HDP örgütlenemedi
Dosya Haberleri —
- HDP’nin özellikle ilk turda yeterince örgütlenebildiğini söylemek çok mümkün değil. Kürt hareketinin direniş tarihine baktığımızda çok kısıtlı kadrolarla mücadeleyi örgütleyebilmiş, çok önemli kolektif bir irade ortaya koymuş bir yapı görüyoruz. Şu anki baskının kat be kat fazlasına karşı bile halkı örgütleme konusunda başarılı olabilmiş bir yapı.
- HDP’nin son 6-7 yılda bunu yapma konusunda yeterince başarılı olamadığını söyleyebiliriz. Bence bu 6-7 yıllık süreçte alttan alta işleyen süreçlerin bakiyesini de gördük bu seçim sürecinde. Halk ile parti arasındaki ilişki mekaniği çok uzun yıllara, adanmışlığa, yurtseverliğe, inanca, kayıplara dayansa da seçim dediğimiz şey aslında oldukça pratik bir mesele.
- Seçim öncesinde HDP’yi anahtar parti olarak görüyordu tüm siyasi aktörler ama seçimlerin ilk turu bittikten sonra bu pozisyon Emek ve Özgürlük İttifakı’nın elinden çalınıp deprem sürecinde iktidarın yardımına koşan ırkçı partilerin eline geçmiş oldu. Şimdi ise bu partiler Kürtlerin siyasi iradesini boğmaya çalışan bir kampanya yürütüyor.
MIHEME PORGEBOL
Kürt siyaseti seçimlerin ardından istediği sonucu alamadı. HDP ve Yeşil Sol Parti hedefi olan vekil sayısının yüzde 61'ine ancak ulaşabildi. Bu da ciddi tartışmaları beraberinde getirdi. New York Eyalet Üniversitesi’nde siyaset sosyolojisi alanında çalışmalarını sürdüren akademisyen Harun Ercan ile söyleşimizin ikinci bölümünde Kürt siyasetini ve HDP ile Yeşil Sol Parti'nin eksiklikleri üzerine konuştuk.
Biraz Kürt siyasetine dönelim. HDP ve Yeşil Sol Parti tüm olanları okuyamadı mı?
Ben HDP’nin elde ettiği sonuçta birkaç faktörün etkili olduğunu düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi 2015’ten bu yana aralıksız devam eden siyasi kırım operasyonları. Özellikle de 2016 Kasım ayından bu yana, HDP vekillerinin, belediye başkanlarının, parti çalışanlarının toplu olarak hapsedildiği tarihi bir dönüm noktası yaşandı. En büyük müdahalenin geldiği o zamandan bu yana, HDP her yeni atılım girişiminde bulunduğunda devlet operasyonuyla yani gözaltı ve tutuklama dalgalarıyla karşı karşıya kaldı. Dolayısıyla neden bu süreçte yeterince mobilize olunamadı sorusunun bir cevabı kadrosuzluk. Bir sürü insan şu an cezaevinde ya da yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Ayrıca devlet bu süreçte HDP ile ilişkili on binlerce insanın doğrudan ekmeğiyle oynadı. Sosyal sermayelerini en aza indirmeye çalıştı, toplum içerisindeki konumlarını değiştirdi. Devletin baskı politikasıyla kapitalizmin yeni güvencesizlik rejimini iç içe yaşattı.
Alınan seçim sonucunu etkileyen ikinci faktör sistematik usulsüzlüktü. Buna karşı HDP’nin özellikle ilk turda yeterince örgütlenebildiğini söylemek çok mümkün değil. Bunun ilk söylediğim faktörle çok yakından alakası var kuşkusuz. Normalde Kürt coğrafyasında her seçimde Kürtleri temsil eden bir parti ve karşısında devletin kurumlarıyla beraber çalışan bir iktidar partisi olurdu. Bu durum neredeyse Kürt siyasetinin seçimlere ilk girdiği 77-78 belediye seçimlerinden beri böyle. Yani Kürt illerinde seçim, savaş düzleminde gerçekleşiyor ve bu yapısal bir mesele. O yüzden seçim usulsüzlüklerine karşı yeterince önlem alınamadığını her seferde kayıplar artarak devam ediyor.
