Kürtleri anlama çabasında son durak: 9,75 filmi

  • Filmle ilgili en büyük problem, neredeyse hiçbir hikayenin başı ya da sonunun olmaması. Bunu elbette geleneksel anlatı kalıplarını yıkmak amacıyla da yapabilirsiniz. Kimisi öyle ister, seyirci koltuğunda rahatça oturacağına, filmime odaklansın ve benim derdimi anlasın diyebilir.  

BİLGE AKSU

Sizi bilmem de ben Türkiye sinemasına dair şöyle bir sezgiye ulaştım. Filmin adı ne kadar aykırı olalım kaygısı taşıyorsa, maalesef film o kadar berbat oluyor. Uluç Bayraktar, ki kendisini elbette en çok Ezel’in yönetmeni olarak tanıyoruz, böyle bir işe kalkışmış en son. İlk filmi hem de, 9,75. Filmin adı bu. Mehmet Eroğlu’nun eserinden uyarlanmış gerçi, orijinal isim o şekilde gelmiş. Ama şahsen taşıdığım kaygıyı sonuna kadar doğruladı bu haliyle.

Fellini’nin 8 buçuk’u gibi orijinal bir isimlendirme kaygısı taşıyan bu filmi izlerken aşırı uç duygular arasında gidip geldim. Esasında bir filmden beklentimiz budur çoğu kez. Yönetmen ve filmin evreni bizi oturduğumuz koltuktan alsın ve kendi alternatif evrenine soksun, bunu yaparken de bir sürü farklı hisler yaşatsın isteriz. Fakat bu filmde benim yaşadığım duygusal gelgitler bu kategoriye sokulamayacak şeyler. Çünkü ortalama bir filmde yönetmen, seyirciyi bilinçli olarak bu duygulara sokup çıkartır. Bu örnekte ise ne yazık ki yönetmenin olumlu manada bir dâhili yok. 

Film 1998 yılında, Nejat İşler (Ahmet)’in karanlık bir akşam vaktinde, karşısında ufacık bir Kürt çocukla (Zinar) karşılaşması ekseninde açılıyor. Bu sahnede Zinar’ın “Benim babam etkisizleştirilmemiş bir terörist…” tarzındaki büyük cümlelerinden etkilenmemek epey zor. Belli ki karşımızda, hem müesses nizama hem de resmi tarih anlatısına kafa tutacak bir film var diyoruz. Medyanın çatışma haberlerini verirken kullandığı dil daha evvel de eleştirilmişti. 2008’de, Nefes filminde, sert bakışlı ve diyaframını fazlaca kullanan bir komutan, ‘süslü püslü bir karının’ en fazla 45 saniyeliğine, hüzünlü bir sesle ölen askerleri haberlerde duyuracağını ve sonra magazin haberleriyle güne devam edileceğini anlatmıştı. Hatırlayanlar olacaktır. Burada da benzer bir giriş söz konusu. Henüz “etkisizleştirilmemiş bir teröristin” yaratacağı bir korku fırtınası fırına verilmiş diyoruz.

