Merdivenin en alt basamağındakiler

Dosya Haberleri —

Nalan Kurunç

Nalan Kurunç

  • Çevirmenin hakkının gaspa uğraması konusunda en büyük faillerden biri tekelleşme. Bunda da zaten büyük yayınevlerinin payı var. Dağıtım şirketlerinin de büyük payı var. Hiçbiri kapitalist üretim ilişkilerinden azade değil. Ve evet, merdivenin en alt basamağında çevirmen yer alıyor. 

MIHEME PORGEBOL

Gün geçmiyor ki Türkiye'de yayın camiasında bir skandal yaşanmasın. Geçtiğimiz senelerde en büyük yayınevlerinin de karıştığı bandrol skandalından tutun da eserin sahibinden habersiz yapılan kitap baskıları, sosyal hakların gaspından tutun da intihallere kadar yazın anlamında asla kabul edilmeyecek ilkesizlik ve hukuksuzluklar Türkiye'de rutinleşmeye başladı. 

Tüm bunların yanında bu camiada en başından bugüne dek en çok görmezden gelinen ve en çok sömürülenler de çevirmenler oldu. Türkiye'de çevirmenlerin karşılaştığı sorunlar ise çoğunlukla hayati konulara ilişkin oluyor. Bu sorunların başında ücretlendirmedeki adaletsizlik, mobbing, çeviri hırsızlığı geliyor. Biz de çevirmenlerin karşılaştığı sorunlar ve bu sorunlara dair çözüm önerileri hakkında Nalan Kurunç'la konuştuk. 
Nalan Kurunç, yıllardır birçok alanda çeviriler yapıyor. Yayımlanmış çevirilerini sayısını kendi de bilmiyor. Bugüne dek Otonomist Marksizm’den Feminizme, Toplumsal Hareketler’den, Yeni Materyalizm’e Deleuze & Guattari’den başka filozoflar ve avandgard bestecilerle yapılmış söyleşilere kadar farklı alanlarda çeşitli mecralara çeviriler yaptı. Son zamanlarda faşizm, feminizm, yeni materyalizm ve sanat üzerine kitaplar çevirmeyi düşünüyor ancak Türkiye'de çeviri alanında karşılaşıla zorlukların belini daha fazla bükmesini istemediği için bu istekler yalnızca düşünce de kalıyor. 
Çevirinin yanında söyleşiler yapıp şiirler de yazan, sanatın farklı disiplinlerinde üretimler de yapan Kurunç, Türkiye'de çeviri alanında yaşanan sorunlara ilişkin "Öteki’nin ortadan kalkışını konuşmak ve buradan kapitalizm-ötesi olanaklar üzerine düşünmek zorundayız" diyerek örgütlenme gerekliliğine işaret ediyor.

Sektörel kaygıların dışında; yazın, sanat ve düşünce alanlarına daha anlamlı bir yaşam inancıyla yaklaşan, işini bu temelde sürdüren şiir, dans, tiyatro, çizim gibi birçok alanda da üretimleri olan birisin. Tüm bunların arasında senin için çeviri nerede duruyor?
Söylemeliyim, çeviri hiçbir zaman sadece “sektörel bir kaygı” olmadı bende, ne yaptımsa tutkudan. Çeviri yapmaya başladığım ilk yıllar Franco ‘Bifo’ Berardi, Michael Hardt, Silvia Federici, Antonio Negri, Paolo Virno, Elizabeth Grosz gibi düşünürlerin isimleriyle ilk kez karşılaşmış, o zamanlar Dünyanın Yerlileri adlı web sitemize onlardan çok sayıda makale çevirmiştim. Çeviri hem benim belki en çok (Otonomist) Marksizm ile tanışmama hem de hakkı henüz teslim edilmemiş çağdaş filozofları Türkçeye çevirmek gibi bir arzuya karşılık gelir. Toplumsal/siyasal meseleler her zaman o kadar yakıcıydı ki, çeviri yapmak Türkçeye yeni kavramlar, terimler, yeni sözceler kazandırarak bu toplumsal meselelere müdahale aygıtları yaratabilmek demekti, böylece yeni kaçış çizgileri yaratabilecektim, hâlâ da böyledir elbette. Bir de dil meselelerine duyduğum ilgiden kaynaklanan bir yöneliş benim için çeviri. Tercümenin şiir/dil çalışmalarıma besleyici etkisi bakımından bir yöneliş bu.