Seçim trendlerine etki eden üçüncü faktör inşacı bir siyasi hat kurulamamış olması. Yapısal baskı ve engelleme koşulları altında hiçbir şey yapılmaz değil elbette. Kürt hareketinin direniş tarihine baktığımızda çok kısıtlı kadrolarla mücadeleyi örgütleyebilmiş, çok önemli kolektif bir irade ortaya koymuş bir yapı görüyoruz. Şu anki baskının kat be kat fazlasına karşı bile halkı örgütleme konusunda başarılı olabilmiş bir yapı. Örneğin bu seçimlerde birçok yerde Sol Parti’ye mümkün olamayacak sayıda oy çıkmış. Kampanya yetersiz veya eksik yürütüldüğü için insanlar bazı yerlerde bir oyu Kemal Kılıçdaroğlu’na diğerini de CHP’ye vermiş. Bu faktörlerin hepsi örgütsel güç ile alakalı ama üçüncü faktör özel durumuyla bence baskıya rağmen inşacı bir siyaset üretememekten kaynaklanıyor.
İnşacı siyaset üretememe meselesini biraz daha açabilir misiniz?
Mevcut koşullarda, yani toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler derinleşerek artarken Kürt hareketinin örgütlenebileceği, örgütlenmek için yeni kadroları bünyesine katarak büyüyebileceği bir zemin var aslında. Süreklileşmiş bir dayatma, daraltma ve baskı politikasına karşı elbette kurumsal bir refleks sergilenecekti. Lakin elde olanı korumaya yönelik, belirli dönüm noktalarını aşmaya yönelik bir tefekkür kemikleşti. Haliyle, yeniden toplumsal bir hareket olduğunu hatırlamayı gerektiren inşacı siyasete yönelmekten ziyade daha çok taktiksel hamlelerle AKP-MHP ittifakının yenebileceğine dair bir yaklaşım gelişti. Bu tutumun sadece parti bünyesinde birkaç insanın dayatmış olduğu bir karar olduğunu düşünmek de hata olur. Çünkü 2015-16 sürecinde on kentini savaş pozisyonunda kaybeden, yüz binlerce insanın zorla göç ettirildiği, birebir şiddet ortamını yaşadığı bir Kürt toplumundan bahsediyoruz. Bu toplumda böyle bir refleks gelişmesi çok normal. Daha az maliyetli olan, yani devlet şiddetini üzerine daha az çekebilecek, bir nefes alma imkânı yaratabilecek eğilimde karar kılındı. Bunun sonucunda seçim sürecine girildi. Ama bunları söylerken Türkiye muhalefetiyle hareket ederek AKP-MHP ittifakını geriletmek üzerine kurulu bu yaklaşımın 2019’da gayet başarılı olduğunu da unutmamak lazım. Bu seçimde izlenen genel strateji yanlış değildi kanımca. Ama stratejinin uygulanması noktasında 2019’dan bu yana ciddi sıkıntılar olduğunu söylemek gerek.
