Görüşme inkarcı tarihi parçaladı
Dosya Haberleri —

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan açıklama
Tarihçi Dr. Sedat Ulugana’yla Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la görüşmesinin tarihsel önemini konuştuk
- Meclis Komisyonu’nun İmralı’ya giderek Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmesi yalnızca güncel bir adım değil, devletin Kürt hareketiyle ilişkilerinde yıllardır süren imha ve inkâr politikalarına karşı da ciddi bir kırılmadır.
- Yüz yıllık devlet-Kürt ilişkilerinde esaslı bir kırılma ve devletin Kürtlerle ilişkilerinde sürdürülen inkâr ve imha politikalarına karşı ciddi bir dönüm noktasıdır. Tek taraflı, inkarcı tarihi büyük ölçüde parçaladı, orada derin bir yarık açtı.
- Bugün bir Kürt lider olarak Sayın Abdullah Öcalan hem devlet hem de uluslararası aktörler tarafından artık kolektif haklar temelinde en temel “muhatap” olarak güncel ve tarihi olarak kayıtlara geçti.
HİKMET ERDEN
Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’la görüşmesi, sadece güncel bir gelişme değil; neredeyse yüz yıllık devlet-Kürt ilişkileri tarihinde görülen bir ilk ve bir temas biçimi. Öte yandan CHP içinde etkili olan ulusalcı-Kemalist kesimin bu görüşmeyi reddetmesi ve bu reddin doğru bir tercih olarak sunulması, inkâr mirasının günümüzde nasıl yeniden üretildiğini de görünür kılıyor. Kürt isyanları ve liderlerine dair çalışmalarıyla bilinen tarihçi Dr. Sedat Ulugana’yla Türk devletinin Kürt liderleriyle ilişkilenme biçimlerini günümüzde devam eden Demokratik Toplum ve Barış Süreci ışığında konuştuk.
1925-38 döneminde devlet ile Kürt önderleri arasındaki iletişim “teslim ol çağrıları” düzeyinde kalırken, bugün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile Meclis Komisyonu’nun yaptığı görüşme Kürt siyasi tarihi açısından nasıl bir anlam taşıyor?
Öncelikle 1925-1938 arası süreç ile günümüzdeki süreç arasında farklara dikkat çekmek gerekir. Her şeyden önce zamansal dinamikler, siyasi dönüşümler ve sosyolojik öğeler farklıdır. 1925-1938 arası süreç, devletin Kürtlere karşı kısmi bir şekilde fiziki soykırım uyguladığı, 13 yıllık olağanüstü bir dönemdir. Cumhuriyet, homojen bir ulus tahayyülü ile kuruluyor; yeniden icat edilen Türklük nosyonu etrafında yapay bir millet inşa edilmeye çalışılıyor. Rumeli’den gelen Slav ve Grek Müslüman unsurlardan tutun Harran’daki Arap’a kadar muhtelif Oğuz boyu menşelerinin takıştırıldığı bir dönemde, bütün ulusal eksik ve çelişkilerine rağmen Kürtlük güçlü bir itiraz olarak sahneye çıkıyor. Sahneye çıkmakla da yetinmiyor, başkaldırıyor, direniyor ve devlete homojen ulus tahayyülünü gerçekleştirmesinin hiç de kolay olmayacağını hatırlatıyor. Çünkü Kürtlük anlam ve gelişim itibarıyla doğal bir nosyondur ve kadim kültürel katmanları ihtiva ediyor. Türklük tarafından asimile edilmesi ya da dönemin jargonu ile “temsil edilmesi” imkânsızdı. Yine de Türklük ile eşit şartlarda devlete entegre edilebilirdi. Lakin Osmanlı’nın heterojen yapısı, Cumhuriyet elitinin necis ruhuna “bölünme fobisi” olarak yansıdığı için söz konusu elitin homojen ulus tahayyülünden vazgeçmesi imkânsızdı. Neredeyse yarım asırdır Kürt halkı soluksuz bir mücadele merhalesine başladı. Bu mücadelenin banisi olan Kürt Özgürlük Hareketi, öncekilerden farklı olarak içsel bir devrimi, toplumsal dönüşümü dışsal mücadele ile eşdeğer şekilde yürüttü. Böylece, Kürt hareketinin tabana dayalı bir yapıya evrilmesi, tarihsel bir dönüm noktası oldu…
Peki o dönem ki direniş ile PKK’nin tabana dayalı örgütlenmesi arasındaki farklar Kürt hareketinin tarihsel etkisini nasıl şekillendirdi?
