İltica rejimi bir ‘salgınla mücadele’ rejimi mi?

Dosya Haberleri —

MULTECILER

MULTECILER

  • Yeni doğan bebeğin bile iltica başvurusu yapmak zorunda bırakıldığı Avrupa iltica rejimi, mültecileri ‘kitleleştiriyor’ ve ‘salgın hastalıkla mücadele’ konseptiyle karşılıyor.

OSMAN OĞUZ

Göç ve mülteciliğin giderek önem kazandığı ve anlaşılan o ki -globalizmin kapitalist eşitsiz gelişimi ve “merkez-periferi” dinamiğini keskinleştirdiği koşullarda- daha da önem kazanacağı bir dünyada yaşıyoruz. Göç ve göçmenliği konuşurken bugün en fazla üzerinde durmamız gereken ise “mültecilik”. Dünya Göçmenler Günü vesilesiyle hatırlanması gerekenlerin başında da belki mültecinin toplumsal tanınma süreçleri açısından nerede durduğuna ve bu süreçlerin “toplum kurucu” yeteneğine dair tezler geliyor. 
Peki bu tezleri dünyayı kasıp kavuran koronavirüs gündemi ve “salgınla mücadele” ile birleştirmek mümkün mü?
Almanya’nın Friedrich Alexander Üniversitesi Sosyoloji Enstitüsünden Dr. Mareika Gebhardt’ın tezlerine bakılırsa, evet. Gebhardt, Avrupa’nın sınır rejimi ve mülteci politikasını, Michel Foucault’nun “cüzzam ve veba ile mücadele” hakkındaki tezleriyle birlikte okuyor.

Cüzzam ve vebanın ‘kurucu gücü’
Foucault, cüzzam ile vebaya karşı verilen mücadelenin iktidarın yönetime dönüşmesi sürecinde önemli rol oynadığını söylüyordu. Ona göre bu iki hastalıkla mücadelenin tarihi, biraz da modern disiplinin, denetlemenin, içleme ve dışlama süreçlerinin tarihiydi. Cüzzam ile mücadele konsepti, dışlamaktır; hastalar, adalara hapsedilir; artık onların kimliğini kuran “cüzzamlı olmaları”dır, toplumun kimliğini kuran ise “cüzzamlı olmamak”. Vebalıları ise kentin dışında bir yere hapsetmenin imkânı yoktur, bunun yerine kentler bölümlere ayrılır. Bu süreç, sıkı bir denetleme ve gözetleme süreciyle el ele yürümek zorundadır ve “normal” olan herkesin katkısına da ihtiyaç vardır. Evler aranır, bölgeler arasındaki sınırlar denetlenir; hastalık korkusu yaşayan toplum, şikayet etmez, aksine dahil edilir. Kişilerin detaylı kontrollerden geçirilmesi, kayıt altına alınması, bir ihtiyacın ürünüdür; herkes hasta olmadığını kanıtlamak zorundadır; “sağlıklı olmak” yoktur, “hasta olmamak” vardır; toplumu “ne olmadığı” kurmaktadır. Hasta olanlar, yani kurucu unsurdan/normdan (“sağlıklı olmak”tan) mahrum olanlar, itiraza yer olmaksızın, başka bir yasanın (ya da Agamben’in “uygulanmaması yoluyla güç kazanan yasa”sının) hükmü altındadır.

Avrupa sınırları
O gün kent sakinlerini ve kente girip çıkanların sağlık durumunu kontrol eden, onları sürekli olarak denetleyen, ayrıntılı sorular soran, kimliklerini kaydeden şema, mültecilerle ilgili işlemlerin yapıldığı modern Avrupa dairelerinde yaşamını sürdürüyor ve yeniden üretiliyor. Bu dairelerde mültecilere isimleri, sağlık durumları, cinsiyetleri, dini ve siyasi eğilimleri, önceden hazırlanmış formlar ile soruluyor; daha sonra bu bilgiler, kapsamlı bir kontrol süzgecinden geçiriliyor. Mülteciler, “batı değerlerine” tehdit oluşturmadıklarını ve “terörist fikirlerle” ilişkileri olmadığını taahhüt eden imzalar atıyor. Mültecinin siyasal varlığı, daha yolun en başında, “normal olmayan” ve “suç işleme şüphesi olan” (“hastalıklı”) kabulleri üzerine kuruluyor.

Görünürlük ve görünmezlik
Cüzzam ve veba ile mücadelede hastalar ile onların başına gelenler, hem iktidarın mekâna verdiği düzen eliyle hem de “hastalığın bulaşması” korkusu aracılığıyla görünürlük ile görünmezlik arasında salınıyordu. Görünür idiler, çünkü bir yandan toplum onlar üzerinden biçim alıyordu, diğer yandan varlıklarını tüm çıplaklığıyla iktidara teslim etmek zorundaydılar; görünmez idiler, çünkü nerede ve nasıl yaşadıklarının, başlarına ne geldiğinin bir önemi yoktu. Mültecilerin sınırlar ardında veya “toplama kamplarındaki” hayatı da bu minval üzre değerlendirilebilir. Bu duvarlar ardında onlar, “normal toplum” için görünmezdirler; fakat öte yandan “mahkûmların” mekânı, zamanı ve kimliği kayıt altına alınır, hastalık durumları kontrol edilir, hukuki statülerine dair soruşturma yürütülür ve sonunda bir numara ile kayıt altına alınırlar. Durumları cüzzam hastalarınınkine benzemektedir; bazen sınırlar ardına “hapsedildikleri” ya da gönderildikleri de olur. Bu kontrol sürecini aşmayı başaranlar ise “veba” konseptine alınır; artık toplumsallığın kenarında ve iktidarın mutlak denetimi altında yaşamak, “sağlık durumlarını” sürekli olarak kontrol ettirmek durumundadırlar.

Bir bebeğin iltica başvurusu
Almanya’da iltica hakkı kazanmış evli iki arkadaşımın anlattığı son hikâye de bu süreğen denetimi bir kez daha ortaya koyuyor. İki arkadaşın yeni doğan çocuğunun nüfusa kaydı için Alman makamları, önce Türk Konsolosluğunu işaret ediyor ama arkadaşların mülteci oldukları için konsolosluğa gidemeyecekleri anlaşılınca yeni “çözüm önerisi” geliyor: 2 aylık bebek için iltica başvurusu. Yıllar süren iltica süreçleri boyunca denetlenmiş, “sağlıkları” güvenlik soruşturmaları ile araştırılmış bu iki arkadaş, şimdi de aynı süreçleri yeni doğan bebekleri için yaşamak zorunda. 

‘Kitleleşen’ insanların hikâyesi
Avrupa sınırlarında bu “önlemler” nedeniyle mültecilerin başına gelenler ise egemen diskurda nadiren (Alan Kurdî örneğinde olduğu gibi) tartışma konusu oluyor. (Bu tartışmaların hakikati karşılayan bir içerikle yürütülüp yürütülmediği de bir başka konu.) Bu noktada, Foucault’nun veba hastaları için uygulandığını tespit ettiği toplumsal ve siyasal diskurun izlerini görmek mümkün oluyor: “Onları birbirinden ayırt etmeye, tek tek ele almaya değmez.” Mülteciler, Avrupa’ya doğru hareket eden bir “kitle” olarak görünürlük kazanıyor; imajları, meşhur Game of Thrones dizisinde koca bir duvarla engellenmeye çalışılan vahşilerin ya da “ak gezenlerin” imajına benziyor. Kitleler halinde gelirken de, ölürken de hikâyeleri, kaba bir biyopolitikten başka bir düzeyde görünür olamıyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.