Peki bu sıkıntıların sebebi neydi? Mutlaka tartışmalardan takip etmişsinizdir; Parti içi gruplaşmalardan, kendini dayatmak gibi eleştirilere, oradan halktan kopmak gibi bir sürü gerekçe sık sık dillendiriliyor…
HDP eşitlikten, adaletten ve özgürlükten yana olan sol bir parti ama buna ek olarak Kürt meselesinde barış inşa etmek gibi bir sorumluluğu da var. Bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışırken müzakere yoluyla Kürt meselesini barış anlaşması imzalayarak sonuçlandırmak gibi bir gaye var. Çünkü bu savaş sürekli olarak kendini her alanda dayatıyor. Hem ayrımcılık, eşitsizlik, cezaevi duvarları olarak hem de bir hak ve haysiyet meselesi olarak kendini dayatıyor. Çünkü gündelik yaşamı sürekli etkileyen bir şekilde yeniden üretilen bir yapısal ırkçılık dinamiğinden bahsediyoruz. Burada pratik bir inşacı siyasete yeterince kulak kabartmamış olmak büyük bir handikap. Yani insanların gündelik hayatını etkileyen meseleleri örgütleme imkânı vardı. HDP’nin son 6-7 yılda bunu yapma konusunda yeterince başarılı olamadığını söyleyebiliriz. Bence bu 6-7 yıllık süreçte alttan alta işleyen süreçlerin bakiyesini de gördük bu seçim sürecinde. Eğer siz halkı bu süreç içerisinde yeterince örgütleyememişseniz sadece seçim için 3-4 ay gibi çok kısa bir sürede performatif siyasetin ötesine geçerek örgütlemek oldukça zor bir iş. Dolayısıyla halk ile parti arasındaki ilişki mekaniği çok uzun yıllara, adanmışlığa, yurtseverliğe, inanca, kayıplara dayansa da seçim dediğimiz şey aslında oldukça pratik bir mesele. Örneğin neden başka siyasi partilerle görüşmeler yapılarak Yeşil Sol Parti üyeleri sandık görevleri alamadı, seçim güvenliği için bir seferberlik hali yaratılamadı ve bazı adaylar yerellerde yeterince heyecan yaratamadı gibi sorular birikmiş durumda.
Anlattıklarınız bağlamında çoğulcu katılım ve denetimin ortadan kalktığı bir durum mu var ortada. Ne dersiniz?
Ben tamamen öyle olduğunu düşünmüyorum. Hareket tarzına baktığımızda “Bu seçimle AKP-MHP ittifakının yenilmesi mümkün. Bu yüzden bize barış ihtimalini harekete geçirebilecek, bunun için hem Türkiye içerisinde hem de uluslararası alanda destek sağlayabilecek bir profil yaratmalıyız” gibi bir anlayış görüyorum. Bu bağlamda tartışılan Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi adaylar üzerinden değerlendirmeler de yapıldı. Seçimi kazanma ihtimaline odaklandığımızda bu yanlış bir kurgu veya fikir değil. Ama bu bağlamda diğer alternatif senaryolar üzerine yeterince düşünülmediğini görüyoruz.
Tam bu noktada, tercih edilen adayların yoğunluklu bir savaş sürecine uygun olmadığı fikrine ne dersiniz?
Evet, böyle bakılabilir ama bir siyasi parti içerisinde görev alacak milletvekillerinin tamamının aynı bağlama odaklanması gerekmiyor. Bazı milletvekilleri kitlelere toplumsal mücadele anlamında öncülük edebilir, cesaret verebilir ama bazıları da daha fazla diplomasi gerektiren konularda etkili olabilir. Kürt siyasetinin uzun tarihine baktığımızda yeni figürlerin mücadele süreçleri içinden doğduğunu görüyoruz. Yeni vekiller arasında bu profile yakın genç adaylar da var aslında. Tabi seçim takviminin çok sıkışık olduğunu da unutmayalım.
Bir de deprem gündemi vardı.
Ve her şey normalden çok daha hızlı gelişti. Halkta daha fazla karşılık bulan adayların elbette düşünülmesi gerekir ama bundan daha önemlisi, karar alma mekanizmalarının daha da demokratikleşmesi gerektiğidir. Bir yandan sürekli baskı altında olmak Kürt hareketine ister istemez daha dikey bir hareket tarzını dayatıyor. Bu kaçınılmaz bir şey. Örneğin yıllarca HDP’de siyaset yapmış bazı figürler şu anda neredeyse Erdoğan’ın kampanyası için çalışıyor. Ayhan Bilgen bunun çarpıcı bir örneği. Ayhan Bilgen’i gördükten sonra, bu durum Kürt hareketinin birlikte çalıştığı insanlara karşı daha temkinli bir hareket tarzını refleksif veya zorunlu olarak tercih etmesine sebep olabiliyor. Dünyanın başka yerinde bu kadar baskı gören bir parti olsaydı muhtemelen o parti de benzer refleksler geliştirecekti.
Halkın da buna cevaben delege sistemini tekrar talep ettiği bir refleks geliştirmesi normal değil mi?