"Böylece yeni kaçış çizgileri yaratabilecektim" derken ne kastediyorsun? Neyden kaçış?
Bu Félix Guattari ve Gilles Deleuze’den ödünç aldığım bir kavram. Kaçış çizgileri basitçe bir şeyden kaçmak demek değildir. Şöyle der Deleuze ve Guattari: “Kaçış çizgileri, hiçbir zaman, dünyadan kaçmakla oluşmaz; tıpkı bir boruda delik açtığınızda olduğu gibi, sızıntılar yarattığınızda oluşur; bütün toplumsal sistemler, kaçış çizgilerini tıkamak için parçalarını ne kadar sağlamlaştırsalar da, her yanlarından sızdırırlar. Bir kaçış çizgisinde muhayyel, sembolik hiçbir taraf yoktur. İnsanlarda da, hayvanlarda da, bir kaçış çizgisinden daha etkin hiçbir şey yoktur. Tarih bile, 'belirleyici kırılmalar'la ilerlemek yerine, bu yolu seçmeye mecburdur. Göçebeler, önlerine çıkan her şeyi, kaçış çizgileri üzerinde silip süpürdüler ve yeni silahları öyle buldular, böylelikle Firavun’u şaşkına çevirdiler.”

Çevirirken yazarla kurduğun ilişki üstüne konuşalım mı biraz?
Zamanla şunu görüyorsunuz her yazarın, her metnin bir ritmi var; bir yazarın farklı farklı ritimleri var; bir metin içinde farklı ritim yoğunlukları var. İşte bunları yakalamaya çalışmak, bunlar da çevirinin bir parçası diyorsunuz. Savaş Kılıç’ın “Çevirmek, bana öyle geliyor ki, öncelikle sözdizimini çevirmek demek” sözünü hatırlıyorum, bu düşünceyle hemfikir olmakla birlikte bir yazardan bir eser çevirmek birçok şeyin yanında yazarın ritmini de işin içine katacak olursak; yazarın metin üzerindeki nefes’ini adeta solumaya çalışmaktı benim için, hâlâ da öyle. Nefes Kaos ve Şiir’i çevirirken Franco Berardi benimle şöyle bir not paylaşmıştı: "Conspiration, entrika anlamına geliyor; ortak proje ve komplo anlamlarında kullanılıyor. Fakat kelimenin Latince etimolojisine de bakmalı. Cum-spirare kelimesinde cum, 'birlikte'; spirare de 'nefes almak' demek. Yani bu kelime, 'komplo kuranların birlikte giriştikleri eylem' anlamını içeriyor ama bir yandan 'birlikte nefes alma' anlamına da geliyor."
Çevirmek belki yazarla birlikte nefes almak demek değil (ki bir anlamda öyle), çeviri bir komplo işi değil (kim bilir, belki de öyle?) ama yazarın nefesini -ben buna ritmini diyorum- dikkate alabilmektir bir de. O ritmi çalışmaktır. Kuramsal metinler için bile diyebilirim bunu.

