Kürtler ikinci kez kurucu güç
Dosya Haberleri —

Orhan Gazi Ertekin
Emekli yargıç Orhan Gazi Ertekin:
- Kürtler artık Türkiye'nin anayasal bir gücü olarak tanınmış durumda. 90'ların başından itibaren başlayan müzakerelerin hepsi siyasal güçlerden ya da kurucu güçlerden yalnızca bir tanesinin girişimidir. Ama bugün, ikinci defa Kürtler bütün devlet hiziplerinin dahil olduğu bir tür “kurucu güç” protokolünün içerisine girmiş durumda.
- Kürtler artık Suriye’de de ana kurucu güçlerden bir tanesi. Hatta anayasal güç ve modern, laik bir devlet kurulabilmesi için tek avantajlı güç. Dolayısıyla süreç, Kürt hareketi açısından da Suriye’deki pozisyonu Türkiye'ye taşıyıp Türkiye'de yeni bir politik kültür, yeni bir politik biçim, yeni bir politik ilişki alanı yaratmanın fırsatı olarak beliriyor.
MIHEME PORGEBOL
Türkiye, politik bağlamda belki de tarihinin en çetrefilli döneminden geçiyor. Devlet yapısı ve toplumsal örgütlenme ağındaki çürüme, derin ekonomik yarılmalar, küresel denklemdeki pozisyon kayıpları ve bölgesel anlamda baş gösteren tehlikelerin yanında, yüz yılı aşkındır süregelen inkar ve imha odaklı Kürt siyasetinin iflası… Tüm bunlar, Türkiye’de her günün bir öncekinden daha hareketli ve çarpıcı gündemlerle kaynamasını anlaşılır kılıyor. Böyle bir dönemden geçerken Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’yla birlikte hayata geçen ve herkesin siyasi pozisyonu uyarınca adlandırdığı müzakere sürecini emekli yargıç Orhan Gazi Ertekin’le konuştuk. Ertekin, içinden geçtiğimiz süreci, Kürtlere kurucu protokolde yer veren bir anayasacılık süreci olarak okumamız gerektiğini söylüyor.
Tüm üstten okumaları bir kenara bırakırsak aslında Türkiye’de bir çeşit “demokrasiye geçiş” gayreti okunuyor. Herkesin kendince ve bir şekilde isimlendirdiği bu süreci hukuki bağlamda nasıl okumak gerekiyor?
Bu tür müzakere süreçlerini önceden tanımlanmış hukuksal-kurumsal şartlar ve demokrasi teminatıyla birlikte okuma eğilimi çok yaygın. Ama tanımlarımız çoğu zaman olan biteni anlamayı da zorlaştırıyor olabilir. Çünkü müzakere süreçleri kırılgandır ve tarafların çıkarlarını barışın anlamı haline getirmek istedikleri çoğu saklı müzakerelerle ilerler. Kamuoyu, demokrasi ve hukuk vaadi de her bir tarafın kendi tabanlarını genel kamuoyu veya onun sağduyusu haline getirmek için kullanılan söylemlerdir.
Bunun hukuki bağlamına gelince: Şu an sürecin kendi fiili hukuku sürüyor. Bu mevcut yasalardan değil “yasanın dışından” ilerleyen bir süreç. Komisyon o fiili hukuku yasallaştırmak adımındaki bir halka. Normalde şu an bu süreçteki tüm aktörler mevcut yasalar nezdinde kriminal durumdalar ve suç işliyorlar. Öcalan’a bırakın “Kurucu Önder” demeyi “Sayın” demenin bile suç sayıldığı bir ceza hukuku geleneği var önümüzde. Dahası “terör örgütü ile işbirliği ve ittifak” suçlarından yargılanan CHP’liler var. Mahir Polat’ın iddia konusu suç fiili buydu örneğin ve halen ev hapsinde tutuluyor. Komisyonda’kilerin konumu ise Mahir Polat’tan daha ileride görünüyor. Komisyon tam da bu suç işleme halini yasa-üstü bir fiili duruma dönüştürmüş durumda. Diğer yandan Komisyon’u korumak için herhangi bir yasa çıkarmanın bir karşılığı da yok. 2014’te de bir kanun çıkardılar ve kanunun koruma sözü verdiği herkes sonradan cezaevine girdi, AKP tarafı hariç…
Müzakerenin hukuki boyutu işte bu demek; aynı sözün kimi mağdur kimi mağrur haline getireceğine karar verecek fiili bir karar gücü oluşturmak. Çoğu kişi bunun bir çelişki olduğunu düşünür. En azından şaşırtıcı bulur ama değildir. Bu, bir barışın kurucusu olmanın en basit hukuki kuralıdır. Yani kendinden başka bir referansı kabul etmemek… Müzakerenin hukuki boyutunu da en kolay böyle ifade edebiliriz: Kendini yaratan ve kendini referans alan bir “hukuk-ötesi hukuki süreç…”
Peki sizce bu sürece nasıl bakılmalı ve onu nasıl tanımlamalı?
