‘İçeriden’ Bir Modern: Murat Saat

Kültür/Sanat Haberleri —

.

.

  • Murat Saat, yaşasaydı adından çok söz ettirirdi diyeceğimiz yazarlardan. Geride bıraktığı iki küçük eserle bunu kanıtlıyor. Eğer kurgu oyunlarını seviyorsanız, bu yazarı mutlak surette okumalısınız.

BİLGE AKSU

Edebiyat kanonuna belki hiç girmeyecek kimi yazarların varlığı Türkiye’de eskiden beri konuşulan bir durum. Birçok üretimin yapıldığı, söyleyecek iyi ya da kötü sözü olan birçok insanın koşturduğu bu piyasada bazı eleklerden hızlıca düşen taneciklerin olması elbette kabul etmemiz gereken bir unsur. Fakat kimi zaman o eleklere büyük gelecek isimlerin de avucumuzdan kayıp gittiğine şahidiz. Çünkü o büyük isimler, çeşitli sebeplerden o eleklere hiç sokulmuyorlar.

Geçen aylarda tavsiye üzerine kitaplarına baktığım Murat Saat bunlardan biri. Kendisi ömrünün neredeyse tamamını hapislerde geçirmiş politik bir tutsak. 90’lı yıllarda, gençliğinde girdiği hapishanelerde zaman içinde edebiyatla tanışmış ve yakınlaşmış, dört duvarın ötesine geçebilmeyi edebiyat sayesinde başarmaya çalışmış biri Saat. 2017’de ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğinde, arkasında iki öykü kitabı bırakmış.

Tutsak bir yazarın edebi niteliklerine özellikle bakılmadığında gözden kaçacak şeylerin olması pek beklenen bir durum değildir. Zira yaşam savaşının ayyuka çıktığı böyle bir koşulda, üretilen şeylerin hem kişisel hem de töleransa açık metinler olması beklenir. Neticede öyle bir yazarın gerek beslendiği kaynakların azlığıyla, gerek dışarıya dönük uyaranlarının neredeyse hiç olmayışıyla beraber, üst düzey nitelikler taşımayacağı ön kabulü mevcuttur hepimizde. Fakat Murat Saat bütün bunları tersine çevirecek özelliklere sahip.

 

 

Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın

Yazarın ilk kitabı Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın, 2014 yılındaki Ankara Öykü Günleri kapsamında bir ödüle sahip. Kitaba verilen bu payenin haklılığını, metni okumaya başladığınızda doğrudan hissediyorsunuz. 14 farklı öykünün sıradışı bir kurguyla birbirine bağlandığı bu eserin biçimsel özellikleri bir yana, anlatılan hikayelerin samimi ve vurucu nitelikleri oldukça dikkate değer. Ta ilk öyküden sonuncusuna kadar, yazarın kurguladığı bir evrende, birbirine temas eden karakterlerin kim olduğunu çözmeye çabaladığımız bir puzzle’la karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Paris’te açılan ilk öykünün karakteri İpek ile başka öykülerde de karşılaşıyor, onun karanlık yönlerine diğer öykülerdeki farklı bakış açılarıyla vakıf oluyoruz. Kendisinin peşine düştüğü Adnan karakteri ise ilk öyküde yalnızca gıyaben mevcutken, başka öykülerde bir başkaraktere dönüşüyor, hatta İpek’in ondan ne istediğini bizzat kendi ağzından öğreniyoruz.

Bu tarzda bir kurguya alışık olanlar için epey sürükleyici ve eğlenceli bir eser bu. Çünkü öykülerin birbiriyle iç içe geçmiş doğası gereği, her bir karakterin güçlü ve zayıf yönlerine diğer anlatıcıların gözünden şahit oluyor, bazen kandırıldığımızı hissedip öfkeleniyor, bazen haklı olduğunu anlayıp kendimizi sorguluyoruz. Yazarın kurguya dayalı oyunları metin boyunca sürüyor ve en önemlisi, kitap bittikten sonra havada kaldığını hissettiğimiz hiçbir ayrıntı hatırlamıyoruz.

Bu kocaman puzzle’ı oluşturmayı başaran yazar, daha da ötesine geçerek edebi niteliklerinden bahsetmemizi sağlayan başka oyunlarla da karşımıza çıkıyor. Çoklu anlatıcı olarak nitelendirebileceğimiz bir tekniği kullandığı için, kimi olaylar ve karakterler gri bölgede dolanıp duruyor hikaye boyu. Bazı noktalarda güvenilmez anlatıcı tekniği devreye giriyor ve öne çıkan bir karakterin ahlaki ya da felsefi tutumu, net bir sonuca bağlanmayıp okuyucunun yorumuna açık halde bırakılıyor. Örneğin öykünün birinde otobüste muavinlik yapan bir karakter, yolcu olarak binen bir kadınla yaşadığı diyaloğu aktarırken, tipik bir erkeklik tutumu sergiliyor. Güya yolcu kadın ona asılmış, yanından ayrılmasını istememiş, yakınlaşmışlar. Ama bambaşka bir öyküde, dikkatli takip edince anlıyoruz ki yolcu kadının ağzından da aktarılıyor bu olay. Tabii beklendiği üzere, kompleksli bir erkek karakterin hezeyanlarını okumuşuz aslında. Olay hiç de öyle gerçekleşmemiş. Buna benzer küçük ayrıntıları her öyküde farklı bir çerçeve içerisinde görüyoruz anlatı boyunca.

