Kültürlerin birlikte yaşamı: Ret ve kabul
Forum Haberleri —

Toplum/foto:Freepik
- Hem tür olarak, hem toplum/topluluk olarak, hem de birey olarak aldığımız tutum, yaptığımız tercihler ve başlattığımız hareketler yaşamımızın karakterini belirler. Maddi-manevi bütünlüklü varlığımızın kurucu unsurunun benimsediğimiz ret ve kabul ölçüleri olduğunu tespit etmek zor değil.
MIHEME PORGEBOL
Rousseau, insanın yetkinleşebilen bir varlık olduğunu ve kültürün de buna bağlı olarak kurulabildiğini söyler. Yetkinleşebilmek ise insanın meraktan idraka erişme süreci ile ilgili olarak gelişir. Bu süreç anlama, kavrama ve yorumlama kabiliyetlerinin sırasıyla işletilmesi ve nihayetinde bilgi ve tecrübeye dönüşmesini kapsar. Bu denklemin nasıl işlediğini çözümleyebilmek için önce söz konusu kabiliyetlerin insanın kendini gerçekleştirme çabası bağlamında karşılık geldiği tanımları hatırlamakta fayda var.
Anlam: Dünyayla etkileşim halindeki tüm canlıların temel yaşam motivasyonu ve yaşamı sürekli kılabilmelerinin koşuludur. Varlıkta hareket istenci yaratan merak itkisinin düşünsel ve duyumsal çıktısıdır. İlk temasın verisidir.
Kavrama: Anlamın kontrol altına alınıp harekete yeni biçimler kazandırmaya olanak tanıyan stabil durumdur. Kavrama, anlama sahip olan şeyin tabiri caizse ehlileştirilerek etki yaratabilme potansiyeline kavuşmasıdır. Bu durum anlamın yeniden tasarlanabilmesine olanak tanıdığı gibi, bilgi ve nesnenin kullanım biçimlerinin çeşitlenebilmesini de sağlar.
Yorumlama: Anlama ve kavrama kabiliyetlerinin işlenmesi sonucu ortaya çıkan ürünün ne şekillerde kullanılabileceğini tasarlar. Aynı zamanda mevcut ürün ve durumun başka şeylerle ilişkisini değerlendirir. Edinilen potansiyelin hareket alanını belirler.
Basit bir formülle ifade etmek gerekirse:
“Anlıyorum, bu ateştir.”
“Kavrıyorum, ateş yakıcıdır.”
“Yorumluyorum, ateş beni ısıtabilir.”
Meraktan idraka işleyen bu doğal süreç, insanın özgünlüğünü ortaya koyma biçimidir. Bütün bireysel ve toplumsal birikimler, bu denklem sonucunda belirlenen düşünce ve davranış, algı ve devinim, tercih ve uygulamalardan doğar. İşte bu belirlemeden sonrası, insanı ahlaki ve politik bağlamda tartışmaya açık hale getirir.
Kevin Lynch, "Kent İmgesi" adlı kitabında başka bir bağlamdan ele alarak, insanın anlam yeteneğinin sınırlarının ancak ve ancak yeni bir mücadeleyle karşı karşıya kaldığında genişleyebildiğini söyler. Her yeni koşul, bizi yeni sorgulama ve çözümleme süreçlerine sevk eder. Düşüncenin tarihsel evrimi de günlük yaşam pratiklerimiz de bu doğal gereklilik üzerine kuruludur. Hem tür olarak, hem toplum/topluluk olarak, hem de birey olarak aldığımız tutum, yaptığımız tercihler ve başlattığımız hareketler yaşamımızın karakterini belirler. Dolayısıyla maddi-manevi bütünlüklü varlığımızın kurucu unsurunun benimsediğimiz ret ve kabul ölçüleri olduğunu tespit etmek zor değil.