Demokrasinin en temel ilkelerinden bir tanesidir bu. Baskı koşullarında da bunun yapılması gerekiyor. 6-7 yıl boyunca örgütlenme anlamında neredeyse ciddi bir performans ortaya koyamamışsanız, halkın sorunlarını Türkiye ve dünya gündemine taşıma konusunda az önce saydığımız sebeplerde dolayı yetersiz kalmışsınız zaten dışlanan bir halk bunu talep eder elbette. Ve seçim sürecinin Kürt sokağında ciddi bir coşku yaratıp yankı bulduğu da bir gerçek. Öncesinde bir basın açıklaması yapmanın bile mümkün olmadığı birçok ilde büyük bir seçim coşkusu gördük. Bunları karşılaştırmalı bakmak anlamında söylüyorum. Yani bir demokratik imkân doğduğunda halkla yeniden buluşma fırsatı da yeniden doğuyor demektir. Kürt halkının siyasi kurumlarına genel bir ilgisizliği söz konusu değil.
Bir de benim çok önemsediğim başka bir mesele de var. Deprem üzerinden çok önemli bir dayanışma örgütlendi Kürt illerinde. Sadece Diyarbakır’da değil Hakkari’de, Mardin’de, Batman’da, Elazığ’da da bu örgütlendi. Burada sorulması gereken bu dayanışma ağlarının neden politize edilip HDP bünyesine çekilemediğidir. Neden böyle bir siyasi irade ortaya konamadı? Evet, deprem her ne kadar bir felaket olsa da dünyanın her yerinde krize yetersiz cevap veren otoriter rejimlerin zayıflatılması için çok önemli bir siyasi fırsattır aynı zamanda. İnşacı siyaset refleksi derken bu gibi momentlerden de bahsediyoruz. Burada ortaya çıkan dayanışmayı örgütleyebilmek seçimlerde önemli bir ivme yaratabilirdi.
Böyle bir adım deprem felaketinin kaynağına dönük ciddi bir müdahale de olurdu…
Evet, deprem gündemini muhalefet genel olarak yeterince politize edemedi. Bunu Emek ve Özgürlük İttifakı yapabilirdi. AKP’nin inşaat üzerinden kurduğu büyüme modelini, militarizme yapılan yatırımların çürümeye bırakılmış afet yönetimi kurumlarına neden yapılmadığına dair bir muhalefet imkânı fazlasıyla vardı. Yine depremdeki yardımların yapısal ırkçılık temelinde ayrımcı bir saikle dağıtılmasını deşifre etme imkânı vardı. Yani ortada pratik sorunlar üzerinden örgütlenme varken, bu örgütlenmelerin Kürt siyasi hareketi tarafından yeterince tespit edilmemiş olmasının nedenlerini sorgulanması gerek. Buradan çıkışla etkili bir 3. Yol stratejisi kurulabilirdi. HDP bunu başarabilseydi kapatılma kıskacındayken hem iktidara hem de Millet İttifakı’na karşı elini güçlendirebilirdi. Böyle bir durumda, kendi Cumhurbaşkanı adayını daha güçlü bir şekilde çıkarma zemini de olabilirdi. Seçim öncesinde HDP’yi anahtar parti olarak görüyordu tüm siyasi aktörler ama seçimlerin ilk turu bittikten sonra bu pozisyon Emek ve Özgürlük İttifakı’nın elinden çalınıp deprem sürecinde iktidarın yardımına koşan ırkçı partilerin eline geçmiş oldu. Şimdi ise bu partiler Kürtlerin siyasi iradesini boğmaya çalışan bir kampanya yürütüyor. Biz çoğunlukla seçimin teknik boyutlarını tartışıyoruz ama birkaç adım geri atıp seçimi daha geniş bir bağlamdan ele almamız gerekiyor.
Son olarak değinmek istediğim bir konu var. Hüda-Par’ın meclise girmesini hem Kurdistan özelinde hem de Türkiye’deki savaş bürokrasisi bağlamında nasıl okuyorsunuz?