Amaç, Ahmet karakterinin kim olduğunu öğrenmek 

Filmle ilgili en büyük problem, neredeyse hiçbir hikayenin başı ya da sonunun olmaması. Bunu elbette geleneksel anlatı kalıplarını yıkmak amacıyla da yapabilirsiniz. Kimisi öyle ister, seyirci koltuğunda rahatça oturacağına, filmime odaklansın ve benim derdimi anlasın diyebilir. 9,75’te olup biten ise bundan epey uzak. Ahmet karakteri, 90’ların sonunda hasbelkader, asteğmen göreviyle orduda bulunmuş biri. Bu açılış sahnesinden sonra onu tanımaya 2013 yılında, Beyoğlu’nda devam ediyoruz. Gezi eylemlerinin en şiddetli anlarından birinde, etraf biber gazına, eylemci çığlığına, polis gürültüsüne boğulmuş haldeyken, sokakta ansızın yere düşüyor Ahmet. Ve hemen yanında bitiveren ikinci bir karakterle tanışıyoruz. Marylin, Ahmet’e bir kardeş kadar yakın ve güçlü bir karakter. Seyirci olarak onun kim olduğunu düşüneduralım, bir anda Ahmet’i her şeyi kabullenmiş ve hatta umursamayan bir tavırla, karşısındaki doktordan (Ercan Kesal) beyninde gelişen bir tümörle de mücadele etmesi gerektiğini öğreniyoruz. Ahmet, yazar karakterine uygun düşecek şekilde, sağlığından daha çok önemsediği bazı tutkulara sahip. Yazı yazmak, içki içmek gibi. Doktorun acilen ameliyat olması gerektiğini belirtmesi onda herhangi bir etki yaratmıyor. Önce yazmakta olduğu kitabı bitirmeyi amaçladığını belirtiyor. Bu kısımlar, karakterin duygusal derinliğini yakalayabilmemiz için mühim referanslar taşıyor. Fakat Ahmet, Gezi eylemlerinin göbeğindeki evinde, elbette gündüz vakti bile loş görünen bir ortamda edebiyatla uğraşan bir karakterden fazlası. Bir kere, artık biliyoruz ki o 90’lı yılların en çetrefilli döneminde, ‘Güneydoğu’da’ askerdi. Hakkında daha fazla şey öğrenmemiz şart. Bunu da Marylin karakteri sağlıyor. Eylemlerde saatler boyu çatışan ama ne hikmetse fiziksel görünüşlerinde hiçbir belirti olmayan iki kişiyi getiriyor Ahmet’in evine. Kendi evi dolu olduğu için, eylemlerde epey yorulan bu kişileri dinlensin diye evine getirdiği Ahmet, yine oldukça umursamaz tavırlarla karşımıza çıkıyor. Eylemcilerden erkek olanı, Ahmet’in sakallarıyla ilgili bir tespit yapınca, birden uzun bir tiratla karşılaşıyoruz. Acı dolu bir hikaye. Bu sahnede yönetmen, erkek eylemciyi misyonunu tamamladığı gerekçesiyle hikayeden söküp atıyor. Bir daha asla karşılaşmıyoruz. Kimdi, neden öyle patavatsız bir yorum yaptı, bilmiyoruz. Zaten önemli olan, oturup kendini anlatmakla uğraşmayacak kadar cool görünen Ahmet karakterinin kim olduğunu öğrenmek. Amaç da hasıl oluyor.

Yüzündeki yara

Ahmet’in yüzünde, çocukluktan kalma ve 9,75 santimetrekarelik bir alanı kapsayan büyük bir yara var. Sebebi alkolik babası. Biten içkisinin yenisini istediği ama eşi buna yanaşmadığı için, elindeki şişeyi kırmış ve saldırıya geçmiş. Ahmet de annesinin kucağında. Nasıl oluyorsa, babası kırık şişeyi salladığı esnada, anne can havliyle Ahmet’i kendine siper ediyor. Ve hayat boyu taşımak zorunda kalacağı bu yara iziyle tanışıyor çocukçağız. Elbette bu noktada, herhangi bir annenin kendini korumak için çocuğunun arkasına saklanması ne ölçüde tutarlı ve geçerli bir hikayedir, bunu tartışmayacağım. Olan olmuş, baba katil ve anne mezarda. Ahmet ise yetimhane yolunu tutuyor. 

Hikaye aslında, paralel iki hayatın hikayesi. Bir yanda, açılış sekansında gördüğümüz Kürt Zinar, diğer yanda kerameti kendinden menkul bir duygusallık taşıyan asker Ahmet. Zinar’ın yüzünde bir yanık izi var ama sebebini bilmiyoruz. Onunla ilgili bildiğimiz ilk şey, ailesinin kaçarak onu geride bırakması. Daha doğrusu, babası gerilla olarak dağa çıkınca, ailesinin kalanı kaçmak zorunda kalmış. Ama anne, büyük çocuğunu yanına alıp, Zinar’ı dedesi ve ninesiyle bırakmış. Bir yetimhane değil belki ama, Zinar da tıpkı Ahmet gibi, terk edilmiş bir yaralı çocuk. 