1925-38 arası direnişlerin öncüsü aşiret ve tarikat elitleriydi. Tabana dokunma, tabanı anlama gibi bir gayeleri pek yoktu. Örneğin, 1929’da “sıradan halk ile uğraşmam, gider ağayı ve şeyhi örgütlerim, onlar da halkı örgütler” diye yazar İhsan Nuri Paşa, Memduh Selim’e ki seçkinler kulübü Xoybûn’un merkez komite üyesi olan bu ikili de sıradan ailelere mensuptu. Şimdi diyeceksiniz ki zamanın ruhu öyleydi. Elbette, lakin aynı zamanda sosyalist hareketler de vardı. Avam örgütlenmesini esas alan hareketler tarih boyunca var oldular. Modern halk hareketleri babında miladı Fransa ile başlatma gibi yaygın bir yanılgımız var oysa Fransız İhtilali’nden yıllar önce Haiti’de kolonyalizme ve işbirlikçi Frankofon burjuvaziye karşı Sans Souci’nin öncülük ettiği köle direnişi başladı. Nitekim bu halk hareketi çıplaklar, elbisesizler devrimi olarak Batı tarihine nakşolundu.
PKK’nin kurucu kadroları ve ardılları da aslında Kürdistan’ın baldırı çıplaklarını örgütleyerek işe koyuldular. Çoğunluğu oluşturan bu kitle için Kürdistan ve çevresinde yepyeni bir evren inşa ettiler adeta. PKK bir savaş oluşumundan ziyade toplumsal dönüşüm ve sosyal, kültürel, siyasal üretim mekanizmasına dönüştü. Düşünün, Kürdistan’daki toplumsal hareketler tarihinde artık PKK öncesi ve sonrası gibi keskin bir ayırım var. Bu tarihsel ayrımı mümkün kılan çetin iradenin kurucu önderi de Sayın Öcalan’dır. Ez cümle, bu cesim ve mümtaz miras tarihin akışını değiştirdi; değiştirmekle de yetinmedi, hatta inkarla örülü bu akışta büyük bir yarık açtı.
Kısaca, Kürt Özgürlük Hareketi, özellikle PKK ve Abdullah Öcalan önderliğinde ortaya çıkan güçlü tarihsel ve toplumsal birikim Kürt tarihinin ve Türkiye’nin genel tarih akışını kökten değiştirdi. Sadece değişiklik yapmakla kalmadı, aynı zamanda devletin yıllardır sürdürdüğü inkâr politikalarının yarattığı bütünlüğü, yani o tek taraflı, inkarcı tarihi büyük ölçüde parçaladı, orada derin bir yarık açtı.
İmralı görüşmesi, devletin Kürt liderlerini ilk kez siyasi bir muhatap olarak kabul ettiği bir tarihsel kırılma olarak değerlendirilebilir mi?
