen tek karakter. Devletin takım elbiseli, kodaman, iri yarı ve korkutucu bir temsili.

Oğuz’un günlerce otel odasında gün yüzü dahi görmeden yaşantısını sürdürüp, sonunda devletin korkutucu yüzünü temsilen orada bulunan İsmail’i yok etme çabasını psikanalitik yönden de inceleyebiliriz aslında. Freud’un ölüm güdüsü diye adlandırdığı ve her canlının cansızlığa doğru ilerlediğini belirten kuramla ya da mesela Lacan’ın ‘Babanın adı’ diye adlandırdığı bir başka kuramla. Oğuz’un yemek dahi yemeden sadece içki tüketerek kendine zarar verme çabasını inceleyerek Freud’a, devleti temsil eden takım elbiseli iri yarı İsmail’i yok ettiğini düşündükten sonra yeni bir kimlik kazanmasıyla da Lacan’a referans verebiliriz. Ama daha çok, deliliğin politik kimliğiyle ilgilendiğimizden bu yönde ilerleyelim.

Gogol’ün meşhur delisi Poprişçin. Poprişçin, Rusça’da iki ayrı kelimenin birleştirilmesiyle oluşmuş: Çıkıntı ve arzu. Bunlar birleşince de hırslı bir çıkıntılık meydana geliyor. Tam olarak, toplumun pürüzsüz varlığına gölge düşüren küçücük bir pürüz yani.

 

Hafıza ve korku

Oğuz, Yusuf’un babası ya da Topal Ahmet Efe, bütün kimlikleriyle karşımızda bir başkaldırı peygamberi olarak duruyor. Kitapta iki yerde ondan peygamber diye bahsedilmiş ama sebebi söylenmemiş. O da bu yazıda bana nasip olsun. O bir lider, çünkü herkesin yapabildiği kadarını yaptığı isyancılığı, ömürlük bir özveriyle sürdürüyor. Bu hususta iri yarı ve takım elbiseli İsmail’in de hakkını teslim ettiği biri hatta. Bıçaklanmasından yıllar sonra, kardeşi Şair ile görüşürken İsmail şunları söylüyor: “Hafıza olmasa meydanlarda birbirini ezenleri, vurulanları, asılanları, bir gecede tezgaha yatırılan binlerce adamı kim hatırlar? Hafıza olmazsa, korku nasıl daim olur? (...)Asıl hafızasını kaybedenlerden çekiniriz. (...)Bak mesela senin adamın hafızası varken korkusu vardı, sıkıntısı, bunalımı vardı. Silahı değil, kalemi sıkı tutardı. Ama nereden akıl ettiyse sildi hafızasını, kendini sildi. Meydan okumanın Allah’ı budur işte. Eğer öyle olmasa, beni, ülkenin en güçlü adamını bıçaklamaya nasıl cesaret edebilirdi?”

 

Gabar ve Amed

Hafızayı yitirmek, yani kim olduğunu, nereden geldiğini, neler yapabileceğini, nelerden korktuğunu unutmak İsmail’e göre de büyük bir meydan okuma. Çünkü kaybedilecek her şey kaybedilmiş, alınacak hiçbir risk kalmamış demek bu. Oğuz bunu yaparak hem ona korkmadan baş kaldırabiliyor, hem de yıllar sonra Topal Ahmet Efe adıyla Gabar’a çıkıp isyan başlatabiliyor. Bu delilik, roman kişilerine sirayet ettikçe de cesaretleri artıyor, isyan dalgası gittikçe büyüyor. Tren Diyarbakır’a yaklaşırken bütün ülkeye yavaşça yayılan bu delilik sonucu insanlar birbirine giriyor, güvercinler insanlara, insanlar güvercinlere saldırıyor, iş dünyasındakiler hükümeti, hükümet güvercinleri suçluyor. Güvercin nereden çıktı derseniz, onun sebebi de bir başka deli tabii. Şair’in çocuğu olan Ada, güvercinleri kullanarak patlama ihbarları yapıyor da ondan. Baş karakterimiz Yusuf ise, babasının geçmişini ve delirmesini öğrendikçe ondan geri kalmamaya çalışıp, kafasını trenin sağına soluna vurarak, çığlıklar atarak bu curcunaya katılıyor. Son durağa yaklaştıkça tren de anormalleşiyor, nerede duracağı ya da kalkacağı belirsiz bir canavara dönüşüyor. ‘Çocuklar saklambaç oynamaya başlarsa, herkes başlıyor’, ya da ‘ihtiyarın biri yanındakine bir hikaye anlatmaya koyuluyor, hikayenin sonunu ayakta bastonunu sallayarak, alkışlar arasında getiriyor’. İnsanlar kaosa kendilerini bırakıp, kim olduklarını, nereden geldiklerini, nelerden korktuklarını unuttukça, normalin dışına çıktıkça İsmail’in belirttiği tehlike ortaya çıkıyor. Bir de bakıyoruz ki Diyarbakır’da askerler ve halk kolkola girmiş halay çekiyor. Bir de bakıyoruz ki Topal Efe Gabar’dan inmiş, Amed’e giriyor.

 

Deliliği sahiplenmek

Delilik, Murat Uyurkulak’ın hemen her kitabında faydalandığı bir unsur. Tol’da da bunu belli bir işlevde kullanmış. Norm dışı olamadıktan sonra, kurtuluşun gelmeyeceğini söylüyor bize. Eğer herkes başı sonu mamur şekilde hareket edip, toplumun normalinden sapamazsa, toplumun şimdiye kadar kimseyi tatmin edememiş normlarından da kurtulamaz diyor kısaca. Arthur Fleck de kurtuluşu böyle keşfetmişti; deliliği utançla taşımayı bırakıp, gururla sahiplendiğinde. Belki reçete gerçekten de budur. Aklı başında olanları dinlediğimiz kadar, hafızasını silebilenleri de takip ettiğimizde, çıkmamız gereken karanlık kuyularda değil, duvarlarına yansıtılan ışıktan başka bir şey göremediğimiz alegorik mağaralarda buluruz kendimizi. Belki deliler, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin gerçek olmadığını anladıkları için delidirler. Arkamıza dönüp bakmaya, orada göreceklerimizle yüzleşmeye biz hazır mıyız? Meselenin özü budur belki de.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.