İkinci büyük savaş sonrası savaşan güçler arasındaki müzakereler özel bir araştırma disiplinine ve buna ait tekniklere dönüştürüldü ve buna uygun bir sosyal ve politik kapsam önerildi. Bu mekanik ve endüstriyel bir çalışma alanı yarattı. Bu adlandırmanın politik kapsamı daralttığını düşünüyorum şahsen. Buna karşılık bu tür durumlarda İspanya, Portekiz ve Yunanistan için “geçiş süreci” kavramı önerilmişti. Poulantzas önemli bir kitap yazdı bu konuda. Ben “Kürt barışı”nın ya “geçiş süreci” ya da özgürleşme ve özerkleşmeyi besleyen bir tür geç modern dönem anayasacılık müzakereleri olarak algılanmasının ve adlandırılmasının doğru olacağını düşünüyorum. Geçiş süreçleri güç ilişkilerini değiştiren süreçlerdir. Bu yukarıdaki ülkelerde diktalardan nispeten demokratik ortamlara doğru ilerlemeyi vaat ediyordu ve bu doğru bir adlandırma olacaktır…
Fakat burada daha farklı ve “Kürt kuruculuğu” veya “Kürt anayasacılığı” diye adlandırabileceğimiz bir durum var. Bu sadece Türkiye açısından değil Suriye, Irak ve İran’ı da içeren bir Ortadoğu politikaları ve güç ilişkilerini de kapsayan bir gündem. Yani şunu demeye çalışıyorum: Bu bir “Türkiye’nin müzakere süreci” değil, Ortadoğu’nun müzakere süreci ve bu kadar ulus-ötesi dengeleri ve güçleri barındıran bir meselede demokrasi ve hukuk beklentileri uluslararası ilişkilerin realist yaklaşımı açısından biraz fazla iyi niyetlice… Kürt anayasacılığı veya Kürt kuruculuğunun diğer ulusal hareketlerden çok daha fazla stratejiye ihtiyacı var. Bu onun demokratik kapasitesini ciddiye alanlar açısından da çok önemli ve realist bir tutum olur.
Bu kavramı ilk kez duyuyoruz sanırım. Kürt anayasacılığını biraz açar mısınız? Kürt anayasacılığı derken ne anlamalıyız?
Kürt anayasacılığı en genel anlamda, Ortadoğu’da BAAS ve Kemalist hareketin iddia ettikleri modern laik siyasal ufuklarını sağ gerici bir politik tarafa iten yeni bir kuruculuk iddiasıdır. Her ikisinin de bütün sol ve laik iddialarına karşın “Sünni kurucu kimlik” üzerinden hareket ettiğini artık daha iyi biliyoruz. Diğer yandan Kürt kuruculuğu Ortadoğu’nun son bin yıllık Şii-Sünni çatışmalarının yeniden güncellenmesi girişimlerine karşı da farklı bir kamu ve anayasal alan da vaat eden ortak bir yaşam vaadini içerir. Rojava anayasası ve en son geçen ay düzenlenen Hesekê anayasa konferansı buna örnektir.