İnsan toplumunu incelerken, tartışmasız en cesur çıkarımları yapan anarşist devrimci antropologlar David Graeber ve David Wengrow, “Her Şeyin Şafağı”nda kültür konusunu Marcel Mauss’a atıfla açarlar. Mauss’un, “Kültürler fiilen başka şeyleri reddetmenin sonucudur” çıkarımından hareket eden Graeber ve Wengrow, “Toplumlar birbirlerinden ödünç alarak yaşarlar, ama kendilerini ödünç almayı kabul etmekten çok, reddetmeleriyle tanımlarlar” ifadelerini kullanırlar.
Onlara göre, her toplum bir diğerinin ayna görüntüsünü gösterir. Bunu yaparken vazgeçilmez bir ikinci benlik, kişinin asla olmak istememesi gereken şeyin gerekli ve her daim var olan örneği hâline gelir. Bu ret eğilimi, benlik yaratımı açısından zorunlu olarak inşa olması gereken ve kaynağını yorumlama kabiliyetinden alan özgünlük ilkesinden doğar. Ret bireye ve topluma değer yaratmayı ödevlerken kültüre de inşa zemini sağlar. Buradan hareketle denebilir ki birey ve toplumlar kendi varlıklarını tesis ederken, diğerleriyle farklarını ortaya koymak; onların benlik dayanaklarını kendi ret ve kabul ölçüleriyle alternatif bir değerlendirmeye tutmak zorundadır. Kendi hakikatlerini kurmak için idrak, koşul ve biçimlerini yaşamsal pratikleriyle üretmek ve bunu aktarmak zorundadır. Zira hakikatler, uzay-zaman bağlamında bulunulan konuma göre belirir ve anlama tutulduklarında değere dönüşebilirler. Bu temelde ret, bireyler ve toplumlar için maddi-manevi bütünlüğün tesisi açısından hayatidir.
Öyleyse, birey ve toplumların birlikte yaşamı, daha doğrusu ortak yaşam kültürü nasıl kurulur? Bu soru, 27 Şubat’ta "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" ile birlikte coğrafyamız için de önemini katlamıştır. Kuşkusuz bu sorunun yanıtı, tarafların kendi dışındaki varlıkların mevcudiyetine ilişkin tolerans eşiklerine bağlı olarak şekillenir. Ancak konuyu coğrafyamız üzerinden sonuca bağlamadan önce, yine Graeber ve Wengrow’un kültürler arasındaki iletişim ve ilişkiler hakkındaki yaklaşımlarına değinmek gerek.
İki antropolog, “Kültür alanlarının nasıl oluştuğu sorusu, ister istemez siyasi bir sorudur. Tarımı benimseyip benimsememe gibi kararların sadece kalori avantajı hesaplamaları ya da gelişigüzel kültürel zevk meselesi olmadığı; aynı zamanda değerler, insanların gerçekte ne olduğu (ve kendilerini nasıl gördükleri) ve birbirleriyle doğru şekilde nasıl ilişki kurmaları gerektiği hakkında ihtimaller akla getirir. Bunlar, aslında tam da Aydınlanma Çağı sonrası entelektüel geleneğimizin özgürlük, sorumluluk, otorite, eşitlik, dayanışma ve adalet gibi terimler yoluyla ifade etme eğiliminde olduğu türden meseleler” diyerek, kültürler arası doğru ilişkiler için tarihsel ve evrensel anlamdaki ahlaki ve politik yargılara işaret ederler.
İşte coğrafyamızda birlikte yaşamın imkânlarını çoğaltmaya buradan başlamak en gerçekçi ve kolay yoldur. Dolayısıyla özgürlük öncüsü Abdullah Öcalan’ın kararlı iradesiyle girilen yeni sürece de bu perspektiften katkı sunmak gerek. Varlığını tapu senetlerine endeksleyen inkârcı ve imhacı zihniyetleri reddederek, çoğulculuk ve bir aradalığı esas alan değerler üretip çoğaltan konseptler geliştirmeliyiz. Anadolu, Mezopotamya, Orta Doğu ve daha ötesinde değerli ve anlamlı toplumsallıkların inşası ancak bu yolla mümkündür.







