Minotaurus’u kim öldürdü?

Arif ALTAN yazdı —

  • Dövüşenler bilemeyebilirdi, ama bilenler kesinlikle dövüşebilirdi. Daha büyük kahramanlar hem bilen hem iyi dövüşebilenlerdi.
  • Günahımız ve utancımız mıydı Minotaurus? Nerede ve kim öldürebilirdi? Bir labirentti düştüğümüz ve korkunç olan kalakaldığımız yer değildi, bir çıkış bulamamaktı.

Cehaletten söz ediliyor, bizi aşırı bilgi yıkıyor. Bilemediğimiz hiçbir şey yok ve bu aşırı bilen halimiz, ne olduğumuzu bilememeye denk. Çürüten bekleyiştir sanıyorduk; bekleyememek, bir an önce varmak çürütüyor. Öylesine hızlı geçiyoruz ki, çoktan geride bıraktığımızın ulaşmak istediğimiz olduğunu bile anlayacak mecalimiz kalmıyor. Ulaştığımız her zaman geride bıraktığımız, peşinde koşturduğumuz da her zaman geciktiğimiz. Ulaştığımızın mı, geciktiğimizin mi yalanıyız, bileni en hikmetlimiz. Karanlık öldürür derdi eskiler, bizi ışık boğuyor. Öyle saydam bir hal aldı ki, her şey kapkara kesiliyor. Bakışlarımızdan o kadar çok şey süzülüyor ki, belleğimiz hiçbir şeyi olduğu haliyle tutamıyor. Biçimini yitiriyor, eriyerek akıp gidiyor, geride hiçbir şey bırakmadan. Gördüğümüz ne varsa göremediğimiz oluyor. Her şeyin derinliklerine dalan gözlerimiz, aklımızın ve ruhumuzun körlüğü olarak geri dönüyor. Bütün seslere öyle açık ki, işittiğimiz yalnızca anlamsızlığın sesi, boşluğun sağır sessizliği.  

Merkez düzen demekti vaktiyle, düzensizlik de odak yitimi. Labirenti ilk keşfeden gücü ve güçsüzlüğü bilmişti de bilgeliğine herkesin gülünçlüğü iliştirildi. İnananı yoktu çocuklardan öte. Bilen ve inşa edendi. Gittiğin yol bir kapıya çıkmıyordu, bütün kapılar başladığı yere açılıyordu ve bunu bilmeyen yoktu, ama hevesle öne atılan da bir daha dönmüyordu. Bir labirente değil, herkes kendi içine düşüyordu, karanlığa değil bildiğine, içinin ıssızlığına hapsoluyordu. Gözle ilgisinin olmadığını, bakmak ile görme farkının belirdiği alacakaranlık bir yerlerde ölüm ve yaşamın hem birleştiği hem ayrıştığı yer olduğunu ilk sezen, adı bile anılmayandı. Antik çağlar, onun ötesi uygarlıklardan bu yana kahramanlar yalnızca dövüşenler değil, bilenlerdi de. Dövüşenler bilemeyebilirdi, ama bilenler kesinlikle dövüşebilirdi. Daha büyük kahramanlar hem bilen hem iyi dövüşebilenlerdi. Bin yıllar ve bin yıllar boyunca omuzlarının birinde savaşçı bir tanrı, ötekinde zekâ ve ışık dökümlü ölümsüz bir tanrıça taşır antik her masalın, günümüzde bütün ihtişamıyla nefes alıp veren her bir kahramanı.

Kaybolduğunu ve bilmediğini kabul etmekle başlamıştı her şey. Sadece nerede olduğunu bilmediğini anladığında yürümüş ve onunla birlikte dünya dönmeye başlamıştı. İlk hikayelerden süzülüp yeryüzüne inen ilk tanrılardan, onu izleyen ilk insana, bildiği bilemediğine yetmemişti. Ama her bildiği bir sonraki kapıyı aralamıştı. Söz yoktu, sadece anlam vardı her büyük olayın başlangıcında. Henüz hiçbir şey yaratılmamışken, henüz hiçbir şey biçimini bulamamışken, salt karanlık çepeçevre sarmışken, yeryüzüne inen Ares Dionisos’a “yürü” denmiştir göklerden. O yürürmüş ve durmadan kesmiş karanlığı. Aralanan yol bir patikaya ve o da labirent biçimini alıncaya dek kesmiş ve yontmuş, biçmiş ve şekillendirmiş. Bildiğine değil, bilemediğine vardığını anlamış. Kendi bilgisizliğinin, yani kendi kalbinin merkezine vardığında ise balta değil, artık elleri arasında sımsıkı tuttuğu saf ışıktı. Anlamanın ödülü bir sevinç ateşi, bir mutluluk alevi, yanan saf bir tutku meşalesi. Işığın yüreğine varmakla kendisine varmış, çıkış bulunmuştur.  

Greklerden önce Hintliler, ondan önce Mısırlılar, ondan da önce Mezopotamyalılar yürümüş, ellerindeki balta saf ışık kesilinceye. Zagrosların eteğinden Haran’ın çöllerine ilk onlar ölçüp biçmiş ve anlamış; bir kapasite meselesi, bir anımsama sorunu, insan, bir hafıza noksanı. Yolunu bulamayan, dün yaşadığını unutan, yarın ne olacağına aldırmayan. Bir korku, bir beklenti, çıkışı bulamayan bir endişe, bir tehlike artanı. Tuzağı, boşluğu; kapanı, kendisi olan. İnşa eden Dedal, Girit labirentine dalıp Minotaurus’u öldüren Theseus, onu oradan sağ çıkaran da Ariadne. Ama Nakşa’da Ariadne’yi ve beyaz yelkeni çekmeyi unutup Ege sularına babası Egeus’u kaptıran da Theseus. Dışarıya değil merkezeydi çıkış, insanın kendi içine, kendi bilincine. 

Ne yürüyor ne kesiyor ne bir yol açıyoruz. Korku ve umutsuzluk içinde bakıyor, kıvranıyor, izliyor ve bekliyoruz. Karanlığı kesenin değil, karanlıktan da karanlık, hiçbir şey bilmediğini bilmeyenlerin peşinde umutsuzca, delicesine, çıldırasıya dönüp duruyoruz. Günahımız ve utancımız mıydı Minotaurus? Nerede ve kim öldürebilirdi? Bir labirentti düştüğümüz ve korkunç olan kalakaldığımız yer değildi, bir çıkış bulamamaktı. Çünkü herkes bildiğinde, yani bilemediğinin içinde hapis kaldığı yerde. Dışarıya değildi çünkü, içeriye doğruydu çıkış, içimizin içlerine doğru, ışık sandığımız en karanlık diplere doğru.

paylaş

   

Yeni Özgür Politika

© Copyright 2024 Yeni Özgür Politika | Tüm Hakları Saklıdır.