Kürt anayasacılığının birkaç önemli kurucu ilkesi vardır: Birincisi Kürtlüğün çoklu inşası ile ilgilidir; kurucu Kürt güçlerinin çoğulluğu. 1514 anlaşmasının her bir Kürt beyi tarafından ayrı ayrı imzalanmasını hatırlayalım. Bu Kürtlüğün Roma tarihi üzerinden bakıldığında bir imparatorluk olarak değil bir cumhuriyet olarak politik forma dönüşebileceğini gösterir. Bunu besleyen ikinci önemli nokta, Türk anayasacılığının Cumhuriyette de devam eden “kardeş katli yasası”na karşı Kürt anayasacılığının “Birakujî yasağı”na dayanmasıdır. Fatih’in iktidar mücadelesinde “kime müyesser olursa” diyerek verdiği ruhsat, cumhuriyette Menderes’in idamına kadar ilerlemiştir. Şimdi benzer iktidar mücadelelerinin Kürt liderlikleri arasında da olduğu söylenebilir. Fakat Kürt kuruculuğu veya Kürt anayasacılığına çoğul liderlik bir “Sezar” çıkmasını engelleyen en önemli noktalardan birisidir ve bunun tarihsel kökleri de vardır. Şimdi lafı çok uzatmadan tamamlayayım: Kürt kuruculuğunun kapsamlı konumu, klasik barış müzakereleri ve ideal müzakerelere dayanan analizleri zayıf anlama girişimlerine dönüştürüyor maalesef.
Türkiye’de özellikle sol aydınlar arasında ciddi bazı eleştiriler var müzakere sürecine dair. Bazıları Kürt hareketini suçluyor. “Bunlardan nasıl demokrasi beklersiniz?” diye soranlar da var. Siz oldukça farklı düşünüyorsunuz söylediklerinizden anladığım kadarıyla?
Ben de bu arkadaşların değerlendirmelerini okuyor ve onlardan çok şey öğreniyorum. Fakat onların eleştirisi temelde özneler, öznelere yüklenmiş niyetler ve onların ideolojik argüman ve siyasi ufukları üzerinden yapılıyor. Buradan bakıldığında özneler hedef için yetersiz kalıyor. Öznelerin niyetleri karşı konulamaz biçimde ifşa ediliyor ve onların ufukları tecrübeleri ile bir tutularak tüm öznelerin aynı kaldığı ve kalacağı, böylece ileri sürülen tezlerinin kolaylıkla kanıtlandığı rahatlatıcı bir süreç okuması tamamlanıyor. Ben bunun bir analiz olmadığını ve çok kolay ve kendini garanti eden bir kapalı okuma sistemi örneği olduğunu düşünüyorum… Bir defa bu okuma, süreçteki tarafların ürünü olan bir barış algısına sahip… Yani özneler barış ve demokrasi isterler ve üretirler. Eğer barış ve demokrasi bekliyorsak özneye bakmalıyız… Özgür iradeli özneler vardır ve bu öznelerin hareketleri de kolaylıkla öngörülebilir
Böyle bir barış mükemmel olurdu. Ama yok. Hatta barışlar çoğu zaman, istemediğimiz barışlar haline gelirler. Çünkü öznelerin kasıtla kurdukları bir demokrasi yoktur. Bu fazlasıyla hukuksal-kurumsal bir iktidar anlayışına dayanıyor…
İkinci nokta, bu yaklaşımın savaşın değişen doğasına yönelik anlama çabasını da zayıflatmış olmasıdır. Barışlar bir yeni hukuk yaratırlar. Ama o hukuk da gene güç ilişkilerine bağlıdır. Güç ilişkilerinin dışında kalanlar için savaş çoğu zaman o barışın içindedir. Ve barışla genellikle beklentilerin azını elde ederiz. Ta ki bir nihai barış (pax) kurana kadar ki, o da nihai değildir…
Üçüncüsü; tarafların müzakereyi yeni bir protokol olarak kullanmasına dair geçişleri görmediğini düşünüyorum… Örneğin PKK’nin kurucu şiddet pratiğinin kendisini Türkiye nezdinde yalnızca bir protokol haline getirme çabası, başka deyişle silahlı hareketin politik alana aktarılarak sürdürülmesine dair karar süreçlerini bir politik eklemlenme olarak okumak, AKP’nin yaygınlaşmasını istediği bir yorum türü olabilir. Ama bu barışın saf bir barış, yani savaştan tamamen arınmış, saf niyetlerle girilen bir alan olduğu algısına dayanıyor…
Bu arkadaşlarımızın hem aktörlere, ama en çok da kendilerine çok fazla yüklendikleri kanaatindeyim. Onlarla oluşan, onlarla tamamlanacak ve onlarsız bitecek bir dünya yok. Aydınlarda bir “peygamber hastalığı” (oto-suggestion) vardır. Hayatın çok kötüye gittiği, insanların “iman’dan çıktığı, kıyamet gününün yaklaştığı, artık uyanıp imana gelmek gerektiği, bunu tebliğ etmenin de kendilerine düştüğü, seçilmiş oldukları vaazlarınden bahsediyorum…
Bence onları dinleyelim. Sözlerinin bir kamusal karşılık bulabildiği yerlerde barış müzakerelerinin demokratik kapsamını genişletmek için kullanmak gerektiğini kabul edelim…
Barışı bir düzen değil bir ilişkilenme hali olarak görüyorsunuz o halde? Doğru mu anlıyorum?