Geçtiğimiz zamanlarda Türkiye'nin en büyük yayınevlerinin de adının geçtiği birçok skandal yaşandı. Gerek bandroller, gerek çeviriler gerekse de metinler üzerinden. Yayınevleri neden bu şekilde hile hurdaya girişiyor? Bunun için sence neler yapılabilir? Soruyu şöyle de genişletebiliriz, Buna benzer hak gaspları en çok da çevirmenlerin emeğine dönük oluyor. Çevirmenler bu camianın zayıf halkası olarak mı görülüyor?  Bunun için neler  yapılabilir?
Genel durum itibariyle sorularının çok uzun bir yanıtı olabilir ancak kısa bir düşünüşle bir iki şey söyleyebilirim. Örneğin çevirmenin hakkının gaspa uğraması konusunda en büyük faillerden biri tekelleşme. Bunda da zaten büyük yayınevlerinin payı var. Dağıtım şirketlerinin de büyük payı var. Hiçbiri kapitalist üretim ilişkilerinden azade değil. Ve evet, merdivenin en alt basamağında çevirmen yer alıyor. Yayınevi-çevirmen ilişkisi başta sıkı bir hukuki sözleşmeye dayanmalı. Bunun için Çevbir’in hazırlamış olduğu Tip Sözleşmeye başvurulabilir. Çevirmenin maddi ve manevi haklarının takibi için büyük önem taşır bu sözleşme. Temel olarak bu. Olmazsa olmaz bir şeyden söz ettim böylelikle. 
Okurların da bu konuda yapabilecekleri var. Çevirmenin haklarının savunusunda yanında olmak, okur olarak iyi çevirinin peşinde koşmak ve yeri geldiğinde ve her fırsatta çevirmenin adını söyleyebilmek ve böylece çevirmene hakkını teslim etmek. Okurun okur olma bilincini iyi kullanması gerek, önce bu bilince sahip olması gerek tabii. Çevirmenin hak gaspına uğraması durumunda gerektiği yerde yayınevine basınç oluşturabilmesi de önemli okurun.

Temel olarak yayınevlerinde yaşanan, yaşandığını düşündüğün, karşılaştığın sorunlar konusunda bir şeyler söylemek ister misin? Ve senin çözüm önerilerin neler olurdu?
Çok sayıda marazdan söz edip konuyu dağıtmak yerine hem büyük yayınevlerinde hem küçük yayınevlerinde tanık olduğum ya da başka meslektaşların tanık olduğu bir şeyi vurgulamak isterim: Yayınevlerinin yaşadığı mağduriyet duygusu. Bunun alt metnini okumaya kalkışırsanız durumun zamanla hiç de haklı bir yere işaret etmediğini görürsünüz. Gerek mevcut krizi bahane ederek, gerek pandemiyi, gerek bu işi yapmanın yükünün zaten ağır olduğunu belirterek bir nevi merdiven altı denilebilecek bir yerde merdiven altı iş yapan en alt basamaktaki çevirmenlerin emeklerinin sömürüldüğünü, sömürülmeye çalışıldığını görürsünüz. Bakıldığında bu sömürü biçiminin siyasal iktidarların uyguladığı, kapitalist iktidar biçimlerinin başvurduğu siyasetten bağımsız olmadığı görülür. Nasıl ki yürütülen mağduriyet siyaseti aynı zamanda günümüz iktidar mekanizmalarının gündemi değiştirme politikasının da bir parçasıysa, çevirmenlere reva görülen sömürü de aynı şekilde gündemi/odağı başka yöne çekerek, emeğin mistifikasyonu, emeğin görünmez kılınması stratejisinin bir parçasıdır.
Çözüm olarak bu konuda devletin ne yapması gerektiği gibi bir şeyden söz etmeyeceğim. Bu umarım çözümü çevirmene kilitleyen zalimane bir tavır olarak görülmez. Ben bir heyecanımın, bir umudun peşinden gitmek istiyorum sadece. Bu yüzden çevirmenler ve yeni öznellik biçimleri üzerine bir düşünüşe kalkışmayı gerekli buluyorum. Ve burada Kognitarya kavramına başvurarak onu Berardi üzerinden okumak istiyorum: Kognitarya çağdaş bilişsel kapitalizmin öznesidir. Berardi’nin ifadesiyle, Kognitarya iki ayrı kavramdan oluşan bir sözcüktür: bilişsel emek (lavoro cognitivo) ve proletarya. Kognitarya bilişsel emeğin toplumsal bedenselliğidir. Bilişsel emeğin toplumsal tanımında beden, cinsellik, ölümlü fiziksel yapı ve bilinçdışı devreye girer. Kognitarya kendi toplumsal bedenselliği nazarında değerlendirildiğinde, toplumsal anlamda yaygın ve parçalı, semiyotik emek akışıdır.