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt isyanları tarihine bakıldığında, devletin direniş liderlerini siyasi muhatap olarak görmediği çok net ortaya çıkıyor. TBMM Komisyonu’nun İmralı’ya gitmesi Kürt isyanları bağlamında tarihi bir eşiktir. Çünkü daha öncekileri hatırlayın bu tarz bir ziyaret yoktur. Yani ‘muhatap’ alma konusunda bile bir sıkıntı var. İşte Şêx Saîd ile idamdan hemen önce görüştüler ama Şêx Saîd’e ‘Bu isyan Kürt isyanı değil’ diye inkar etmesini ve ‘dini bir isyandır söyle seni kurtarırız’ şeklinde gidiyorlar. Hatta orada isyanı bastıran subaylardan Kılıç Ali’nin söylediği bir söz var, "Her şey hallolursa biz seninle Hınıs’ta kuzu çevireceğiz" der. Şimdi böyle ciddiyetsiz böyle bireyselleştiren tarza gittiler. Burada amaç Şêx Saîd’in isyanının bir Kürt isyanı olduğunu inkar edip dini temelli bir isyan olarak göstermeye yönelikti. Yine Seyîd Riza’ya baktığımızda da hiçbir zaman gerçek anlamda siyasi bir muhataplık tanınmadı. Seyîd Riza’nın doğrudan siyasi müzakereyle muhatap alınması söz konusu bile olmadı. Ve bir hileyle Seyîd Riza ve arkadaşları idam edildi. Şêx Saîd ve Seyîd Riza gibi Kürt liderlere yönelik görüşmeler ya sembolikti ya da siyasi anlamda reddedici ve küçümseyici içerikteydi. Tüm bunlar devletin “inkar” ve “bastırma” politikasının bir yansıması idi tabi ki.
Bu açıdan Türk devleti Kürt hareketlerini liderlerini hiçbir zaman kolektif haklar temelinde muhatap almamış çözüm odaklı müzakere yapmamıştır. Bu tarihsel arka plan dikkate alındığında, TBMM Komisyonu’nun İmralı’ya giderek Sayın Abdullah Öcalan ile görüşmesi yalnızca güncel bir adım değil, devletin Kürt hareketiyle ilişkilerinde yıllardır süren imha ve inkâr politikalarına karşı da ciddi bir kırılmadır. Yine Kürt isyanları bağlamında da tarihsel bir eşik ve kırılmadır. Meclis’in Öcalan’la görüşmesi, yüz yıllık devlet-Kürt ilişkilerinde esaslı bir kırılma ve devletin Kürtlerle ilişkilerinde sürdürülen inkâr ve imha politikalarına karşı ciddi bir dönüm noktası olarak değerlendirebiliriz. Bugün bir Kürt lider olarak Sayın Öcalan hem devlet hem de uluslararası aktörler tarafından artık kolektif haklar temelinde en temel “muhatap” olarak güncel ve tarihi olarak kayıtlara geçti.
Devletin Şêx Saîd ve Seyîd Riza’ya karşı tutumunu da göz önünde bulundurarak, Kürt Halk Önderi Öcalan ile yürütülen görüşme ilk gerçek siyasi muhataplık örneği sayılabilir mi?
Şêx Saîd ve Seyîd Riza, Cumhuriyet elitleri nezdinde bölünme fobisinin vücut bulmuş halleriydi. Bu nedenle, zamane Kürtlüğünün tecessümü olan isyan liderleri devlet tarafından muhatap olarak algılanamıyordu. Yine de istisnai bir şekilde, 1928’de Ağrı Dağı’nda gerçekleşen bir yıllık “Barış Süreci” sırasında, İhsan Nuri Paşa ile yapılan görüşmelerde kendisine ve Ağrı Dağı Meclisi’ne önerilen şey, koşulsuz teslimiyet ve buna karşılık şahsi bazı ayrıcalıklardı. Kolektif halksal talepler kesinlikle kabul edilmediği gibi, bunlardan bahsedilmesi bile arzu edilmiyordu. İhsan Nuri’nin kısmen muhatap alınmasının sebebi ise 8 yaşından itibaren Kürdistan’dan kopmuş ve Kürtçeyi unutacak düzeyde ordu içinde eğitilmiş eski bir subay olmasıydı. Bu muhataplık, devletin Türklük lehine dönüştürdüğünü düşündüğü bir Kürt’ün aslında aslına dönmesini 'arıza' olarak gören vakayı anlama çabasıydı. Bugün ise durum farklıdır; Sayın Öcalan, norm devlet ile kolektif halksal talepler konusunda güçlü bir müzakere yürütüyor. Temel fark buradadır.