Her barış bir siyasal-hukuksal düzen yaratmaz. Barış müzakerelerinin çoğunluğu bir güç ilişkileri sorunudur. Daha açık deyişle, içinde olduğumuz müzakereler bir ittifak teklifidir ve sonunun nereye varacağı sorusunun cevabı tarafların aldığı risklerin derecesine bağlı. Yukarıda Mahir Polat tartışmasını hatırlatayım sana yeniden. Mahir Polat, Devlet Bahçeli’den daha önemsiz sözler ederken ev hapsinde olmasının nedeni, bu sürecin bir düzen değil bir ittifak yaratacağı beklentisine dayanıyor. CHP’nin bu ittifakta yer alması istenmiyor. Bu bile bu barışın bir düzen ile ilgili olmadığını, güçlerin birbirlerinin işlevselliği ile ilgilendiğini gösteriyor. Ben şahsen çok yavaş ve sürekli karşı tarafı yoklayan bir süreç olacağı kanaatindeyim. Diğer yandan bütün bunlar Türkiye’den çok doğrudan Suriye ile ilgili. Türkiye, Suriye’deki sonuçlara bakarken Kürt hareketi bu müzakereyi kendisiyle Türkiye arasındaki bir silahsızlanma protokolü haliyle sınırlı olarak tamamlamak istiyor. Burada bir yeni düzen değil silahlı savaş sonrasının ilişkiler ve imkanlar alanı sınanıyor bence…
O halde müzakereyi bir politik dönüşüm süreci olarak görüyorsunuz. Öyle mi?
Savaşı savaştığınız taraf ile yaptığınız bir protokolle bitirmek başlı başına bir kazançtır. Savaşın muhatabını silahlı savaşın politikaya dönüşümü için ortak etmek, kurumsal bir tanınma ve normalleşmeyi de beraberinde getirir. Kürtler bu müzakerelerle artık Türkiye'nin anayasal bir gücü olarak tanınmış durumdalar. Bu anlamda Kürtler anayasacılık tarihinin 5. veya 6. büyük tarihsel güçlerinden birisi olmuş durumda. Bu, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bence ikinci önemli müzakere.
İlkiyle beraber yorumlayabilir misiniz?
İlki 1919-20 yılından Mustafa Kemal’in Kürtlere özerklik verileceğine dair 1923 Ocak’ına kadar devam eden sözler, tutum alışlar ve eylemler dönemidir. Kürtler 1919’dan itibaren 1923’e kadarki süreçte kurucu güçler protokolünde yeri olan bir topluluktu. Bütün tarihsel ve siyasi güçlerin mutabık olduğu bir müzakereydi bu. Şimdi gördüğümüz süreç aslında bu anlamdaki ikinci müzakere sürecidir. Bundan önceki müzakerelerin hepsinde, örneğin 2013'te devlet hiziplerinden sadece AKP müzakere sürecinin içindeydi. Cemaat süreci baltalamaya çalışıyordu. O dönem iktidar bloku AKP ve cemaatten oluşuyordu. O süreç içerisinde devlet hiziplerinden sadece bir tanesi müzakere sürecini yürütürken Ergenekon kanadı, sol ulusalcı kanat, cemaat ve diğerleri muhalefete devam ediyordu. İşin çok dışındaydılar. Yani, 90'ların başından itibaren başlayan müzakerelerin hepsi siyasal güçlerden ya da kurucu güçlerden yalnızca bir tanesinin girişimidir. Ama bugün, ikinci defa Kürtler bütün devlet hiziplerinin dahil olduğu bir tür “kurucu güç” protokolünün içerisine girmiş durumdalar.