Yani önce öznede bir bilinç gerekliliğine mi işaret ediyorsun?
Evet çevirmenlik ve kognitarya dediğimizde bunları gündem etmek demek, çözümü çevirmene indirgemekten ziyade çevirmenlerin bir kognitarya olmaklık bilincinde olması gerekliliğini dile dökmek demektir. Ama bunun için herşeyden önce bir bedenimiz olmalı. Şöyle ki; biz kelimelerden mesulüz ve onlara borcumuz var, bu borç kavramını tehlikeli bulsam da. Fakat artık beden yok. Her birimiz kendi odamız/ofisimizde yalnızız. Demem o ki öteki’nin ortadan kalkışını konuşmak ve buradan kapitalizm-ötesi olanaklar üzerine düşünmek zorundayız ve bedenleşmiş öznellik anlayışını geliştirmek zorundayız. Ne de olsa tek başına beden yoktur; bedenler arasındaki derecelendirmeler vardır. Şöyle ki dijital üretim hattında, Post-Fordist üretim hattındaymış gibi artı-değer üreten bedenlerin birbirine tanıklık etmesi, bir araya gelmesi  örgütlenme açısından kısıtlayıcı bir durum. Örneğin Post-Fordist üretim hattında işçilerin müştereken paylaştıkları bir ritim vardır, bir rezonans. Artık bu rezonansın kayboluyor oluşudur dijital üretim hattı, bu nedenledir zihinsel işçilerin yeterince örgütlenememesi... Yanı sıra zihinsel emeğin yabancılaşması, güvencesizleşme, parçalı emek zaman, işe hasredilen emek zamanın ruhu iş başına koşması tüm bunlar benim bu minvalde aklımı kurcalayan temel tartışmalardan.
Sonrasında düşüncelerimi, Silvia Federici’nin “Bedenin sınırlarının ötesinde” isimli eserinde geliştirdiği düşüncelerle birlikte okudum. Bana kalırsa en güçlü önermesi, arzuların ve fizyolojik ihtiyaçların kat ettiği, binlerce yıllık evrimsel süreç boyunca gelişen ve yapılanan insan bedeninin uzun zamandır kapitalist sömürüye karşı en dirençli doğal sınır olduğunu vurgulaması.
Kablolarla bağlanmış ağ içerisinde beden marazi bir yola koşuluyor ve katılaşıyor. Çevirmenin bedeni bir fabrikada bir araya gelen bedenlerin enerjetik akışına benzer bir tecrübe edinemiyor. Güvencesizlik hali “hücresel zaman kırıntıları” içinde varoluşunun genel biçimi halini alıyor. Ve bu gayri maddi bir fabrika yüzünden olmuyor. Fakat neyse ki Oriane Petteni’nin de hatırlattığı gibi beden sadece işe koşulamaz. İnsan bedeninin işleyişinin kısmen kapitalist mantığa dışsal olması sayesinde kapitalizm tam manasıyla insanları kendine temellük etmekte güçlük çeker. Çatlak işte tam da burada. 

O çatlak nasıl kapatılabilir veya tamir edilebilir?
Nihayetinde kolektif özgürleşme fizyolojisini yaşamak ve deneyimlemek için gerçek bir bedeni yeniden icat etmek gerekiyor. Bu da buluşmalara, karşılaşmalara meyil vermek, onları daha çok örgütlemek demek. Hukuki ve toplumsal mücadelenin ele ele gitmediği mücadelenin kazanma şansının ne kadar sınırlı olduğu buraya sığmayacak bir tartışma konusu. Ama gündelik yaşamın sert bir eleştirisi ve örgütlenme olmadan bir arpa boyu yol alabileceğimize inanmıyorum. Sözün kısası her zamankinden güçlü "Asla yalnız yürümeyeceksin" dememiz gerekiyor.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.