 

 

Kurgu oyunları: Ters Kule

Yazarın ikinci kitabı Ters Kule ise, daha katmanlı bir eser. Üstkurmacası, metinlerarasılığı ve kolay kolay hazmedilemeyen özgün üslubuyla, ‘olmuş’ bir işle karşı karşıyayız. Murat Saat belli ki kurgu oyunlarını seven biri. İkinci kitabında da böyle özellikler bulunuyor. Ama bu kez anlatılanlar, yine öykü evreninde geçen bazı karakterlerin yazdığı kurallarla bağlanmış birbirine. Edebiyata meraklı genç bir çiftin hayattan, çevreden, insanlıktan, libidodan ve arzularından sıyrılma çabasının bir sonucu aslında Ters Kule. Lea adlı İspanyol bir genç kız ile anlatıcımızın tuhaf maceraları yani. Tuhaf diyorum çünkü öykülerdeki masalsı atmosfer, tamamıyla bu çiftin o anda ne hissettiklerine bağlı. Bazen korku filmi tadında tekinsiz bir ortamla karşı karşıyayız, bazense güneşli bir mayıs sabahı gibi capcanlı betimlemelerle. Üstkurmacayı oluşturan bu iki karakterin, pek de öyle akıl sağlığı yerinde kimseler olmadığını belirtmeme gerek yok sanırım.

Ters Kule’yi öne çıkaran bir başka unsur, yazarın farklı türlere giriş yapması. Bir bakıma, denemediği türlerde yazmayı bu kitaptaki kurgu sayesinde denemeye çalışmış Murat Saat. Oldukça başarılı distopik öyküler de mevcut, tamamıyla soyut ve imgesel dille kurgulanmış öyküler de. Birbirinden bağımsız ele alındığında güçlü ve zayıf yönleriyle eleştirebileceğimiz bu ufak anlatılar, bambaşka bir katmanda, sebebiyle birlikte açıklığa kavuştuğunda, aslında yazarın başardığı şeyi daha net anlıyoruz.

Murat Saat, yaşasaydı…

İster edebiyatta olsun ister başka alanlarda, bir hikayeyi anlatmakla bitmiyor iş. Günümüzde o kadar çok hikaye ve anlatıcı mevcut ki, diğerlerinden sıyrılmasını sağlayacak biçimsel ve teknik özellikler taşıması gerekiyor bu işlerin. Bu noktada öne çıkan mesele ise, içerik ile biçimin uyumundaki doğallık. Murat Saat, anlatmak istediği içeriğe uygun biçimi tasarlamayı başardığı için, üst düzey bir yazar. Tamamıyla kişisel heveslerinizden yola çıkıp, aynı kitapta hem bir distopya hem de geleneksel bir hikaye yazmayı isteyebilirsiniz. Hatta belki bu yazılanlar, birbirinden alakasız zamanlarda, tamamen farklı saiklerle ortaya çıkmış da olabilir. Ama işte Ters Kule’deki gibi bir üstkurmaca yaratabildiğinizde, bu ‘alakasız’ öyküler, sapasağlam bir çatının altında toplanabiliyor ve her şey yerli yerine oturabiliyor. Bunu başarabilmek, hem yaratıcı bir hayalgücü gerektiriyor, hem de parlak bir zihin.

Murat Saat, yaşasaydı adından çok söz ettirirdi diyeceğimiz yazarlardan. Geride bıraktığı iki küçük eserle bunu kanıtlıyor. Eğer kurgu oyunlarını seviyorsanız, bu yazarı mutlak surette okumalısınız. Hatta paşa gönlünüzün isteğine göre, seçeneğiniz bile var. Daha klasik, daha bulmacalı, zihninizi daha az yoracak bir kurgu istiyorsanız gitmeniz gereken yer, ilk kitap: Sen Benim En İyi Arkadaşım Mısın… Ha eğer ki kendinizi daha nitelikli bir okumaya teslim etmek için hazırsanız, ikinci kitap: Ters Kule. Her ikisinde de aynı oyunlara, aynı tuhaflıklara ve vurucu etkiye ulaşacaksınız. Gerisi yalnızca, zevk meselesi.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.