Devlet arşivlerinin kapalı olması, Şêx Saîd ve Seyîd Riza direnişlerinin gerçek niteliğini nasıl gölgeliyor? Bu arşivler açılırsa resmi tarih hangi yönleriyle sarsılabilir?
Devlet nezdinde Kürtlük, niceliği kontrol altında tutulacak, niteliği ise Türklük lehine dönüştürülecek bir laboratuvar ürünüydü hep. Bu minvalde, 1940-1990 arası bu 50 yıllık zaman diliminde Kuzey Kürdistan koskoca bir kırım ve asimilasyon laboratuvarıydı. Irkçı-Kemalist kurmaylar, az çok tarihin akışından haberdar olan ve Kürt asimilasyonunun başarılı olacağına kalben inanan siyasi teknokratlardan tamamen icazet alabilselerdi eğer, mezkur zaman diliminde Kürdistan’da Hitler Almanya’sına ve Mussolini İtalya’sına rahmet okutturacak düzeyde bir fiziki jenoside girişirlerdi. Nitekim kısmi katliam, göçertme, hapsetme, inkar, yasaklama gibi tali jenosit uygulamaları ile yetinmek zorunda kaldılar. 90’lar ise malumunuz. PKK bu laboratuvarı işleten teknisyenlerin karnına amiyane tabir ile kazık çakmaya başlayınca, devlet de tali jenosidi profesyonel bir raddeye ulaştırdı, Gestapo görevi gören JİTEM, Hizbullah ve korucu ordusu ile kötülüğün kitabını adeta tekrar yazdı. 2000’ler işte. Daha 2000’lerin başında siyasal İslamcıların “Kürt meselesi” babında Kemalistlerin yol haritasını ödünç aldıklarını gördük. Çocuklar öldürüldü, cenazeler parçalandı, ağaçlar kesildi, şehirler yakıldı, kemikler kaldırım altlarına gömüldü. Daha da sakıncalısı, Kapo ve Judenrat görevi gören kendi Kürt’ünü yarattı. Kendi Kürdolojisini de istihdam etti. Bunlar devletin fiiliyatları… Arşivini açar mı? “Ben seni yok etmek istedim, yok etmeye çalıştım, o kadarını da eşref yoksunluğuna duçar edip ajanlaştırdım, işbirlikçileştirdim; işte bu da kanıtı” deme erdemi gösterir mi bilemem.
Devletin tarih boyunca izlediği “tasfiye-entegre etme-asimile etme” üçgeni düşünüldüğünde, İmralı görüşmesiyle niyetlenen nedir sizce?
Devletin niyeti kesin olarak bilinemez. Ancak artık tasfiye, asimilasyon ve Türklük lehine entegrasyon üçgeninden vazgeçtiğini ümit etmek isterim. Devletin niyetinden bağımsız olarak Sayın Öcalan’ın “ne aldanırım ne de aldatırım” sözüne anlam vermek gerekir. Buna mühim bir paye biçilmeli. Kendisinde muazzam bir Kürt aklının ve tarihsel kapasitenin inşa olduğunu söyleyebiliriz. Mühim olan Kürt aklının kolektifleşmesi, tarihsel kapasitenin her alanda örgütlenmesidir. Halihazırda Horasan’daki yaylada süt sağan göçer Kürt anne için de, diasporanın en ücra köşesinde yaşayan genç için de Kürt Özgürlük Hareketi umudun ta kendisidir, yaşam kaynağı ve var olma sevincidir. Bu cümleler propaganda olarak algılanmamalı; gerçekten durum budur.
Devletin yüz yıllık inkar ve imha politikaları bugün yürütülen diyalog girişimlerinde güven sorununun aşılmasını nasıl etkiliyor?