Bu süreçle paralel olarak “yeniden kuruluş”, “yeni Türkiye”, “Türkiye yüzyılı” gibi ifadeler de aslında böyle farkındalıktan mı çıkıyor?
Yeni Türkiye, yeni düşler edinmiş bir stratejik tarifin taşıyıcı ifadesi ise eğer özellikle Ortadoğu açısından iki temel politik ihtiyacı da zorunlu kılıyor. Birincisi kuşkusuz Kürtlerin Ortadoğu’da yerel alanları tutma gücü ve potansiyelinin çok işlevsel beklentiler yaratıyor olmasıdır. Yeni Türkiye, ancak etnik kültürel bir ittifak çağrısı ile Ortadoğu’da işlevsel bir anlam kazanabilir. Diğer yandan ise “Yeni Türkiye’ dedikleri Türkiye’nin Rus devlet kilisesi veya İran molla rejimi gibi bir ek politik yapı ile Cumhuriyetin yeniden Ortadoğu’ya açılması ile ilgili sanırım. Diyanet devletinden Türk tipi devlet kilisesine doğru geçiş Ortadoğudaki sünni güç odaklarına ulaşmak açısından da önemli. Gellner’in deyişiyle Türkiye özellikle Suriye nezdinde “gecenin karanlığından istifade etmek” istiyor ve Cumhuriyetin sünni kurucu kimliğini (kurucu gücünü değil) bir sünni kurucu güce dönüştürmek istiyor.
Peki Türkiye gerçekten bir beka sorunu yaşadığı için mi yoksa sizin de belirttiğiniz gibi bir fırsatı değerlendirmek üzere mi girdi bu sürece?
Beka sorunu Osmanlı-Türk devlet geleneğinin şiddeti meşru hale getiren bir politik söylemidir ve hep bir “beka sorunu” vardır Türkiye’nin. Refik Halit Karay’ın isabetle söylediği gibi bu ülkede hep “vaziyetler naziktir.” Düşünce ve sözün yasaklanması, bastırmanın olağanlaştırılması, devletin hassas meselelerinin halktan uzaklaştırılması ve egemene açık yetki talebinin gerekçelendirilmesi biçimidir. Fakat bugün bunu Ortadoğu’nun artık içine girmiş olduğu post-Lozan dönemine yönelik bir kaygının ifadesi olarak görmek de mümkün kuşkusuz. Ben, şahsen Ortadoğu’da Kürtlerin yaşadığı her ülkede varlıklarını normalleştiren gelişmeler yaşandığını, buna uzak kalan tek devletin Türkiye olduğunu düşünüyorum. Irak’tan sonra Suriye’de de askeri, idari ve parlamenter kurumsallaşmaların olduğu bir coğrafyada Türkiye’nin buna hala eski reflekslerle karşılık vermesi ve bundan başarı beklemesi mümkün değil. Mümkünse de kendine yeni ve parlak düşler kurmak zorunda olan bir iktidar için daimi risk taşıyan çabalar olarak kalır. Bu nedenle sorunun her iki tarafına da evet cevabı verebilecek durumdayım şu an. Ben AKP ve MHP’nin, Türkiye'nin büyümesiyle kendi büyümeleri arasında bir ilişki olduğu rasyonalitesiyle hareket ettikleri kanaatindeyim. Yani kendilerini büyütecek bir fırsat görmedikleri takdirde böyle bir sürecin içerisine girmeleri çok mantıklı görünmüyor. Aynı zamanda Suriye açısından Kürt hareketinin de çok önemli bir pozisyonu var. Kürtler artık Suriye’de ana kurucu güçlerden bir tanesi. Hatta anayasal güç ve gerçek bir anayasa bağlamında modern, laik bir devlet kurulabilmesi için neredeyse tek avantajlı güç durumunda. Dolayısıyla süreç, Kürt hareketi açısından da Suriye’deki pozisyonu Türkiye'ye taşıyıp, Türkiye'de yeni bir politik kültür, yeni bir politik biçim, yeni bir politik ilişki alanı yaratmanın fırsatı olarak beliriyor.