Ben bu konuda biraz genel muhalif kanının aksine düşünüyorum. AKP, 2016’dan bu yana Kürt illerinde siyaseten etkisini kaybederken iç savaş düzlemi aralıksız şekilde varlığını sürdürdü. Kürt bölgesinde kemikleşmiş HDP seçmenine karşı İslamcılığı teşvik ederek Kürt hareketinin kültürel ve siyasi hegemonyasını yıkmaya çalışmak bir devlet politikası aynı zamanda. Bunun içerisine AKP’nin uyguladığı politik-ekonomik stratejiler eklendi. Türkiye genelinde devlet kapitalizminin geliştirildiği ama Kürt illerinin ekonomik anlamda muazzam bir şekilde gerilediği, devletin turizmi geliştirme dışında kayda değer hiçbir ekonomik hamlesinin olmadığı neoliberal bir dönem yaşanıyor. Bir çeşit çıkar örgütlerine dönüşen AKP teşkilatlarının inşaat sektörünün de gerilemesiyle Kürt illerinde genişleyebileceği pek bir alan kalmadı. Zaten devlet ve kayyum kontrolündeki belediyelerde Hüda-Par kadroları yoğun bir şekilde istihdam ediliyorlardı. Şimdi ise AKP kadrolarının yetemediği alanlar Hüda-Par kadrolarına bırakılıyor. Aslında 2016’dan bu yana defakto bir şekilde gelişen AKP ile Hüda-Par ilişkisinin imzaya dökülme dönemi oldu bu seçimler.
Bunun sadece Hüda-Par’la ilgili olmadığını, aslında birçok farklı gelenekten gelen radikal İslam ve selefi grupları için de geçerli olduğuna dair haberler de görüyoruz.
Zaten başta adına İslamcılık diyerek konuyu Hüda-Par’la sınırlandırmanın yanlış bir bakış açısı olacağını vurgulamak istedim. Hüda-Par’la sınırlandırırsak genel bir stratejiyi anlamakta zorlanırız. Devlet bunu Diyarbakır’dan Van’a kadar bütün Kürt illerinde Valilik nezdinde ve kayyumlar eliyle sadece ekonomik anlamda belli bir kesim yaratmak amacıyla değil yaygın şekilde uyguluyor. Örneğin belediyelere kayyum atadıktan sonra toplumsal cinsiyet eşitliği için çalışan kurumların çoğunu Kuran kurslarına çevirdi ve buraları sadece Hüda-Par’ın değil çok sayıda İslami cemaatin emrine ve kullanımına sundu. Bu genel strateji aslında Kürt toplumunu İslam dinini araçsallaştırarak biat ettirme amacı güdüyor.
Bunun yanında Hüda-Par’ın son 10 yıllık değerlendirmesi yapıldığında genç kadrolarının birçoğunu Suriye savaşında cihatçı örgütlere kaybettiği gerçekliği de var. Cihatçı örgütler Hüda-Par’a yakın derneklerde örgütlenip genç kadroların çoğunu alıp götürdü. Bunların bazıları hayatını kaybetti, bazıları hala orada, bazılarının da akıbeti hakkında fikrimiz yok. O yüzden devletin Hüda-Par’ı paramiliter bir örgüt olarak kullanmaya gerçekten ihtiyacı olup olmadığından emin değilim. Çünkü bu coğrafya zaten kişi başına en çok asker ve polisin düştüğü bir coğrafya. Üstüne 60 bin civarında silahlı insandan oluşan bir alt ordu olarak korucular var. O yüzden ben Hüda-Par’a siyasi ve sosyal anlamda genişleyebilmesi için bir meşruiyet zemini sağlanmaya çalışıldığını düşünüyorum. Bu ittifakı paramiliter bir kullanımdan ziyade sosyolojik bir müdahale girişimi olarak okumak gerek şimdilik. Halk nazarındaki kötü imajlarını düzeltmek istiyorlar. Çünkü AKP ve devletin yaptığı İslamcılaştırma yatırımları AKP teşkilatına siyaseten kayda değer bir geri dönüş sağlamıyor. AKP’yi devletle iç içe geçmiş, Kürtlükten uzak gören ciddi bir muhafazakâr Kürt kesimi de var. İşte o Kürtlerin gözünde Hüda-Par’ı meşru ve oy verilebilir kılmak ve böylece onu Kürt siyasetinin bir alternatifi yapmak gibi bir amaç var.