1914 Bitlis İsyanı’nın banileri oldukları gerekçesiyle Seyîd Ali ve Şêx Şahabeddin, Bitlis’te Gökmeydanı’nda asıldığında, Fransa’nın Van Konsolosu Layeck, Paris’e şöyle yazmıştı: “Jön Türkler korkunç bir hata yaptılar, öncülerini darağacında gören Kürtler bunu kolay kolay unutmayacaklar.” Gerçekten de Jön Türkler, imparatorluğun köküne kibrit suyu döküp gittiler. Kemalistler ise daha beterini yaptı. Şêx Saîd, Seyîd Riza ve ardılları… 1920-1944 yılları arası soykırım…1990’lardan itibaren -günümüzde de devam eden- kırım, sindirme, asimilasyon ve biyopolitik egemenlik uygulamaları… Neticede güveni inşa edecek olan taraf devlet cenahıdır. Yüzyıllık geleneğinden vazgeçip, işlemiş olduğu fiillerle yüzleşip, ortak yaşamı mümkün kılan adımlar atarsa güven tesisi açısından olumlu bir zemin oluşur.
***
CHP yekpare bir parti değil!
CHP içindeki ulusalcı kanadın Komisyon’un İmralı görüşmesine karşı çıkışı, barış ihtimalini sabote eden bir tavır mıdır? Bu tutum tarihsel inkar politikasının bir devamı mı?
Açıkçası, 1930’lar ve 1940’larda CHP devletin kendisiydi. Tek Parti rejimi… Farklı kanatlar vardı; sekülerinden İslamcısına, demokratından ırkçısına, bu çatının altındaki bileşenlerin iradesi çerçevesinde bu katliamlar icra edildi. Sonraki süreçte CHP’den Demokrat Parti, ardından sağcı partiler, siyasal İslamcı Milli Selamet çizgisi ve daha sonra da ulusalcı ve ırkçı partiler peydah oldu. CHP’ye zerre miktarında sempati beslemeyen biri olarak özellikle günümüz CHP’sini mahkum etmenin bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Eşeğe gücü yetmeyenin semeri dövmesi misali, aktüel iktidardan şamar yiyince hemen Özgür Özel’in idare ettiği CHP’yi suçlamak artık bir adet oldu. Hem CHP yekpare bir parti değil. Partinin içinde kendisine “ulusalcı” diyen Bolu Belediye Başkanı gibi düşük rütbeli Nazi subayı muadili cahil veya Önder Sav’ın ardılı olan eğitimli ırkçılar olduğu gibi, samimi bir şekilde barış sürecini destekleyen demokrat figürler de var. CHP’nin içindeki ulusalcı çekirdek aslında devletin çekirdeğidir. Kendisini devletin maliki olarak görür. CHP’nin devletçi-Kemalist çizgiden uzaklaşmasına izin vermez. Nitekim günümüz iktidarı da CHP’yi söz konusu çekirdeğe teslim etmek istiyor. Bir yandan barış sürecini yürütüyorsunuz, ama aynı zamanda ülkenin ana muhalefet partisini sürece karşı çıkan, bu süreci ihanet olarak gören ulusalcı çekirdeğe tevdi etmeye çalışıyorsunuz. Asıl çelişki bu sanırım.
CHP’nin Kürt sorunundaki tarihsel rolüyle yüzleşememesi, bugün cesur bir pozisyon almamasının temel nedeni olabilir mi?
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti devleti bugüne kadar hiçbir katliam ile yüzleşmedi. Böyle bir gelenek yok. Hepimizin malumu, rakip Kılıçdaroğlu’nun Dersimli oluşu sebebiyle Dersimle ilgili Erdoğan’ın bazı söylemleri olmuştu. Gerisi geldi mi? Hayır. Demek ki sadece CHP değil, hiçbir cenahın ajandasında şimdilik ‘yüzleşme’ diye bir başlık yok. Unutmamak gerekir ki bu devlet, milyonlarca kurbanın kırılgan kemikleri ve mayalanmayan kanı ile mamül edilen tuğlalar ile inşa edildi.
Peki, yüzleşme olur mu?
Bilemiyoruz… Ama umut edebiliriz…