Demokratik Cumhuriyet ifadesi de biraz buradan geliyor sanırım. Peki bunu mümkün kılacak bir ortam görüyor musunuz? Kürt sorununun demokratik bir zemine taşınması ve Türkiye'nin buradan daha güçlenerek çıkmasının koşulları var mı şu an?
Şu an mevcut duruma bakarsak; CHP'nin giderek toplumsal merkezin dışına doğru itilmeye çalışıldığı, kriminalleştirildiği ve Kürt hareketinin yerine Türkiye'nin orta sınıflarının ve topluluklarının düşmanlaştırıldığı bir sürecin içerisindeyiz. 19 Mart tam da bu sürecin başlangıcı. 19 Mart’ın darbe sürecinin başlangıcı olduğu söyleniyor. Ama asıl darbe süreci 15 Temmuz başarısız darbesinin sonrasında ve özellikle de Selahattin Demirtaş’ın dokunulmazlığının kaldırılması kararı ve tutuklanması ile başladı. 19 Mart o darbe sürecinin yeni ve ek bir halkası. Bu durum AKP'nin mevcut müzakere sürecinden ek beklentilerini ortaya koyan noktalardan bir tanesidir. AKP’nin saf bir barış ortamı tarifine sahip olmaksızın barış ve müzakere ortamını bütünüyle kendi zihniyle, kendi tarihsel çıkarlarını gözeterek yürüteceğini gösteriyor. Aynı zamanda karşısındaki muhataplarına da bunu kabul ettirmek istediğini gösteriyor. MHP'ye bakarsak, Kürtleri de kurucu güçler arasına dahil ederek, Ortadoğu'da kendine yeni bir dost siyasal topluluk inşa etme çabası içerisinde olduğunu görüyoruz. MHP bunu 1970’lerde Kürtçe bir dergi çıkartarak denemeye kalkışmış ama başarısız olmuştu. Şimdi yeniden aynı düşü görüyor. Kürtlere bakıldığında ise durum çok farklı. Onlar hak mücadelesini kollektif toplumsal ve kültürel bir birimin inşası ile yepyeni bir ulusal evreye taşıdılar.
Sadece Türkiye’yi kastetmiyorsunuz sanırım.
Evet, evet. Ortadoğu’da, Avrupa’da ve uluslararası alanda varlığına, tanınmasına, taleplerinin meşruiyetine dair güçlü karşılıkları olan bir toplumsal bütünlük artık o. Kendi medyası var, kendi parlamentarizmi var, kendi idari-yönetsel tecrübesi var. Bir de kendi avukatlık hareketi var ki bu, dünyada da pek az mukayesesi olan güçlü bir varlık alanı. Dahası Ortadoğu’da misyoner politik konumu aşan bir kadın hareketi var. Daha ileriye gideyim, Sünni-Şafi gelenek ile Alevi geleneklerini birleştirebilen yeni bir siyasal ilişki ve iletişim alanı da yarattı. Ve bu okuyucularınız ile aramızda kalsın; artık bir futbol takımları da var… Kürtler, devlet-altı siyasal kültürünün Ortadoğu’daki en belirgin ve en güçlü örneği. Devlet-altı siyasal kültür yönünden varlığını bugüne kadar bütün baskılara rağmen getirebilmiş bir topluluk. Bütün saldırılara karşı kendi hareketini, kendi örgütlenmesini, kendi iddiasını sürekli yenileyebilme kapasitesi ciddi bir toplumsal harekete tekabül eder.