Peki bu hikaye nerede birleşiyor? Ahmet’in yazmaya çalıştığı romanda. Bunu da, Zinar’ın büyümüş, gelişmiş, serpilmiş bir halde annesinin karşısına çıktığı sahnede anlıyoruz. Günah çıkarmaya çalışan annenin Kürtçe yakarışlarını yarıda kesen Zinar, Türkçe diliyle ‘Benim kimsem yok’ diyerek kestirip atıyor. Anlaşıldığı üzere, Zinar geride bırakılmış olmanın acısını, Kürtçeyi dahi reddederek çıkarmak istiyor. Kimsesiz biri olmak, terk edilmiş biri olmaktan daha iyidir sonuçta…

Tabii bütün bunlar Ahmet’in paralel kurgusunun ürünü. Yazmaya çalıştığı kitabı, Marylin’in getirip tanıştırdığı Serap (Funda Eryiğit) karakteri sayesinde biraz olsun okuyabiliyoruz. Bu noktada, Ahmet gibi umursamaz bir karakterin nasıl olup da birden romantik bir aşk adamına dönüştüğünü anlamamız da pek mümkün olmuyor. 90’lı yıllardan beri irtibatını koparmadığı bir asker astı var Ahmet’in. Ona kız istemeye gideceklerinde, kelimenin tam manasıyla, ışık hızında bir aşk hasıl oluyor Serap ve Ahmet arasında. Muhtemelen Serap’ın o akşam için seçtiği kıyafetin etkisi bu. Funda Eryiğit gibi, sinemanın en zarif kadınlarından birinin canlandırdığı bu karakter, işte tam da o elbiseyle bohem Ahmet’in gönlünü çalıveriyor. Gerisi yokuş aşağı. Geçmişi travmalarla ve terk ediliş hikayeleriyle yüklü bir Ahmet, yıldırım hızıyla bu kadına güveniyor, her şeyini teslim eder hale geliyor. (Tabii ki hikayenin sonunda bohemlik yine kazanıyor o ayrı)

Hikayeyle ilgili açıklar

Film, arka planına Gezi eylemlerini ve dolayısıyla ülkenin karmaşık panoramasını aldığı gibi, Marylin karakterinin kimliğiyle de woke kültürüne selam çakmadan edememiş. Çünkü kim olduğunu, Ahmet’le nereden tanıştıklarını asla bilmediğimiz bu Marylin, aslında geçiş sürecindeki bir trans kadın. Bu bilgiyi de Ahmet ve eski asker arkadaşının tek bir sahnedeki diyaloğundan anlıyoruz. Ve elbette, Türkiye’yi az çok tanıyan insanlar olarak, hayatın hangi mucizeleri gerçekleşiyor da, bir eski askerin, Beyoğlu’nda bohem bir hayat sürüp, Gezi eylemcilerine kapısını açacak ve hatta trans bir kadına sahip çıkacak duyarlılığa ulaştığını pek anlamıyoruz. Bu noktalar hikayeyle ilgili epey büyük açıklar. Keza, Ahmet’in yetimhane günlerinde beş dakikalığına filme dahil olan Sevgi Anne (Şebnem Bozoklu) karakteri de bir tuhaf. Çocuklarla tanıştığı sahnede hepsine birer kitap verip yanağından öpen bu kadın, Ahmet’e gelince sırf yara izinden ötürü, onun yanağını okşamakla yetiniyor. Sonrasında, yine neden bilmiyoruz ama, çocuk Ahmet’in, onun parmağına dokunmak istemesinden niçin o kadar etkilendi, onu da anlamıyoruz. Bir yetimhanede tanışacağı çocuklara Kemalettin Tuğcu kitapları armağan eden bir karakteri pek sorgulamamak belki de en doğrusu zaten…

Uluç Bayraktar, sinemadaki bu ilk işiyle uluslararası camiada ilgi çekmeyi başardı. Birçok prestijli festivalde gösterildi 9,75. Ama filmdeki teknik aksaklıklar epey rahatsız edici. Hele ki anlatının bir aile dramasıyla Kürt meselesine değinmeye çalışıp, bunu yalnızca egemen dilin sınırlarında bırakması, telafisi mümkün olmayan bir kaza. Bu bağlamda hem sinemasal hem de sosyo-politik anlamda sınıfta kalan bir yapım olmuş 9,75.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.