Son şövalye
Arif ALTAN yazdı —
- Bizi peşine takan karanlık zihinleri araştırmaktan bitkin düşmüşüz. Düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi konuşan insanları dinlemek nasıl bir lütuf, nasıl bir huzur, nasıl bir mutluluk olurdu?
Uzun zaman aldı, unuttuğumuz söylenemez. Geçmek bilmez kapkara günlerin sıkışıp kaldığımız dehlizlerinde, yıldızlı gecelerinde yukarıdan sınırsızlığı bildiren açık gökyüzünde, dehşetin dört yandan sardığı çaresizliğin ürkütücü saatlerinde, alevler içinde simsiyah bir kan lekesi gibi büzüşen yüreğimizin derinliklerinde sizi aradık! Bulduğumuz yalnızca bir hiç. Siz ve hayat, şu acayip kontrast! Hiçlikten fazla mıydı hayat, daha mı güçlüydü kıyaslandığında? Kim bilir belki de bir anlamı vardı katlandıklarımızın! Ama yıkıntıların üstünde şu yükselme arzu ve cüretiniz, acı ve tiksintiyle gülümsetiyor. Sancılıydı, lüzumsuzdu, uzun sürdü. Yıkımına dilendiğimiz şu hayatın kendisi bile tümden acımasızlık, bütünüyle ıstırap. Sonra da bir hiç! Ölümle yaşamın birbirine değmeden hemen önceki o alacakaranlık bölgede ilk defa barınmaya yeltenmiyoruz. Ne demek istiyoruz? Yalvarıp yakarabiliriz; ne olur açık konuşun! Yadsınabilir, ayıplanabilir, ama hasta ve yorgunuz. Bizi peşine takan karanlık zihinleri araştırmaktan bitkin düşmüşüz. Düşündüğü gibi yaşayan, yaşadığı gibi konuşan insanları dinlemek nasıl bir lütuf, nasıl bir huzur, nasıl bir mutluluk olurdu?
Kahramanlar, şövalyeler vardı bir zamanlar. Lafın gelişi, yoksa bir dili geçmiş zaman meselesi değil. Bakışlarımızın erişemediği uzaklarda, belki de yanı başımızda hala, ama ne gözümüz ne de gönlümüzle bu günlerde görmek istemediğimiz. Ne saraylar ne köşkler, ne mal ne mülk, ne altın ne mücevher… Sadece yaptıkları ve uğruna katlandıklarını ödülünden sayan. Zırhlarını ve kılıcını kuşanıp miğferini indirdiğinde ilk ve son yemini zalimle dövüşmek, tek kazancı ve mutluluğu zalime karşı savunduğu çaresizin, haksızlığa uğramışın gözlerindeki bakış. Amansız zirveleri, dipsiz uçurumları, ölüm çöllerini, hile ve kapanlar döşeli kanyonları geçerken inançlarının, cesaretlerinin ve eksilmeyen neşelerinin kaynağı o ilk ve son yeminleri, onları bütün varlıkların üstüne çıkaran çaresiz kadınların, yoksul çocukların o kutsayan bakışları.
Soğuk ve karanlık gece çökerken hiçbir endişe ve acı hissetmeden en fazla “sığınacak bir kaya oyuğu, bir ağaç kovuğu bulmalı” açlık yiyip bitirdiğinde “eh, fazlalıklardan kurtulma vaktiydi”, dökülen, yara bere içindeki haline aldırmadan “avcı köpeklerinden, namerdin kanlı labirentinden geçtim ya” diye sevinebilen o çağ zaman ötesi şövalyeler. Sanıldığının aksine ne birer hayalperest ne gerekli olana ilgisiz birer dalgın, ne de özü soyutlayanlardı onlar. Sadece çoğalarak, yayılarak her yandan onları kuşatan sınırsız kötülüğün yaydığı gizemin bazen kıskacında bazen ötesinde. Ama o da hülyaların bedelini ödedikten sonra, şiirselliklerinin iyi ve kötü tarafını kabullendikten sonra, bu düşüncelerden sıyrılıp hiç üşenmeden hemen eski yüce eylemlerinin insanı olmaya devam edebilenler…
Kendisi için haklılığın, cesaretin, hesapsızlığın gururundan başka bu dünyadan hiçbir şey istemeyen; örselenmişi, ezilmişi kendisine karşı bile savunan, her suçunu sefaletine, her günahını alçalışına sebep düşmanlarının zalimliğine yoran… İleride, yaşamın neşe ve mutluluğu sizi sakinleştirdiğinde, yüz kızartıcı suçlarınız sırlarınızla geçmişe gömüldüğünde, onların bu sırları öğrenmiş olduğunu acıyla hatırlamamanız için, belki o anda sizi rahatlatacak ama daha sonra pişman olacağınız itiraflarınızı bile dudaklarınızda dondurup susturan o kalbi büyük ve ruhu geniş varlıklar… Bakışlarında acılarımızı anlamalarını sağlayacak derin ıstıraplar sezdiğimiz, bize sadakatin en güzel insan şekline bürünmüş hali olarak görünen yücelikler çağının son büyük armağanı o muhteşem şövalyeler…
Öte yandan, artıklar için çöpleri eşeleyen yoksullar ordusuna, temelleri çocuklarının kemiklerine oturan günah mabedi yaldızlı otellerin localarından özgürlüğü vaaz eden şu kurtarıcılar yığını. İstemsiz bir mukayese bile büyük haram. Sanki yüzyıllar öncesinde kalmış, yüreği pek o insanlar bugün yaşamıyorlarmış gibi onların yokluğuna artırdıklarını bu şatafat düşkünlüğüne harcayanlar… Fazlası değil bugün aykırı tek ses, “işte yemin ediyoruz ki, hiçbir vicdan bundan daha doğru bir gerçek duymadı” diyeceğimiz, dilimizde birikeni kalbimize boğacak yalnızca bir tek itiraz. Ama yok! Susmak düşerdi belki, ama o son şövalye nefes aldığı müddetçe susmak ne mümkün. Sonrası, zaten alçaklıklar çağı. O vakit de bir gölün temiz ve sakin yüzeyi nasıl kirli dipleri örtüyorsa, sessizlik de ruhumuzun tüm pisliklerini öylece örtüversin…